İçerik değiştir



- - - - -

Göktanrı İnancı ve sair Dinlerle kıyası...


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 3 yanıt verildi

#1 Ziyaretçi_husrevani_*

Ziyaretçi_husrevani_*
  • Ziyaretçiler

Gönderim zamanı 31.12.2005 - 18:38


Akkartal düşünürken, o an işittiği;
- Baki Huda'ya hamt ve senalar olsun. Yolculuk için ne güzel bir hava! Diyen adamın sesiyle sağa ve dolayısı ile fiziki hayatın gereklerine dönmüştü. Kendi kendine konuşan kişi mor sarıklı yolcudan başkası değildi. Akkartal onun varlığından tecahül etmeyip, bilakis nezaket icabı ona hitaben:
- Evet, gerçekten öyle. Umarım yolculuğun daha sonra ki günleri de böyle olur! Diyordu.
Mor sarıklı karşılık olarak:
- İnşa Allah öyle olur! Diyordu.
Akkartal'ın ilgisi adamın daha yakına gelmesine yol açmış, şimdi her ikisinin kolları küpeşteye dayalı, kah denize, kah gök yüzüne bakıyor, bu diyalogun sürmesi için başka konular kuruyorlardı. Nitekim mor sarıklı sağ kolunu küpeşteden çekip, dönerek:
- Adım Mirza, İranlı bir tacirim!
Derken, altın ve gümüş yüzükler takılı sağ elini ona doğru uzatıyordu. Akkartal kollarını küpeşteden çekmiş, kendisine uzatılan ele karşılık verirken:
- Ben Akkartal, Ötükenli bir gezginim. Diyordu.
Akabinde önceki durumlarına dönüp, böylece konuşmağa devam ediyorlardı. Bir ara Mirza:
-Bir ticaret erbabı olarak çok dolaştığım için, sizin Turan diyarına da uğrayıp, oralarda, mesela Kaşgar ve Talas'ta değerli dostlar, Müslüman din kardeşleri dahi tanıdım.
Derken, muhatabının tepkisini ölçmek ister gibi yüzüne bakıyordu. Akkartal o zamana kadar “Müslüman" kelimesini lafzen işitmiş, lakin onu temsil eden kimseye henüz hiç rastlamamıştı. O nedenle ilgiyle:
- Siz de Müslümansınız anlaşılan.
- Evet, elhamdülillah artık Müslümanız.
- Daha önce değil miydiniz yani?
- Ha, evet, bizim atalarımız önceleri Mecusi imişler. Ancak, Peygamberimiz, sizin deyişinizle "Yalvaç", Abdullah ibni Muhammet El Emin'in sahabelerinden biri olan Selman-ı Farisi sayesinde İslam Dini ile tanışıp, onun tavassutuyla bu yeni ve mükemmel Dine geçmişler.
Mirza bu izahatı yaparken, yönü karşı ufuklara doğru olan Akkartal ondan tarafa dönerek:
- Siz İranlıların önceki Dini vecibelerinizi hocam Ulutolga'dan kısmen dinlemiş, biraz olsun malumat edinmiştik o konuda. Din değiştirmek gibi mühim bir konuda nasıl karar kıldığınızı anlayamadım.
- Ya, peki ne biliyordunuz Mecusilik hakkında?
- Hatırladığım kadarıyla, bu inancın öğretmeni Zerdüşt, insanın yaratılışı olayını açıklarken " Işık ve ateş kültü"ne dayanıyordu. İnancınız bu bakımdan bizim inancımızla benzerlik gösterdiği için bilhassa bu kalmış aklımda. Hangi gerekçelerin sizi din değişikliğine götürdüğünü veya icbar etmiş olduğunu bilmek isterdim. Tabii açıklama yapmanız mümkünse?
Bu soru karşısında bir an tereddüt eden Mirza;
- Doğrusu, Turanlı Yoldaş, bunun asli sebep ve gerekçelerini şahsen pek bilemem. Bütün bilgim dinimizin kaideleri ile sınırlıdır. Fakat sanırım bunun asıl sebebi İslam'ın önceki dinimizden daha üstün olmasıdır. Ama siz bu konulara dair, öyle anlaşılıyor, daha fazla bilgiye sahipsiniz, şayet anlatmak isterseniz memnuniyetle kulak misafiri olurdum.
Akkartal bu cevaba pek memnun olamamıştı. Çünkü o, inanç ve itikatlarını derin nazari bilgi ile açıklayıp, pragmatik olarak savunacak muhataplar arıyordu. Zira değişik bir kurama dair sağlıklı bilgi ortaya ancak böyle çıkardı. Fakat her şeye rağmen, kişisel davranışların da çok mühim olduğunu kabul ediyordu. Yani, kişi insan olarak, dürüst ve mert olsundu da, varsın hangi inanç ve kanaat üzre yaşarsa yaşasındı. Mirza dürüst birine benziyordu. Bu düşüncelerini ona açıkladıktan sonra:
- Umarız bu konularda sohbet etmek için çok fırsatımız olur ve bol bol konuşuruz Mirza yoldaş. Şu kadarını söyleyelim ki; bizim görüşümüze göre Kişi, öz yaşantısında tam özgür davranma hakkına sahiptir. Ancak söz konusu toplumsal hayat olursa, toplum karşısında her fert eşit düzeyde bir feragat ve özveriyi, dürüstlük, mertlik adına asaleten göstermek durumundadır. Aksi halde o toplumda dirlik ve uyum olmayacağı tabiidir. Bize göre, asaletimizin menşei, insanı önce Tin, sonra beden sahibi "Kişi" şekil ve sıfatıyla yaratmış olan tek ve en yüce kudret olan "Göktanrı"dır. Bizler ona böylece iman ve itikat ederiz.
Derken, bir an durup nefes tazeleyen Akkartal, Mirzanın dinleme eğilimini görünce, sözlerini sürdürerek;
- Ancak, hayatta "Kişi yaratılışı"nın aşama ve Tanrının hikmetleri icabı olan bazı mutlak çelişik kaideler söz de konusudur. Bunları hemen her kavramda görmek mümkündür. Kişi "Ruh ve Beden" olarak, biri birinin karşıtı ve aynı zamanda tamamlayıcısı olarak (Erkek-Kadın) iki asal varoluş unsurundan meydana geliyor. Sonra bunlar kendi içlerinde ve yaratılışlarının özel kuralı gereği, türlü zıt yapılar barındırabiliyorlar. Varoluş'un genel kaidesi zaten; "Bir şey ancak kendi zıddıyla vardır". Karşıtı olmayan şey yok demektir. Kötülük olmasaydı iyilik bilinip, fark edilemezdi. Buna, güzellik, çirkinlik, soğuk ile sıcak kavramlarını da örnek verebiliriz. Bunların sarf ve kontrolünde, işte sizin "Din vecibeleri", bir başkasının "Ahlak kuralları" diye nitelediği, terbiye ve disiplin kural ve öğretileri söz konusu oluyor. Bu kaçınılıp, yadsınamaz tabii gerçek karşısında, hangi Din insanı birey ve toplum olarak, daha mutlu kılacak kural ve kaideleri, davranış yöntemlerini "Nizam" halinde sunuyorsa, o Din daha çok tutulup, taraftar toplar. Öğle değil mi?

Tao-Li neşeyle:
-Şu kutulardakine bir göz at, senden niye bahsetmiş olduğumuzu hemen anlarsın.
Denileni yapan kaptan, inanamaz bir yüzle;
-Şans dediğin ancak bu kadar olurdu yani. Doğrusu, şu hınzır Kato ehlî-i keyif adammış. İyi ki kendisini Forsa başı yapmışız, ha! ha! ha!
Tao-Li:
- İyi, güzel de, bakalım bunu yakıp tüttürmek için bir alet de var mıdır buralarda?
Otları bulan yamak, az sonra başka bir çekmeceden uzun saplı bir tür pipo çıkarıp, ortaya koyuyordu. Kaptan bunu görünce hepten keyiflenerek:
- İşte tamam adadığımız şey. Beyler, canı çeken buyurabilir artık!
Bunu derken herkesin yüzüne bakmıştı. Bu davete ilk icabet Tao-Li'den gelerek:
- Ben, tabii ki!
Onun hemen yanında oturmakta olduğundan, bir açıklama yapmak gereği duyan Mirza:
- Ben şahsen bu dahil, dinimizce men edilen keyif verici şeyleri kullanmam.
Derken Akkartal'a dönmüştü. O ise, kendisini izlemekte olan kaptan ve Lamaya bakarak:
-Biz bunu belli an ve amaçlar için, ama belli ölçüde olmak kaydıyla, kullanmakta bir mahzur görmeyiz. Siz başlayın, belki sonra biz de iştiyak duyarız.
Derken, kendisini bilhassa izlemekte olan kaptan ve Lamaya bakıyordu.
Kaptan:
- Bu çok iyi. Şahsen şu anımızın kutlanmaya ziyadesiyle değeceği kanısındayım. Fakat Mirza bey, lütfen bağışla ama, bir dinin insana keyif ve hoşnutluk veren bu tür şeyleri yasaklama gayesi nedir, diye sormadan edemiyorum.
Mirza:
- Asıl gaye, insan sağlığıyla alakalı olsa gerek. Ama bunu her halde en iyi bilen insanı ve alemi yaratan yüce Allah'tır. Bizim din kitabımız, Kuran-ı kerimde bu ot değilse de, şarap türü içecekler yasak sayılıp, bizler de buna neden, niçin diye, tartışmadan uyarız.
Kaptan buna hayretle:
- Buna sebep nedir, diye sorup, hiç düşünmeden, salt bir kitapta öyle yazıyor olması sizin için yeterli mi geliyor yani? Hayret!
Mirza kısaca:
- Evet.
Bu sözleri herkes ilgiyle dinlemiş, ama önce Tao-Li görüş belirterek:
- Doğrusu Mirza bey, lütfen kusura bakma, lakin bana kalırsa, tarafsız bir şahsın bakışıyla, siz Müslimler, eğer gerçekten dediğiniz gibi yapıyorsanız, aşırı düzeyde teslimiyetçi ve gözü bağlı inanmaktasınız bu kitapta yazılanlara. Oysa bence makul düstur; bir şeyin ifrat veya tefritinin zararlı olduğudur.
Konuşmasını kesen Tao-Li, Mirza'nın tepkisini beklemişti. Fakat onun cevap vermeğe yeltenmediğini görünce devamla:
- Sonra, bu kesin güveni neye dayanarak duyup, nasıl böyle kabulleniyorsunuz, bunu normal bir insanın akıl ve mantığıyla bağdaştırmak mümkün mü. Din kitabınızı gerçi hiç görüp, okumuş değilim, ama sanırım bu kitabın orijinal nüshası doğrudan gökten inmiş olup, lisanı bütün insanlarca, kendiliğinden anlaşılan ve daha önce yeryüzünde bulunan hiç bir dile benzemeyen bir yapı ve içerikte olsa gerek. Öyle mi sahi o da?
Mirza gülümseyerek:
- Hayır, o kitabın ihtiva ettiği kelamı Allah, Resulünün gönlüne hususi bir ilhamla intikal ettirmiş olup, lafzı onun ağzından dökülerek meydana çıkmıştır. Bu daha sonra hem hafızlarca aynen ezberlenmiş, hem de Arap lisan ve yazısıyla çoğaltılarak, deri sayfalı kitaplara geçirilip, son halini almıştır.
Kaptan:
- Tao-Li dostumuzun tarif ettiği gibi değil bu ama?
Mirza:
- Evet, öyle değildir.
Tao-Li:
-Fakat Mirza bey, az önce dediğiniz türde bir tavır ve düstur içinde olarak, içeriğine uyulacak olan bir kitabın nasıl ve nereden gelmesi gerektiğini açıkladık, oysa sizin ki de yapı ve ortaya çıkış tarzıyla diğer kitaplardan farklı değilmiş. Hal böyle iken, hangi farklı sebepten ötürü ona böyle uyar ve iman edebilirsiniz? Hem ne malum menşein doğru, içinde geçenlerin hak ve hakikate uygun olduğu? En önemlisi de, bu soruları sormak dahi sizce abes sayılacağına göre, sorusuz da cevap olmayacağı malum, sizler nasıl olur da kişi olarak daha "Bizler akıl ve irade sahibiyiz" diyebilirsiniz, anlayamıyorum. Çünkü insan, bir ifade veya iddiayı önce sorgulayıp, akıl, mantık ve tabii duyularıyla, denenmiş malumatlarla kıyaslar, ancak ondan sonra vaki olduğuna inanır. Biz bunu böyle biliriz. Akıl sahibi birey olarak inanmanın hakiki düsturu bu değil midir yani?
Mirza:
- Fakat dostum, sizin tanımladığınız tür ve şekilde başka bir kitap gelmediğine ve asla da gelemeyeceğine göre, bu kitabı gerçek Allah kelamı olarak kabul edişimizi, inanmasanız dahi, anlamanız gerekmez mi? Diğer ilk mesele hakkında ise, yani içki içmenin haram sayılması hususu. Şarap denen içki İslam'ın Mekke devri esnasında da serbest imiş, ancak daha sonra, Medine devrinde bunun zararları kanıtlanınca yasaklanmıştır. Kime ve neye istinaden bu güven, sorunuza cevaben ise; bu kitabın insan diliyle ifadeleştirilmesinde vasıta olan kişinin, daha o Resul olmadan önce bile " El Emin " sıfatına layık görüldüğü için, diyeceğim.
Tao-Li:
- Sayın dostum, siz şayet, "Ben şahsen, hiç bir sebebe dayanmasa bile, bunları kullanmam" deseniz daha muteber gelirdi bana. Ama tutup bunu yüce Yaratan'a bağlayarak, "Çünkü O böyle istiyor" derseniz, o zaman ben de haklı olarak, buna, ne malum, derim. Çünkü bizim lisanımız da kuşkusuz ki, her lisan gibi, yüce Yaratan'ın bir başka veçhesi olup, yüce Yaratan bunda başka türlü ifade ediyor kendisini ve bizim kitabımızla sizinki çelişiyor, der ve tabii ki kendi kitabımızda yazılanlara göre amel ederim.
Mirza:
- Kuran'da, o dediğiniz manada bir ayet vardır ve bunda denir ki; "Sizin kitabınız size, bizim kitabımız bize".
Mirzanın bu sözleri karşısında artık ona bir şey demeyen Tao-Li, Akkartal’a dönerek:
- Sayın Akkartal, bu konuşulanlara dair siz ne dersiniz?
Akkartal:
- Sizi dinledik ve Mirza yoldaşımızı; "Bu konuyu artık tartışmayalım", diye anlıyorum. Herkesin görüşüne, şahsi inanç ve kanaatlerine saygı göstermek bence nezaket ve uygarlık icabıdır. O nedenle, bunu tenkit etmek yerine, dilerseniz bu konuların bizim töresel inancımızdaki yerlerine deyineyim. Ne dersiniz?
- Tabii, lütfen!
Akkartal bu genel arzuya icabeten:
- Mirza dostumuz ile daha önce de konuşmuştuk. Sizlerle bu ilk olacak. Sözlerimin başında şunu belirtmek isterim ki; benim inanma konusunda ki düsturum, Tao-Li yoldaşımızın ifade ettikleriyle hayli benzeşmektedir. Dedikten sonra bir fincanda, taze servis edilmiş ıtırlı, leziz çaydan bir yudum daha alan Akkartal, geri yaslanarak sözlerine şöyle devam eder:
- Biz, her şeyden önce, yüce yaratıcı Göktanrı'yı içimizde ve dışımızda var biliriz. Sizler, yüce Yaratıcı'yı nasıl tanımlarsınız bilmem, lakin biz onu şöyle tanır ve kabul ederiz: O tek başına tam, biz tek iken yarım olup, ancak çift isek bir ve tam oluruz. En yüce Yaratıcı olarak o, öncesiz ve sonrasız, biz geçmişi ve geleceği olanız. O mutlak ve görecesiz var olan, biz ona göre var olanız. Onun öncesi bize meçhul, bizim öncemiz ise şöyle bilinir; Tanrı beldesinde, neredeyse bir hiç "kokusuz, renksiz, şekil ve ağırlıksız" iken; O'nun dilemesi ve yaratma sanatıyla bir top ışık olup, yer yüzüne inmiş, yerin tabiatla birleşerek değişip, endam-ı vücut sahibi birer yer yüzü kişisi olmuşuz. O'nu bilir, başkasını bilmeyiz biz.
Sözlerine böylece ara veren Akkartal, dinleyenlerin görüş belirtmelerine mahal vermek için, bekleyen çayını yudumluyordu.
İlk olarak Tao-Li :
- Sayın Akkartal, sanırım bunlar, törenize has temel ilkeler ve nezdinizde ki yorumlarıydı?
Akkartal:
- Aynen öyledir dostum.
Tao-Li sözlerine devamla;
- Bizleri dahi kuşatan bu geniş boyutlu ifadelere hakikaten hayran kaldık. Bir insan, bir millet, İlahı karşısında kendisini ancak böyle tanır ve tanıtabilirdi. Bizler dahi kendimizi aynı ilahi kaynaktan ve ona bağlı olarak kabul eder, onu ifade tarzımız az çok farklı olsa da, neticede aynı sonuca varırız. Diyordu.
Umum hesabına konuştuğu halde, ona itiraz eden olmayışı, bu görüşün herkesçe paylaşıldığına işaret ediyordu.
Nitekim söz alan Mirza:
- Sayın Akkartal, bu ifadeler gerçekten güzel ve makul, ancak, sizin törenizde toplumsal bir nizam ve düzene dair açıklama ve kaideler bulunmaz mı?
Akkartal:
- Var kuşkusuz. Lakin, bilhassa sormak istediğiniz bir konu varsa, bunu açıkça sorabilirsiniz.
Mirza:
- Evet, haram, helal, farz, vacip ve mekruh diye sayılan bir çok davranış ölçütü var bizde, sizde yok mudur?
Akkartal sayılan bu liste karşısında mütebessim:
- Aziz dostum, biz kısaca kötü, çirkin ve zararlı olan şeylere dikkat eder, bunları yapmamağa özen gösterirken, iyi ve güzele dair ne varsa, bunları yaşamak, yaşatmak yanlısıyız. Bizde, hayatın yaşanmasında akıl sahibi her birey için genel düstur; insanın kendi kendisine ve başkalarına zarar veren bütün tutum ve davranışları ret edilir. Ayrıca ilke olarak; sana yapılmasını istemediğin bir şeyi, sen de başkalarına yapma, düsturu geçerlidir. Burada duraksayan Akkartal, demin başlayan konuya deyinmek için de: İnsanı ser-hoş edip, keyif veren şeylere gelince; bunlar şahsi özgürlükler dahilinde sayılıp, serbest olmalarına karşın, akli dengeyi zaafa uğratacak denli aşırı kullanımlara "Kötüye kullanma" denilerek, bunu yapanlara hoş bakılmayıp ve hatta ret edilir.



Cabir ve tüccar arkadaşları orta yaşlarını hayli aşmış, olgun, gün görmüş ve neşeli insanlardı. Akkartal onları ismen tanımış, bunun deve yürüyüşüyle alınan bu uzun yola değecek bir müşavereye yol açacağına şimdiden kani olmuştu.
Nitekim Cabir, aniden aklına gelmiş gibi:
- Akkartal Bey, Cihangir Bizans'a gitmek istediğinizi söylemişti lakin, sebep neydi buna diye sorsak?
Akkartal, karşısında bağdaş kurmuş olduğu halde oturan Cabir'e cevaben, anlayışla:
- Cabir Efendi, Oraya, fikrine bilhassa değer verdiğim birinin tavsiyesi üzerine, gezip görmek ve aynı zamanda Ulu Kağan Moyen Çor'a fahri elçi olarak, Bizans İmparatoru ile görüşmek üzere gidiyorum.
- Ya, öylemi, çok ilginç!
Sözüne devam eden Akkartal;
- Bunun dışında başka bir arzum da buralara has inanç ve töreleri araştırmaktır. Diyerek, asıl maksadını açıklamıştı.
Bu cümlesine neşeyle ilk karşılık, Cabir'den geliyordu;
- Ya, ne kadar ilginç! Dahası tam yerine rastladı dostumuz, öyle değil mi arkadaşlar? Diyerek ötekilere bakmıştı.
Bunun üzerine kır saçlı, Salamon:
- Ben de uzun yol boyunca ne eder, molalarda neler konuşuruz, diye düşünüyordum. Desenize ki, sohbet konusu bol olacak!
Ermeni asıllı Agop neşeyle gülerek:
- Bre, al benden de o kadar!
- Akkartal Dostumuz belki bilmez, biz üçümüz ayrı ayrı dinlere mensup, çok da iyi arkadaşlarız. Derken kıvançla gülümsüyor, ötekilere bakıyordu.
Akkartal;
- Takdire şayan bir olay. O halde bu konular, sohbetlerinizde geçiyor olmalı ?
- Elbette, bizde herkes fikrini açıklamakta hürdür. Kimse kimsenin dinine karışmaz, yermez. Ama aramızda latife eksik olmaz, takılırız bir birimize dostça. Diye cevap veren Cabir idi.
İnsana, Din ve töresinden zorla bahsettirilemezdi. Akkartal bu konuda konuşacak gönüllüler arıyordu. Burada umduğundan iyi bir kaynağa rastlamış gibiydi.
Nitekim Salamon kendini tanıtarak:
- Akkartal Efendi, arkadaşlarımın bildiği gibi, ben çok sofu bir Musevi değilim, ama gene de dinime bağlıyımdır evvel Yehva (Yahova), ne de olsa en eski, dolayısıyla en hakiki olanıdır bizimkisi bu dinlerin. Diyerek, suni bir kurum ve azametle etrafındakileri süzmüş ve sözlerine devamla; Umarım buna kimsenin bir itirazı olamaz! Diye eklemişti.
Salamon'un bu sözlerini tebessümle karşılayan Akkartal, diğerlerinin tepkilerini okumak için onlara bakıyordu. Nitekim buna ilk itiraz İsevi (Hıristiyan) olan Ermeni Agop'tan geliyordu:
- Yo, Yoo! Salamon efendi, bak işte burada haksızsın. Niye dersen, çünkü dininizin daha eskiye dayanıyor olması onun aynı zamanda en doğru olduğunu hiç göstermez. Hem o en hakiki diye nitelediğiniz din, eğer cidden doğru olmuş olsaydı, Rabbın Oğlu İsa'yı çarmıha gerer miydiniz. Değil mi ya?
Salamon sathi bir kırgınlıkla:
- Amma yaptın bre Agop, İsayı çarmıha gerenin bizimkiler olduğunu sana kim demiş? Onu biz değil, Romalılar öldürmüştür bir kere! Dedikten sonra muzipçe gülerek;
-Hem o yalancının tekiymiş canım; yok Rabbın oğluymuş, yok babasız dünyaya gelmiş imiş, bu konuda bir yığın safsata uydurulmuş. Şimdi niye kimse babasız doğmuyor muş peki ama?
- Salamon Efendi, Salamon Efendi, sözlerini tart biraz da öyle konuş, tamam mı. Çünkü O, kendisi "Ben Rabbın oğluyum" diye hiç dememiştir her halde. Onu çekemeyip, mahkum ettirmek isteyen sizinkiler öyle uydurmuş olmalılar bunu. Bir de bazı fanatik cahiller. Çünkü onun ortaya koyduğu müthiş mucizelere başka türlü bir mana verememiş olacaklardı. Hem ölüleri bile diriltebilene sen olsan ne derdin onların yerinde ki? Diyen Agop, onun cevap vermesini beklemeden sözlerine hemen devamla: Her halde Yehva'nın ta kendisi derdin, değil mi?
Salamon umursamaz bir tavırla:
- Aman, bre Agop Efendi, sen bunları cidden olmuş şeylerden mi sayarsın? Hiç demez misin, ölüleri dahi diriltebilen hiç öldürülebilir mi, buna kimin gücü yeter, diye?
Agop vakur bir eda takınarak:
- Bu, bir itikat meselesidir Salamon Efendi. Kaldı ki, sizinkiler zaten onu öldürememişlerdi, çünkü o, daha sonra gene dirildi ve Rab Baba tarafından göklere çıkarıldı, ta ki zamanı gelip, tekrar yer yüzüne dönünceye kadar.
Salamon gülerek:
- Ya, ne zaman gelecekmiş peki o zaman?
Agop:
- Dedik ya işte, kıyamet güne yaklaşma vakti geldiğinde. Gelme tarihini de biz değil, Rab bilir gene.
Salamon yüzündeki umarsızlık ifadesiyle:
- Gerçi, ne onun ne de o zamanın geleceği falan yok ya, ama diyelim ki bir gün çıkıp, hayır, inip geldi gökten. Peki ama, o zaman onun İsa olduğunu nasıl anlayacaksınız Agop Efendi?
Agop bu defa tevekkül ederek:
- Hele o bir gelsin de, anlarız her halde bir şekilde gelenin kim olduğunu.
Burada Cabir söze girerek:
- Hayret, Müslümanlar olarak oysa biz, İsa Aleyhi selamın yerine, ona benzeyen bir haydudun çarmıhta öldüğüne inanırız. Sizin ifadeleriniz neden böyle anlayamadım.
Derken, teessüf ediyordu. Bu konu aralarında ilk kez açılmış olmalıydı ki, kimse diğerinin bu konuda nasıl inandığını bilmiyordu.
Salamon, Cabir'in bu sözleriyle Agop'u desteklemiş olmasına tepkiyle:
- Cabir Efendi, mademki ona katılıyordun, o halde az önceki sorulara neden cevap vermedin, anlayamadım.
Cabir:
- Hangi soruları kast ediyorsun?
Salamon:
- Bunları yeniden mi tekrarlamalı. Sizin kitabınız ya da Peygamberiniz, İsa'dan bahsederken, ona Allahın oğlu ve yeniden gelecek mi, diyor?
Buna cevaben Cabir:
- Esasen, sizlerin bu konulardaki şahsi tartışmalarınıza katılmak istemezdim, ama bu mevzulara dair bizim kitabımız, her halükarda sizin kitaplarınızda geçenlerden daha farklı ifadeler içerir. Kurana göre Allah üç türlü yaratma örneği vermiş; Ademi ana ve babasız, İsayı sadece babasız, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed ve diğer insanları ise hem analı hem babalı yaratmıştır.
Agop:
- Şimdi Salamon Efendi, acaba pek beğendikleri Mose'lerinin (Musa) aslında adam öldüren bir katil olmasına ne diyecekler bakalım?
Salamon:
- Musa Efendimiz'in birini öldürmüş olduğu doğrudur, fakat onun bunu neden yaptığını bilmeyen cahiller işte böyle, sanki o, sıradan bir katil olup, durduk yerde cana kıyan bir cani imiş gibi konuşurlar. Oysa ki o, haksız yere ve savunmasız bir kadını öldüren Mısırlı bir Firavun askerini öldürmüştür. Var mıydı sizin İsa'nızın da böyle bir yiğitliği, söyle bakalım?
Agop alayla gülerek:
- Bizim İsa'mızın işi öldürmek değil, aksine insanları, hastalarsa sağaltmak ve hatta ölmüşlerse diriltmekti. Bu yiğitlik değil ise, o halde nedir, söyler misin?
Bu soru karşısında bir an susmak zorunda kalan Salamon, yeni bir çıkış yapabilmek için süratle zihnini araştırırken, Akkartal:
- Yaptığınız bu konuşmalar cidden dikkate değerdi dostlar. Yalnız, henüz anlaşılmayan bazı hususlar var. Bunların başında; hem hepimiz ayrı dinlere mensubuz demeniz, ve hem de din kitaplarınızın bazı ortak konuları ele almış olmalarına ek olarak, hatta aynı kişilerden bile bahsetmiş olduklarına dair zannım geliyor. Bu doğru mu? Aynı kişilerden, ki siz bunlara Peygamber diyorsunuz, bahsediliyor mu gerçekten bu üç kitapta da?
- Evet Akkartal Bey, burada üç kitap söz konusudur. Gerçi bir de Zebur adı verilen ve Davut Peygamber'e gelen kitap var. Diye başlayan Cabir, sözlerine devamla: Bunlar, bizim lisanımızla Tevrat , İncil ve son kitap olan Kuran-ı Kerimdir. Bu üç kutsal kitabın ele aldıkları konular, mahreçleri, ortaya çıktıkları topraklar aynı, ama ismi geçen peygamberler biraz farklıdır. Onların kitaplarında bizim peygamberin adı pek geçmez lakin, onların ismi Kuranda sık zikrolunur. Bu farkın bence en mühim sebebi; bizim kitabımızın en son kitap olmasıdır. Ayrıca bizim kitabımız en son olmakla kalmaz, en yeni, tahrif edilmemiş ve en sahih olanıdır bu kitapların.
Derken, gülerek arkadaşlarına bakan Cabir, sözlerine devamla:
- Diğerleri, yani bunların kitapları, bizim kanımızca, asıl nüshaları kaybolup, değişikliğe uğramış, bu nedenle, artık hükümleri kaldırılıp, geçerliği kaybolan kitaplardır. Bir başka kayda değer husus ise; bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammet'in Arap Milleti aslından olmasına rağmen, o bütün insanlara, hatta cinlere, meleklere ve tüm kainata Peygamber olarak gelmiş olduğu halde, ondan öncekilerin, İsrail oğulları halkından olarak, sadece onlar için gönderilmiş olmalarıdır.
Bu izahat karşısında Akkartal:
- Muhterem Cabir Efendi, bu dedikleriniz bence henüz belirsiz ve karışık ifadeler olup, anlaşılmak için bazı ek sorulara ihtiyaç vardır. Bana cevap verebilir miydiniz, rica etsem?
- Tabi, tabii Akkartal Bey, anlayamadığınız ne varsa, buyurun sorun. Bildiğimiz kadarıyla cevap vermeğe hazırız.
Cabir böyle derken diğerlerine bakmış, onlar da buna başlarıyla onay vermişlerdi.
Akkartal baştan başlayarak:
- Önce isterseniz ben, bu ifadelerden şahsen ne anladığımı açıklayayım. Derken, bir an durup, sonra bilhassa Cabir'i muhatap alarak sözlerine devamla: Yani siz diyorsunuz ki, bizim, elan dahi geçerli olan kitabımız Kuranda yazılı bulunan ilahi ifadeler, onların kitaplarında geçenleri de kapsar ve bunlar onların daha sahih, veciz ve doğru olanlarıdır, öyle mi?
Agop ve Salamon Akkartal'ın Cabir'e yönelik sözleri karşısında afallamış, şaşkınlık içinde kah ona, kah birbirlerine bakmaktalardı.
Nitekim Cabir:
- Evet, öyledir.
Akkartal:
- Sonra, diyorsunuz ki, Tevrat ve İncil gelmiş oldukları zamanda doğru ve sahih olmalarına karşın, daha sonra, yeniden yazılışları esnasında, ilk içerdikleri kısmen olsun değiştirilip, asıllarından tahrif ve tağşiş (sahteleştirme) edilmişlerdir, öyle mi?
Akkartal'ın kısa ve kesin tanımlamaları karşısına Agop ve Salamon şaşkınlıkla başlarını bükerken, Cabir sadece:
- Evet, öyledir! Diyordu.
Sonra tahlile devam eden Akkartal:
- Şimdi gelelim bu kitaplarda geçen kelamı oluşturan cümleleri ilk telaffuz eden ağız sahipleri olan kişilere, yani Peygamberlere dair sorulara: Diyordunuz ki, Tevrat'ı ilk vaz eden Peygamber Musa'dır, o ve İncil'in vaz edeni olan Peygamber İsa, yani her ikisi de İsrail Oğulları'ndan türemiş kişilerdi, öyle mi?
Cabir:
- Evet, öyle.
Akkartal:
- Buna karşın sizin, bizim Peygamberimiz, dediğiniz, yani Arap Milliyetinden türemiş olan ve Kuran'ın ilk vaz edeni olan Peygamber, yani Abdullah Bin Muhammed isimli Zat, bütün Kainata hitap etmiştir, öyle mi?
Cabir:
- Evet.
Akkartal:
- Şimdi gelelim, tereddütle karşılamakta olduğumuz sorulara: Bir kere, Araplarla İsrail Oğulları aynı topraklar üzerinde yaşamış ve halen dahi oralarda yaşamalarına rağmen, nasıl olup ta şu nispeten ufacık olan Yarımadada tamamen gayrı, yani başka soylardan türemişlerdir, ya da bu doğru değil midir yoksa?
Bu soruya cevap Salamon'dan gelmişti:
- Bu doğru değildir, çünkü Araplar ve İsrail oğulları esasen aynı soydan gelip, birbirlerine amcazade olurlar, çünkü daha öncesinde hepsinin ortak adı aynı ve buna Sami kavimleri denirdi.
Akkartal:
- Ya, demek öyleymiş. Dedikten sonra, Cabir'den bir tepki beklemişti, ama o sükut ediyordu.
- O halde Cabir Efendi, demin ki, "Bizim Peygamberimiz Arap Milletindendir, ama o İsrail Peygamberleri gibi sadece kendi kavmi için gelmeyip, aksine bütün insanlığa ve hatta top yekûn Kainata peygamber olarak gönderilmiştir" şeklindeki, açık bir iddia demek olan ifadeleriniz kısmen hasara uğramaktadır, öyle değil mi?
Cabir'den gene cevap gelmeyince sözlerine devam eden Akkartal:
- Biz, yalnız ve sadece arı gerçeği araştırmak adına, öncelikle, bir kitabın bütün kainata ve top yekun insanlık alemine hitap edebilmesinin şekil ve şartını; "o kitabın hem mana, hem de yazılı ifadesinde kullanılan dil ve alfabe itibarı ile bütün insanlar tarafından doğrudan okunabilir ve anlaşılabilir durumda olmasıdır", diye tanımladıktan sonra, gene soruyoruz ki; adı geçen diğer iki kitaptan farklı olarak, nasıl oluyor da sizin kitabınız bütün insanlığa, diğerleri ise sadece o peygamberlerin bizzat içinde yaşamış oldukları kavimlere hitap etmiş oluyorlardı? Bu, sizin kitabın içeriğindeki hitap şeklinden ötürü mü, yoksa yazıldığı dil ve bunda kullanılan alfabeden ötürü müydü? Siz eğer, yazıldığı dil ve yazı türünden ötürüdür, derseniz; o zaman dünyadaki bütün insanların, ilk yaratılıştan beri Arapça okur olması, ve de hepsinin Arap neslinden türemiş olması icap etmez miydi? Bu gerçekten böyle midir şimdi? Yok, eğer bu iddiaya temel, o kitabın içeriğindeki hitaptan ötürüdür, ise, böyle bir iddiaya temel teşkil edebilmesi için bir kitabın, gerçekten evrensel bir dil ve onun yazılı ifadesiyle yazılmış olması icap ederdi. Oysa ki, böyle bir dil henüz mevcut bile değildir.
Nitekim sözü bağlamak için Akkartal:
- Netice olarak bana, yukarıdaki "Bizim kitabın müstesna özellikleridir" başlığı altında öne sürdüğünüz iddialar, fasit ve dayanaktan yoksun ifadeler gibi geliyor. Yoksa yanılıyor muyum?
Böylece irdelemesini bitiren Akkartal, Agop ve Salamon'u hayret ve şaşkınlığa, Cabir'i derin düşüncelere sevk ediyordu.
İlk toparlanan Agop:
- Akkartal Bey, müsaadenizle bir hususa açıklık getirmek istiyorum. O da, bizim davranışlarımıza yön veren dini kaidelerimizin yazılı bulunduğu kitap, Cabir dostumuzun dediği gibi, aslında sahteleştirilmeyip, bilakis, sadece vukuf ehli kişilerden oluşan bir heyet tarafından, değişen çağın gereklerine uygun hale getirilmeğe çalışılmıştır, ki bizce bunun bir mahsuru da yoktur. Nihayet o kuralları, tüm fayda ve zararıyla pratikte yaşayacak olan da gene bizleriz.
Bunu duyan Salamon da, Cabir’in demin ki aleyhte bulduğu sözlerine cevap vermek istiyordu. Bu meyanda olarak da:
- Bizim kitabımızın öncelikle kendi kavmimize hitap ettiğini inkar etmeğe hiç gerek ve sebep olmadığı gibi, bence bundan tabii bir şey de yoktur. Bunu öncelikle vurguladıktan sonra, şimdi gelelim bir kitabın herkese hitap eden, Cihan şümul olma özelliğine; bizim dilimizi bilen, ya da salt dinimizi merak ederek, tetkik ile öğrenmek isteyen herkes, eğer isterse, bunu pekala yapabilir. Zira, isteyen bunu kendi diline çevirip, nüshalarını sayısızca çoğaltabilir. Hal böyle iken, daha nasıl olur da bu özellik sadece Cabir dostumuzun kitabı olan Kuran'a inhisar edilebilir ve böyle bir iddianın aslı, esası olur mu?
Cabir bu arada yeniden toparlanarak:
- Bu sözlerimde esasen, bizim kitabın tüm kainat ve insanlık alemine gönderilmiş olması özelliğini açıklarken, onun kapsadığı anlam itibarıyla, demek istiyordum. Ayrıca, demin de dediğim gibi, bizim kitap Kuranda, onların kitaplarda geçen bütün peygamberler ve bunların hayatlarına dair hikaye ve ibret veren öykülere yer verilmişken, onların kitaplarında bu yoktur, onun için.
Akkartal:
- Cabir efendi, eğer "Bütün insanlık alemi" derken, yekun dünya nüfusu yanında sadece devede kulaktan ibaret kalan bir İsrail Oğulları'nı kast etmiyorsanız, zira sözlerinizin anlamı budur, o halde nerede bunun delili? Yoksa başka milletlerden yüce yaratan hiç mi Resul göndermemişti?
Cabir:
- Akkartal Bey, Aslen bir İranlı olarak, bu konuda ben de tereddüt ediyorum, ama gene de, madem Kuranda böyle deniyor, zahir bu doğrudur diyorum. Son sorunuza ilişkin ise, Kuranda adı geçen yirmi beş tane Peygamber vardır, lakin Yaratan'ın her millete muhakkak bir çok peygamberler gönderdiği de zikrolunur, ama ne var ki, açık isimlerine yer verilmemiştir bunların.
Akkartal:
- O halde kitabınızın gerçekten ve her bakımdan cihan şümul olmayışı kendiliğinden ortaya çıkıyor denebilir. Bunu geçerek, bir soru da, Agop efendinin "O öldükten sonra tekrar Baba Rab tarafından diriltilip, göklere çıkarıldı, vakti gelince İsa tekrar gelecek" şeklindeki iddiası üzerine hasıl olmuştu. Hem bunda, açıkça söylediği gibi, Salamon efendinin de kuşsusu varmış. Bu durumda siz şahsen, ve "son kitap" denen Kuran ne diyor?
Bu soru karşısında her üçü de dikkat kesilmişlerdi. Agop gene Cabir'den bir destek umarken, Salamon merakla onun ne diyeceğini bekliyordu:
Cabir:
- Doğrusu bu konuda kitabımız Kuranın açık bir beyanına ben rastlamadım, var diyeni de duymadım. Ama sorsan çoğu Müslüman İsa'nın bir gün geleceğini söylerdi.
Akkartal:
- Fakat nasıl olur? Bu kadar önemli ve daha mühimi, insan ve İslamlığın geleceği ile çok alakalı görünen bu konuda, eğer bu gerçekten bir gün vuku bulacaksa, bir tek cümle olsun nasıl yer almazdı kitabınız Kuran'da. Yoksa bu var da siz mi bilmiyorsunuz?
Cabir:
- Emin değilim bundan. Ama bana kalırsa, ben de böyle bir izahın olması gerektiğine inanıyorum. Kuran ayetleri pek çok yerde İsa Mesih'ten bahsederken, onun tekrar dünyaya geleceğinden neden hiç bahsetmemiş olsunlardı ki? Doğrusu, bu konuyu daha önce hiç böyle düşünmemiştim.
Akkartal:
- Sizin sözünü ettiğiniz bu kitapların hem aynı konuları içerip, hem de bazen çok mühim iddialar içeren konularda birbirini tutmamaları çok ilginç. Bu durumda, hangisinin arı gerçeği içerdiğini ortaya çıkarmak da imkansızlaşıyor. O nedenle, biz gene insanların pratik hayattaki bireysel davranışlarına göre hüküm vermekte devam edeceğiz demektir.
Bu sözlerinden hemen sonra, Akkartal'ın aklına merhum yoldaşı Mirza gelip, onunla olan hatıraları muhayyilesinde yeniden canlanmıştı. Sonra demin ki tahlilleri ve en son ki sözleriyle bağlantılı olarak, Cabir’in ilgisini çekebileceğini düşündüğü bir konuya değinmek istiyordu. Mirza'dan bahsedecekti. İnançlarında kararlı, davranışlarında mutedil, uyumlu ve güvenilir bir arkadaştı çünkü Mirza. Onun anısına hürmeten, Cabir'i de elan bulunduğu muğlaklık halinden arındırmak ümidiyle:
- Muhterem Dostlar, şimdi arzu ederseniz size, bundan çok önceleri gene bir yolculukta geçen bir hatıramdan bahsetmek isterim. Diye genel bir soruyla başlamıştı. Az öncesine kadar sürmüş olan sükut ortamından giderek sıkılmaya başladıklarından, böyle bir öneriyi hepsi memnuniyetle karşılayıp, içtenlikle "Hay hay!" demişlerdi.
Bunun üzerine Akkartal:
- Uzakdoğu'da bir gemiyle deniz yolculuğunda tanışmıştım onlarla. Hepsi on sekiz kişiydik ve daha yolculuk başlar başlamaz bin bir türlü tehlikeden geçerek, ölümlerden dönmüş, nihayet Tanrının yardımları, bizlerin yeti ve metanetleriyle kurtulduktan sonra, işte böyle müzakereler yapıp, din ve töreleri konu edebileceğimiz uygun ortamlara kavuşmuştuk. Orada da, buradakine benzer bir çoğul inanç zümresi oluşturmuştuk. Aramızda bir Mirza, bir Tao-Li, bir de Kaptan Huan vardı. Hemen hepimiz ayrı diyarlardan gelmiş, ayrı din ve törelere sahiptik. Çoğunluk orta ve uzak Asyalıydık ya, bize göre Batı olan bu diyarın din ve inanışlarına, o zamana kadar aşina olamayıp, aksine çok yabancıydık. Bu nedenle, merhum dostumuz Mirzanın da mensup olduğu İslam Dini'ni ve buna dair ameli yaklaşımlarını, kendi dinince yasak sayılan belli bir konudaki tavrını, oradakilerin yadırgayıp, karşı çıkmalarına rağmen, nasıl ısrarla savunduğunu hiç unutmam. Diyen Akkartal, bir an, hem nefes tazelemek, hem de muhataplarının, bilhassa da Cabir’in ilgisini yoklamak için duralamıştı. Tahminde yanılmamıştı, zira Cabir merak içinde ve devam etmesini bekliyordu.
Nitekim Akkartal sözlerini sürdürerek:
- Konu, keyif veren bir otun kullanılmasıyla başlamış, sonra şarap içilme keyfiyetine gelmişti. Herkes "olur veya neden olmasın" düşüncesinde iken, merhum dostum Mirza: "Ben, şahsen bu dahil, dinimizce yasak olan, keyif verici şeyleri kullanmak istemem". Diyordu. Buna karşın bizim Kaptan ona: "Fakat bir Din, insana keyif ve hoşnutluk veren şeyleri neden yasaklar, anlamak zor Mirza Bey! Bunu, mümkünse açıklayabilir miydiniz" Diye soruyor, Mirza ise cevaben: "Evet, sanırım. Bunun adı doğrudan zikredilmiş olmasa da, şarap gibi içkiler dinimizin kitabı olan Kuran'da açıkça yasak olan içecekler arasında sayıldığından, bir Müslüman bunları kullanmaktan neden, niçin demeksizin, kaçınır. Çünkü biz o kitabı Allah kelamı olarak bilir, onda yazılan her şeye istisnasız iman ederiz" diyordu. İşte bu ifadelerde yer alan itikat ve teslimiyet, dikkatimi bilhassa çeken nokta-i nazar olmuştu. Kaldı ki çoğu toplumlarda bir kişiye, o kişinin mensubu olduğu dinde "yasak" diye sözü edilen şeylere karşı nefsini engelleyebilmesine ve bunun karşısında gösterebildiği feragate bakılarak güven duyulur. Bu, her ne kadar, güven yaratmanın asgari tarzı olsa da, duyulan güvene haklılık kazandıran somut bir delil olarak takdir edilir. Malumdur ki, insanların yek diğerinden olan en mühim beklentisi, karşılıklı güven ve bunun bir şekilde temin (garanti) edilmesidir.

Bu mesaj husrevani tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.12.2005 - 18:43


#2 Ziyaretçi_husrevani_*

Ziyaretçi_husrevani_*
  • Ziyaretçiler

Gönderim zamanı 02.01.2006 - 00:47

Ya arkadaşlar,
Hani, hiç muhalefet yok?
Adam yalandan olsun bir takılır falan yav...
Okuyanlar belki farketmiştir, SParkplug'un sorduğu, ama pratikte önemi olan sorular burada da soruluyor, bir farkla, cevaplar da veriliyor, tam olmasa da...

#3 114

114

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 700 Mesaj
  • İlgi Alanları:değişken

Gönderim zamanı 02.01.2006 - 00:57

sabırlı olun değerlendirme halindeyim neyi nerden başlıyacağımı kestiremiyorum birde canım sıkılıyor komik şeyler arıyorum kafam duruk ifade etmek zor batsın bu dünya

#4 Ziyaretçi_husrevani_*

Ziyaretçi_husrevani_*
  • Ziyaretçiler

Gönderim zamanı 04.01.2006 - 19:08

114, çok sağ olsun, meraka salmaktan da pek hoşlanır...
Ve gülümser hatta... :)
Ne yönde olduğunu ama bilen beri gelsin





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

1 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 1 ziyaretçi, 0 gizli