İçerik değiştir



- - - - -

Kule Günlüğü / Gerçek İşkenceler


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 42 yanıt verildi

#21 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:04

KULE GÜNLÜÐÜ / Sahte Sanatçılar

Sanat; güzelliğe ve özgürlüğe ulaşmayı amaçlayan önemli bir alandır. Sanata dayalı maddi kazanç elde etme planları ya da sanatın paralelinde çürümüş fikirler öne çıkarıldığında, basit bir eylem olur ki; yok olmaya mahkumdur. Sanat nedir, Sanatçı kimdir soruları hep yazılır, çizilir, karşımıza çıkar. Bu iki kavramı doğru algılamak zorundayız.

Son zamanlarda, medyanın, sanatçı diye sunduğu bazı tiplerin davranışları, özellikle gençlerimizi olumsuz etkilediği gibi, sanata da büyük saygısızlıklar yapılıyor. Bir insanın, sanatçı kimliğini kazanması: Dünyasındaki güneşlere, yüreğindeki kaynayan duygulara, yani özgün üretimlerine bağlıdır. Daha açık ifadeyle: Sanatla profesyonelce uğraşanlar; özel bir belge sağlamak için makamlara, otoritelere gereksinim duymazlar. Alınan eğitim elbette, insanda varolan genetik temelin üzerine yapıların kurulmasına yardımcıdır. Fakat yalnızca diploma, yalnızca gösterişli yapılar, sanatçıya dair kanıtlar değildir.

Gerçek sanatçı, ödül beklentileriyle, para kaygılarıyla yaşamaz. Yetenekleriyle, çabalarıyla kendini yaratır ve gerçekleştirir. Ateşlerde yanar, sularda boğulur, kasırgalarda sürüklenir. Ölmeden, ölümü hücrelerinde hisseder. Ölümü masaya yatırır. Yarı aç - yarı tok yaşayabilir. Doğayla, isyan etmeden hesaplaşır. Evrensel düşünür.

Ülkemizde ne yazık ki karakterleri tartışmalı, çok sayıda kompleksli insan, arkasına karanlık insanları da alarak, kendini sanatçı göstermeye çalışmakta, basını, iletişim araçlarını işgal etmektedir. Elbette basın özgürdür ama o özgürlük: Başkalarını incitmeye, başkalarının değerlerine saldırmaya, başkalarına zorla gözlükler takmaya çalışıyorsa, bunu durdurmak üzere yaptırımlar gündeme gelmelidir.

Ulusal kültürümüze gizlice dinamitler bırakılıyor ve yeni kuşaklar önlerine açılan yeni yollardan yürümeyi tercih ediyorlar. Alkol ve uyuşturucu tüketimi gün geçtikçe artıyor. Vücudunu, çevresini zehirleyenlerin sayısı artıyor. Küçük nedenlere bağlı işlenen büyük suçların sayısı artıyor. İlk çağlarda, mağaralarda yaşanmış ama hala yaşanan, vahşi olaylar gerçekleşiyor. Acil önlemler konusunda resmi kurumları ve politikacıları uyarmalıyız.

Gerçek bir sanatçı, ekrandan, sadece kendini bağlayan, çok özel konularda, milyonlarca insana hitap edemez. Onların birbirlerini aldatmaları, onların gece hayatları, onların sapık yaşam biçimleri, onların hangi bardan saat kaçta çıktıkları; halkımıza eğlence, magazin adı altında sunuluyor. Bu tür programlar, halka haber değil, hakarettir ama o kadar ince ve masum biçimde veriliyor ki, çoğunlukla ilgi görüyor. Zayıf kişilikli insanlar etkilenip örnek alıyor. Sonuçta, bazı medya gruplarının etkileme ve yanıltma yöntemleri başarılı oluyor. Çünkü televizyonun doğrudan bir anlatım gücü ve çabukluğu var. Cinsellik de eklenince, hazırlanan tablo gözlerde kalmıyor, acil müdahalede hastalara takılan bir serum gibi kana karışıyor, böylece hafızalara uzun çiviler çakılmış oluyor.

1970 ’li yıllarda Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Genel Müdürü İsmail Cem’in unutamadığım bir uygulaması vardı. Bugün orta yaşa gelenlerin anımsayacakları üzere; dünyanın en önemli klasik eserleri, ünlü yayın kurumu BBC’den satın alınarak çevirileri yapılmış ve gün aşırı, dönemin tek kanal televizyonundan yayınlanmıştı. Görüntünün siyah - beyaz olması, sanki filmleri daha çekici kılıyordu. Olaylar ve diyaloglar, izleyicilerin bütün güzel duygularını harekete geçiriyordu. Ağır koşullarda direnen, yoksul - onurlu insanların öykülerini nefes almadan izliyorduk. Aşık olan insanların yüreklerinde yolculuk yaparken, inanılmaz dostluk, fedakarlık örneklerini görebiliyorduk.

Konu açıldığında; beş kişiden dördü: Ben de şiir yazıyorum, benim de çok güzel şiirlerim var, kitabımı nerede bastırabilirim acaba diyor ? Yazılanların güzel olduğuna karar verecek olan, yazarın iyi bir çizgide gittiğini belirtecek olan: Edebiyat fakültelerinde saçlarını ağartmış, gözleri yorgun fakat yüreği hala genç öğretim üyeleridir. Örneğin: Ege Üniversitesinden Prof. Dr. Gertrude Durusoy Hanımefendi. Fırsat buldukça kendisine dosyamı götürür, eleştirilerini beklerdim.

Kişi nasıl olur da kendi amatör üretiminin güzel olduğuna inanır, karar verir ? Kişiyi geriye götüren bir iyimserlik. Önemli basamakları geçmeden, kafaca özgürlüğe ulaşmadan kalemi eline alanın, sevgilisiyle arasında geçen tartışmayı anlatması; şiir değildir. Sanat hiç değildir. Kumdan kaleler yaparsanız; yağmurla birlikte başlangıç noktasına dönersiniz.

Edebi boyutta yerini bulan bir şiiri inceleyelim: Başlık, sözcükler ve onlara yüklenen elektrik, imgeler, benzetmeler, giriş çıkış dizeleri gibi özellikler uyumlu biçimde kullanılmıştır yazarı tarafından. Okuduğumuzda, içinde kendimizi bulduğumuz şiirler vardır. Çünkü aynı duygular bizde de mevcuttur.

Bir metindeki iç enerji: Düşündürücü, ağlatıcı, kanatıcı, kışkırtıcı olabilir. Okunurken yüreğe akanlar; gerçek uyarıcılardır. Sözcükler aracılığıyla oluşan bu motivasyon, kişinin yaşama sevincini, sevme yeteneğini yanardağ gibi patlatabilir. Yaşamın önemli aynalarından ikisi: Edebiyat ve resimdir.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:47


#22 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:05

KULE GÜNLÜÐÜ / Yol Bekçileri

Son yıllarda; cilt üzerinde, sindirim sisteminde, kalp atışlarında ortaya çıkan ve psikosomatik denilen rahatsızlıklarla karşılaşıyoruz. Bu problemler, içten dışa doğru müdahale ile, iç benliği ikna ederek çözülebiliyor. Çünkü yaşanan rahatsızlık; negatif ataklarla oluşan türden. İnsanın, yaşadığı mekanları ya da koşulları sevmeyip, protesto etmesi de diyebiliriz buna. Terapiler, önerilen ilaçlar belirtileri azaltıyor ama asıl neden, iç dünyanın derinliklerinde hiç dokunulmadan duruyorsa, çözüme ulaşılamıyor. Kekik suyu içmek, kükürtlü banyo, antihistaminik tabletler, B1 + B2 vitamini almak bir parça rahatlatıcı oluyor.

İnsanın, kendi varlığını nasıl düşündüğü, nasıl hissettiği gerçekten önemli konu. Çünkü yaşama sevincini, üretimini, ilişkilerini büyük ölçüde etkileyen şeyler: Kendi düşünceleri ve duygularıdır.

Doğada bulunan tüm varlıklar; etkiler altında kalarak değişimlere uğramak, tepkiler vermek zorunda. Kişinin kendine karşı vermiş olduğu en güçlü tepkilerden birinin kanser olduğu tıp alanında biliniyor. Beden, sürekli sıkıntı, sürekli uyumsuzluk içinde kalamıyor, savunma sistemi zayıflayıp çöküyor.

Varlığımıza saygı açısından, bütün yıpratıcı etkilerden mümkün olduğunca uzak durmalıyız. Örneğin: Beslenme biçimi, aşırı sigara ve alkol, aynı çatı altında yaşayan eşlerin yıllarca kavga etmeleri … Bunları bilerek sürdürüyorsak, demek ki doğrudan kendimize gelmekte olan etkiler karşısında, duygularımızı, egolarımızı iyi kontrol edemiyoruz.

Japon bilim adamlarınca yapılan araştırmalar sonucunda, kansere karşı koruyucu etkisi kanıtlanan ve sık tüketilmesi önerilen gıdalar şunlar: Sarımsak, ısırgan otu, hurma ve kuru incir. İçerdikleri maddeler, insan vücudundaki zararlılara karşı direnen en güçlü savaşçılar olarak kabul ediliyor.

İnsan; yaşamdan, toplumdan, dostlarından bir şeyler istiyor, bekliyor. Fakat önce kendi içinde, nelerin yanlış ya da eksik olduğunu bulmalı. Toplumu kemiren alışkanlıklar arasında, bencillik ne yazık ki hala yerini koruyor. Vermeden almayı amaç edinenler, kendi yüzlerini değil, maskelerini gösteriyorlar. Çünkü maskeleri; ruhlarının ayrılmaz parçaları. Aynaya bakmalarının hiç yararı olmayacak. Sisli ufuklarına, geçici ışıklar sağlamaya çalışıyorlar. Güneşten korkuyorlar, kendilerinden korkuyorlar, korkularının bitmesinden korkuyorlar.

Her zaman, seçme özgürlüğüne sahibiz. Fakat kendimizi kandırmaya çalışmak; büyük saygısızlık.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:48


#23 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:06

KULE GÜNLÜÐÜ / Kan Çivileri

Irak’tan ulaşan son bilgilere göre: Amerika, düzeni sağlamak amacıyla, Azimiye’deki Şii ve Sünni bölgesini, 3.5 metre yüksekliğinde ve 5 kilometre uzunluğunda bir duvarla ayıracak. Duvarın yapımına 10 Nisan’da başlandı. İnsanlar kardeş gibi yaşayacaklarına, soyutlanarak, tecrit edilerek yaşamaya itiliyorlar. Kendimizi onların yerine koyalım bir an için. Onur kırıcılığın son aşaması değil mi ? Dünyanın öbür ucundan öfkeyle gelip başkalarının topraklarında bütün kötülükleri yaptıktan sonra halkı parçalara bölmek. Duvar bir zamanlar Almanya’nın Berlin kentinde de vardı. Fakat ne geçişler engellenebildi, ne de ölümler. Sonunda da yıkıldı. Sözde huzurun sağlanması adına yapılan bu çalışmanın mezhep ayırımını derinleştirmesi, tarafları tahrik etmesi kaçınılmaz. Türkmenlerin çoğunlukta olduğu Telafer kentinde ise, sık sık sokağa çıkma yasağı konmakta. Burada yaşayan insanlar depresif oldular.

20 Mart 2003 önemli bir tarih. Anımsanacağı üzere, bundan 4 yıl önce Amerikan ordusu Bağdat’a girmişti. Irak halkını Saddam’ın baskısından kurtarıp demokrasi getireceği yalanlarıyla başlattığı işgal halen sürüyor. Yaklaşık 700 bin kişi öldü ve 700 bin kişi de tutuklandı. Yüzlerce masum insan, evlerde - yollarda aşağılandı, işkence gördü.

Basındaki sevimsiz haberleri izlerken kafamda oluşan birinci soru: Amerika’nın neden savaşlara trilyonlarca dolar harcadığı ? Araştırıyorum: Görünen nedenlerin ve gerekçelerin tümü sahte. Asıl yürüttüğü işler: Koruyup kutsadığı İsrail’in düşman ya da tedirgin olduğu güçlü noktaları sindirmek, dağıtmak. Plan gereği bazı bölgelerde de başkalarını savaştırmak. Her zaman güç dengelerini korumak ve silah sektöründe devamlılık. Tehlikeli bir petrol hırsızı aynı zamanda.

Kendimizden örnek: Dış destekli terör, artık gövdemizde kanser. ABD Hükümeti ve batılı egemenler, PKK’nın bitirilmesine izin vermiyorlar. Öcalan Türkiye’de mahkum mu yoksa misafir mi ? Belli değil. Londra’daki Büyük Masonlara sormak lazım. Mahkumiyeti o kadar ayrıcalıklı ki bakımına oldukça özen gösterilmekte. Terörden bıktık. Can kayıplarımızla birlikte çözümsüzlük toplumumuza rahatsızlık veriyor. Anlaşıldı ki politikacıları aşan, hükümetleri aşan, kökü uzaklarda bir yapı.

Bu arada, Kuzey Irak’taki şımarık Kürt yönetimi, petrollerin denetiminin merkezi hükümete bırakılmasını kabul etmeyeceğini açıkladı. Petrol gelirlerinin nasıl paylaşılacağı ve günümüzde işletilmeyen petrol kaynaklarının denetiminin kimlere verileceği gibi hesaplar henüz netlik kazanmasa da, ABD’nin girişimleriyle hazırlanacak yeni yasa taslaklarının, Doğal Kaynaklar Bakanlığı tarafından tartışmasız kabul görmesi bekleniyormuş. Önlerinde başka seçenek yok.

Halkımız arasında çok kullanılan iki deyim var: 1- İt ürür, kervan yürür. 2- Deveyi havuduyla yutmak. İngiltere - Amerika - İsrail üçlüsü, dünyanın ciğerini sökseler; insan hakları adına yapılan ve Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından da uygun görülen bir eylem. Demokrasiyi, özgürlüğü yerleştirme bahanesiyle, kendi etkisi altına aldığı ülkelerin mal varlıklarına göz diken Emperyalizm: Sınırları, haritaları dilediği gibi değiştirmeye kararlı.
Bugün Irak halkından sağ kalanlar ölümcül silahlara direniyor, topraklarını korumak için varlığını feda ediyor. Fakat bir ülkenin her şeyiyle batırılması, aylardır, yoldaki trafik kazası gibi aktarılmakta. Çok satılan gazetelere, çok izlenen televizyon kanallarına bakılırsa, yaşananlar doğal, yani bölgede sıcak gelişmeler oluyor. Seçilen görüntülerle dünya bilgilendiriliyor. Bu kadar basit sanki. Bilmiyorum belki de ben abartıyorum. Aydın sandığım biri de şöyle dedi: Pazarlarımızda her şey bulunuyor. Çok sayıdaki kanallarımızda ne güzel sürükleyici dizilerimiz yayınlanıyor. Ne güzel mankenlerimiz var. Süper klipler çekiliyor. Hayat devam ediyor. Düşünmek, üzülmek yerine eğlenmemize bakalım. Komşudaki gürültüler oradaki yaşamın bir parçası. Baştakiler düşünsün. Sesimi çıkarmadım. Bir sigara yaktım. Daldım gittim.

Amerika’nın İran’ı hedef aldığı ve saldırmayı düşündüğü gibi ürkütücü konular bizdeki kadar İran’da konuşulmuyormuş. Komşumuzu yıllarca hep gerici olarak bildik. Ne yazık ki bu tür yargıları insanımıza, medyamız armağan etti. Biz ilerici miyiz gerçekten ? Tartışılır.

Dikkatimi çekti: ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney, Irak’tan 2008 yılında çekilmelerinin İran’a büyük cesaret vereceğini iddia ederek, askerlerin görev sürelerini 12 aydan 15 aya çıkardıklarını söyledi.

İran yetkilileri: Nükleer programlarını barışçı amaçlarla kullanacaklarını defalarca belirttiler. Bu program bahane edilerek, İsrail - ABD ikilisinin bir saldırı düzenlenmesinin ters tepeceği, İsrail’in ekonomisi ve güvenliği aleyhine ciddi sonuçlar doğuracağı tahmin edildiğinden, operasyon askıda bekliyor. Bir süre önce, Oxford Araştırma Grubu ve Chatham House adlı düşünce kuruluşu: İran’a saldırmanın riskli olacağını açıklayan raporlar yayınladı. Fizikteki etki - tepki olayına çok benziyor. İran’ın, uzun menzilli füzelerini, İsrail’in Tel Aviv ve Hayfa kentlerini vuracak biçimde ayarladığı öteden beri zaten biliniyor.

İnsanlığın yüz karası savaşlar, büyüklerin küçükleri yutmasını hızlandırıyor. Üçüncü Dünya Savaşı çıkmadı ama çıkmış gibi rengi soldu dünyanın. Her şey ortada. Ölenler öldü. Kalanlar mengenede.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:49


#24 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:08

KULE GÜNLÜÐÜ / Anlamak Yetmez

Güzel ülkemizin nerelere sürüklendiğini bilmek; duyarlı her Türk için önemli bir olaydır. Araştırmalarda biraz derine indiğimizde üzülerek görüyoruz ki; yeryüzündeki güçler, diledikleri zaman, yüzölçümü küçük de olsa bir ülke yaratmışlar, diledikleri zaman büyük bir ülkeyi tökezletip parçalamışlar, diledikleri bölgelerde savaşlar çıkarmışlar, programlarına uygun yönetici modellerini her şeye rağmen, iş başında tutmuşlardır. Bu gerçek, diğer gerçekleri çırılçıplak ezip geçiyor.

Zengin ülkeler: askeri ve sanayi ürünlerinin satışlarında, kaoslar yaşanmasında, yoksul ülkeleri acımasızca kullanmışlar. Bize bakalım: Dün ufukta ucu görünen bıçak, artık kemiğimizi kesiyor. Hiç acımıyorsa, vücudumuzda bir sorun var demektir. Belki de duygularımız zayıflamıştır.

Yakınımıza kurulan bir çark, değirmen gibi durmaksızın dönüyor. Batılı ülkeler tarafından Güneydoğuda, Ortadoğuda tehlikeli çalışmalar yapılıyor ve bütün dişliler Beyaz Saray’daki ana saatin yürümesine yardım ediyor.

Küreselleşme hareketi; sınırlar açısından, yerli holdingler açısından, kültür birikimleri açısından bütün ulus devletlerde kaygı ve sıkıntı yarattı. Yıllardır çoğu alanda işbirliğine girdiğimiz, kredi ve malzeme almayı görev edindiğimiz sömürgeci ülkelere bir parça olsun direnebilmemiz için: Bizi, bizlerin yönetmesi gerekiyordu. En büyük başarısızlığımız budur. Kendi yağımızla kavrulmadık hiç, yağımızı beğenmedik ve ekonomide borç bataklığına saplandık, hiç çıkmamak üzere …

Cehennemin ortasına götürüp oturttular bizi; elimize armağanlar verdiler. Yıl: 1965. İlkokula giden çocuklarımızın Amerikan malı süt tozuna ihtiyaçları mı vardı, süt kıtlığı mı vardı memleketimizde ? Hayır. Peki biz dilenci miyiz ? Hayır. Kimi yabancı ülke yöneticileri de geçmişte, agresif biçimde hiç çekinmeden, bizlerin; geldiğimiz yere, yani Ortaasya’ya sürülmemiz gerektiğini bile söylediler.

Önümüzdeki dönem, başta ABD, İngiltere ve İsrail etiketli tüm emperyalist planların dışında kalabilmemizi sağlayacak bir dalgakıranın yapımı için, yaşadığı toprakları gerçekten seven aydınlar bugünkü mevcut engellerin nasıl aşılabileceğini acilen ortaya koymalıdır ama bu çaba, gazete köşelerinde değil, kent meydanlarında içtenlikle, yüksek sesle gösterilmelidir. Ağzımızla değil yüreğimizle konuşmalıyız.

İsim vermeye utanıyorum, hoş değil, geçmiş yıllarda aydın maskesiyle bazı onursuz kişiler söylemlerinde: Halkımızı ve rejimimizi yargılarken lordlar sınıfında içip dansettiler sadece. İnsanları küçümseyip, egolarını sevdiler, maddi kazançlarını sevdiler. İçimizden söküp atmak için Kurtuluş Savaşı verdiğimiz ülkeleri çok sevdiler. Eşlerinin Hıristiyan olması sanki bir ayrıcalıktı. Samimi olmadıkları kanıtlandığı halde; televizyon kanallarında hayranları, meraklı izleyicileri ve piyasada ilgi gören kalın kitapları vardı onların. Halkımızı, kamu kuruluşlarımızı kasten aydınlatmadılar, uyarmadılar, ancak yapay gündemler ürettiler. Sonuçta toplumumuz, tek yumruk olmayı beceremeyecek kadar aciz pozisyonlara düştü. Daha da düşecek. İşsizlik, yoksulluk, karamsarlık ve şiddet arttı …

Atatürk’ü seviyoruz. Sevilmeyi hakediyor. Anıtkabir’i ziyaret ediyoruz, portrelerini çoğaltıyoruz, her yere asıyoruz ama bize teslim ettiği değerli vatanı uçuruma doğru itenlere karşı ciddi bir tavrımız yok. Karıncaların sohbet ettiklerini, tartıştıklarını göremeyiz, sadece çalışırlar. Duyarlı insanlar olarak, hiç birimizin çalışması, üretimi yeterli değildir. Çünkü özel donanımlara sahip, erdemli ve cesaretli yöneticileri yaratamama problemimizi çözemedik. En güzel yıllar geçip gittiler. Atatürk dışındaki devlet adamlarımızın özgür iradeleri tartışılır. Darbelerden, genel seçimlerden, yeni kurulacak bir partiden hiç sözetmeden, başka neler yapabileceğimizi, hangi yoldan yürüyebileceğimizi belirlemeliyiz. Politik alan çoktan yozlaştı. Siyasi partiler güven ve saygılarını yitirdiler. Disiplin ve düzenleme kaçınılmaz. Somut fikirlere ve projelere çok gereksinim duyuyoruz. Daha uzun yıllar, oyunlarda, tuzaklarda figüranlık yapıp çırpınmayı kabullenemeyiz. Çünkü umutlarımız değerlidir. Bilinçli her Türk genci bu döngünün asıl nedenini merak ediyor. Üzücü olan; her geçen gün biraz daha yanına yaklaştığımız kara deliğin yapımcıları; varlığımızı korumamıza, inançlarımızı yaşamamıza, ekonomik düzenimize, hukukumuza sınırlar koyuyorlar. Anayasamız kaç kez delindi. Devlet üst kademesinin değerli insanları kaç kez komplolarla yıpratılmaya çalışıldı.

Komşularımıza dikkatle bakıyorum. Kitle imha silahları bulunduruyor bahanesiyle Irak işgali başlatıldı. İşgal öncesi yayılan iddiaların hepsi boş çıktı.

Çizilen rotaları değiştirmeye teşebbüs edenlerin, bu aykırılıkları nedeniyle susturulduğu, yine siyonist locaların talimatlarıyla, aileleriyle birlikte sefilliğe terk edildiği ya da yaşamlarının sona erdirildiği çok sayıda ülkede açıkça görüldü.

Önceleri makamında saygı gören fakat sözleşmesi biten yönetici, medyanın katkılarıyla 24 saat içinde değersiz bir çöp oluyor, aşağılanıyor. Örneğin: Romanya’da Nicolae Ceauşescu ve eşi Helena’nın makinalı tüfekle taranması televizyonlardan yayınlandı. Örneğin: Eski Başbakanlarımızdan Turgut Özal, Ortaasya Cumhuriyetleri gezisi sırasında yediği yemekten zehirlendi ve dönüşte klinikten kan tüpü yokoldu. Böylece tahlil sonuçları öğrenilemedi. Bir başka itici örnek: Irak eski lideri Saddam Hüseyin. Kafasında bit olup olmadığına, ağzındaki dişlerin sağlam olup olmadığına bakıldı canlı yayında. İki oğlunu öldürüp önüne attılar. İğrenç bir mağara dönemi uygulaması. Günahsız halkın maruz kaldığı işkencelerse yüreklerimizi parçaladı durdu haber bültenlerinde.

İslam ülkeleri aydınları ve yöneticileri, sorumluluk hissederek, temel ilahi ilkeler doğrultusunda doğrultusunda inisifiyatiflerini ve olanaklarını kullanamayacak kadar acizler. Zevklerinin kölesi olmuşlar. Londra’ya uçakla eşcinsel sevgilisini ziyarete ve kumar oynamaya giden kişiliksiz petrol şeyhlerinin zavallılıklarını gazetelerden okuduğumda rahatsız olurdum, sinirlenirdim. Yakalarına yapışmayı, öfkemi dile getirmeyi hayal ederdim.

Yalan söylemeyen, duygu sömürüsü yapmayan, dışarıdan emir ve borç almayan iktidarlar istedim hep. Olmadı. Borçlarımızdan mutlaka kurtulmak zorundayız. Gerçek özgürlüğe ulaşmamız için, diğer devletlerin bencil - vahşi politikalarını sorgulamak bir yana, kaybolan ruhlarımızı bulmalıyız önce. Ruhlarımızın çalındığının bile farkında değiliz. Uyuduk. Bizi güzel uyuttular.

Herkes eline sağlam bir fener almalı, ileriyi görmeli. Devletimizin manevi kişiliğine çok fazla saldırdılar. Keşfettiğimiz doğrular ışığında eğer mevcut kuşatmayı kıramayacaksak; yarın doğacak çocuklarımıza gücümüzün nasıl çalındığını, onurumuzun nasıl incitildiğini gözyaşlarımızla birlikte anlatmak zorunda kalabiliriz. ABD’nin dünya uluslarına öteden beri nasıl düşmanca ve ikiyüzlü davrandığını unutmamalıyız. Lozan Antlaşmasını tanımayıp dolayısıyla imzalamamasını, yıllardır PKK’ya silah ve para sağlamasını, Kürdistan dayatmasını ve Ermeni soy kırımı suçlamasını, yabancılara toprak satışındaki rolünü, çekiç güç, askerimizin başına çuval geçirme gibi olayları unutmamalıyız. Ülkeler arasındaki büyük savaşları, çatışmaları perde gerisinden yöneten onlardır. Çıkarları doğrultusunda ve diledikleri her konuda, tüm insanlığı sahte belgelerle kandırmaya çalışan yine onlardır.

Toparlanmak zorundayız, çünkü zemin hızla kayıyor. Yarınlarımız için, cılız bilgilendirmeler yerine başka özel formüller bulmalıyız. Böylece Atatürk yerinde rahat uyusun. Şehitlerimiz yerlerinde rahat uyusunlar. Kemikleri sızlamasın. Bir şeyler yapmalıyız kıyamet kopmadan.
Anlamak yetmez
Anlamak yetmez
Anlamak yetmaz

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:50


#25 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:10

KULE GÜNLÜÐÜ / Bilinen Kötülükler

Gazetelerde Türkiye’nin Irak’a girebileceğine ya da girmesi gerektiğine dair haberleri görünce üzülüyorum. Çünkü bu gibi ülkemizin güvenliğini ilgilendiren hassas konuları apar topar yazmak, sorumsuzluğun ötesinde, sakıncalıdır. İrademizle, askeri gücümüzü kullanmayı düşünsek bile, bunu davul çalar gibi, önceden duyurarak mı yapacağız ? Medyanın tavrı düşündürücü. Devletin yüce makamları dururken, onlar adına konuşmayı alışkanlık haline getiren, kafa karıştırıcı yazarları da kınıyorum. Oraya, kahve içmeye, fotoğraf çekmeye gitmeyeceğiz herhalde. Kimse: Hoş geldiniz demeyecek. Parktaki sohbetler bile daha yapıcı geçiyor, yurtsever dostlar arasında.

Bazı köşe yazarlarının; kalemlerini sattığı, halka savaş psikolojisi dayattığı bir ülkede, gerçek anlamda aydınlanma ve kalkınma nasıl yürütülebilir ? İfade özgürlüğüne sığınarak, devletin kurumlarını kışkırtıcı, akıl verici konuşmalar yapılmamalı.

Saddam Hüseyin idam edildi. Dünya televizyonları idamı, yapay bir normallik atmosferi içinde sundular ve gelecekte, kameraların istediği biçimde anımsanacak her şey. Sanki bölgenin bütün sorunları şimdi daha kolay çözülecek. Halk: ABD ve İngiltere sayesinde özgür, mutlu olacak sanki.

Cahil çobanlar bile çok merak ediyorlar: Çok sayıdaki batı ülkesinin Irak’ta silahlı güç bulundurmaya hakları var mı ? Kimden izin alarak ve neden geldiler ? Yanıtı açık: Egemenler, güçlü oldukları kadar barışçılar, her zaman Demokrasi adına çalışırlar, insanlığın yararına iş yaparlar ve insanları gerçekten çok severler. Sevdikleri için de savaşlar çıkarırlar hep.

Olaylar, yalnızca görülenlerden ibaret değil ki. Bombardımanda tahrip olan kütüphanelerde, el yazması bilimsel eserlerin hepsi kül olmuş. Evliyalar Diyarı diye anılan Bağdat, en çirkin olayların yaşandığı bir işkence merkezi olmuş. Yol geçen hanı.

Demokrasi getireceğini söyleyen ülkeler, iki komşu İran ve Irak’ın aralarında yıllarca sürdürdükleri savaşı durdurmamışlar, iki tarafa gizli yollardan silah satarak yüklü paralar kazanmışlardı. Dünyanın bir çok bölgesinde çıkardıkları çatışmalarda, masum insanların ölümlerini koltuklarından izleyenlerin yöntemleri ortada. İngiltere, geçmişte kendi geleceği için tehlike saydığı Osmanlı İmparatorluğunu içinden yıkmakla kalmıyor. Orta doğunun zavallı halklarını, küçük küçük devletçikler haline getiriyor. Plan gereği, yönetime getirilen her emir ya da kral, İngiliz efendileriyle iç içe, akraba gibi oluyor. Çoğu Arap yöneticilerin yaşamları lüks içinde geçiyor. Haremlerinde, batı hesabına ajanlık yapan çekici kadınlar eksik olmuyor. Yine İngiltere, son kalan parçanın da eritilmesi için ( Anadolu ) Yunanistan’ı kışkırtıyor. Venizelos’un, böyle acele ve ölümcül adım atmaya kandırılmasını anlamak güç. Mondros Mütarekesiyle birlikte, her an işgal bekleniyor ama bunu Yunanlıların başlatacağı akla getirilmiyor.

İzmir Sosyal Hizmetler Vakfınca, 1982’de kütüphanelerimize kazandırılan bir araştırma kitabı dikkatimi çekti. Kitabın ismi: Yunan Ege’ye Nasıl Geldi. Yazarı: Türkmen Parlak. Kitaptan Bazı Bölümler ( İşgal Bildirisinden kısa alıntı ): Müttefiklerin izniyle hareket eden hükümetimden aldığım emir gereğince, İzmir ve çevresinin işgaline başlıyorum. İşgalimizdeki amaç, mevcut kanunların en iyi korunması ve desteklenmesiyle, bütün halkın refahını sağlamaktır. Üç bin yıldan beri Yunanistan’a değişik nedenlerle bağlı bulunan bu topraklar hakkında, durumu görüşmekte olan devletlerin, bu konuda verecekleri kararlardan önce, işgal düşüncesi kesinlikle yoktu.
1. Larisa Tümeni ve İzmir İşgal Kuvvetleri Komutanı Albay Niko Zafiryos.

Mustafa Kemal diyor ki: Bizi öldürmek değil, canlı canlı mezara gömmek istiyorlar. Şimdi uçurumun kenarındayız. Ama hiç bir zaman ümitsiz olmayacağız. Hep birlikte çalışarak memleketimizi kurtaracağız.
Kitapta çarpıcı bilgiler var, geçmişin acı gerçeklerini aktarıyor. Örneğin: İngiltere hakkındaki suçlama çok ilginç:
İngiliz Yarbay İan Smith, savaş öncesi, İngiltere’nin önce İstanbul Kara Ateşeliğine, sonra da İzmir’e konsolos yardımcılığına atandı. Savaşın başlangıcında Türkiye’den ayrılan Smith, İngiliz Gizli Haber Alma Servisinin Midilli adasındaki karargahına tayin edildi. Kısa zamanda bu karargahın komutanı olan Smith, Türkiye’ye dönük toprak altı çalışmalarında başarılar sağladı. Rumların silahlandırılmasında ve baskınlar düzenlemelerinde etkili çabaları görüldü. İleriki günlerde Ege Bölgesini kana bulayacak olan Yunan milisleri bu Türk düşmanı Yarbay tarafından eğitildi, silahlandırıldı.

Mustafa Kemal, perde gerisindeki beyni çok iyi biliyordu. Kurtuluş Savaşı sonunda esir alınan Yunan Başkomutanına nazik davrandı ve Yunan bayrağı üzerinde yürümeyi reddetti. Çünkü bayrak, bir ulusu temsil eden kutsal simgedir ve savaşlar: Emperyalist ejderhaların doyumsuzluklarını gidermek üzere hazırlanan acımasız oyunlardır.

Aynı beyin, ülkemizi 2. Dünya savaşının içine sürüklemek için çok uğraşmış, fakat dönemin deneyimli devlet adamı İsmet İnönü’yü üç gün boyunca ikna edememişti. Churchill’i ( asıl mesleği: Avukat ) dinleseydik yıkıma uğrayabilirdik. Tarafsızlığı tercih ettik. Kıtlık yıllarında, zor da olsa yaşayıp bugünlere ulaştık.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:51


#26 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:11

KULE GÜNLÜÐÜ / Büyük Oyunlar

ABD Başkanı, bir açıklamasında: Saddam’ın idamı, kendini yöneten, savunan ve terörizmle mücadelede müttefik bir demokrasi olma yolundaki Irak için önemli bir kilometre taşıdır. İdam, Irak’ın ne kadar çok ilerlediğini gösteriyor. Bu ilerleme, erkek ve kadın askerlerimizin hizmeti ve özverisiyle olmuştur dedi …

Batı medyasında hep vurgulanan: Saddam’ın, terörist olduğu, halkına zulmeden ve saltanat süren bir kişi olduğudur. İnsanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle idam edilmesi yıllarca tartışılacaktır, bütün idamların hep tartışıldığı gibi.

Suç, elbette cezasız bırakılamaz ama suçlanan insanların, o suçları hangi koşullar altında işlediklerine bakmak gerekir.

İdam, savunulacak ve sevinilecek bir olay değildir. Saddam, yönetimde bulunduğu 25 yıl içinde, katı kararları, hukuka aykırı uygulamaları nedeniyle, sorumlu ve suçlu kabul edilebilir. Bunlar Irak’ın iç sorunu. Fakat koalisyon güçlerinin barbarlıkları, işkenceleri asla kabul edilemez şeyler. ABD dışında, akbabaların buluşma noktası gibi: 27 ülkeden 16.000 asker !

Bir devletin içinde, petrol bekçiliği yapması amacıyla, başka kukla devlet kurmak, oradaki ulusun onuru ve güvenliği açısından en çirkin dayatma.

Devrilen, yenik duruma düşürülen Saddam, son nefesinde: Birlik olun demiş … Öldüğünde gözleri açıkmış. Bazı gazetelerimiz: Tarihin karanlık sayfalarına gömüldü diye yazdılar. Tarih neden karanlık olsun ? Neden ? Karanlık sayfaları hazırlayanlar, sayfalara imzalarını atanlar: Londra’da, Washington’da çalışan siyah yürekli insanlar. Geçmişte Japonya’ya gönderdikleri armağan; masum insanlar için düşündükleri 2 adet atom bombası değil miydi ?

Önümüze konulan eksik bilgilerle, diktatör diye adlandırdığımız insanların yükselmelerini, iktidarda kalma nedenlerini anlayamayız.

Belgeler insanı düşündürüyor: Çünkü liderler, zeki oldukları kadar çelişki içindeler. Örneğin: Adolf Hitler ( asıl mesleği: Boyacı kalfası ). Zekası, yetenekleri keşfedildikten sonra, parti üyeliğinden tek adamlığa kadar yükseliyor. Konuşmalarıyla halkını savaşa hazırlarken, ABD’den gizlice nakit paralar alıyor. Böylece uzun savaşta kullanacağı kaliteli silahların üretimi sağlanıyor. Çünkü Hitler üzerinden yapılan hesaplar var. Avrupa çöküyor, harabeye dönüyor. Rusya’nın yarısı gidiyor ve nihayet uzaktaki ABD, milyonlarca insanın ölümünün ardından barış adına devreye giriyor.

Egemenler, Irak’ta: Yarattıkları, silahlandırdıkları bir yönetimi ortadan kaldırdılar denilebilir. Bölgedeki diğer yönetimlerin de zamanı geldiğinde silinebileceği konuşuluyor.

Diktatör diye anılan o insan, yani Saddam:
1- 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekatında jetlerimize benzin yakıtı koyarak komşuluğunu gösterdi.
2- Turgut Özal Hükümeti döneminde, Körfez Krizi ortaya çıkınca, yardımcısını ülkemize göndererek: Komşuyuz, birbirimize saygılıyız. Lütfen tezgahlanan olaylar konusunda tarafsız kalmanızı bekliyoruz dedi. İhtiyacınız olan petrolü her zaman çok ucuza, hatta karşılıksız verelim dedi ( dinlemedik, duymak istemedik daha doğrusu ). 3- İncirlik’ten kalkan uçaklar Bağdat’a bombalarını boşaltırlarken, Irak bize karşı füze fırlatmayı düşünmedi. ( Türkiye dışında; İsrail’e, Kuveyt’e, Suudi Arabistan’a ve İran’a fırlatıldı ).

Komşumuzla ilgili dedikodu yapmak hoşumuza gidiyor belki ama güneşli bir gün aynada kendimize bakalım: Asılan, vurulan, vurulmak istenen, tartaklanan Başbakanlarımız oldu geçmişte. İdamlar, işkenceler, komplolar bizde de çok yaşandı.

Asıl Diktatörler: Darbelerle, savaşlarla halklara acılar çektiren ve İlahi Güçlerden vekalet almış gibi davranarak, ulusların yaşamlarına müdahale eden Emperyalist zihniyetlerdir. Nereye bakıyoruz, nelerle uğraşıyoruz …?

Umarım aklımız yerindedir. Televizyonlardan çıkan rüzgarlar, bizleri alıp bir yerlere götürdüğüne göre: Oldukça hafiflik kazanmışız …

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:52


#27 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:13

KULE GÜNLÜÐÜ / Psikopatlık

Geçen yıl, korsan bir sitede yaşadığım olayı paylaşmak istiyorum.
Tepkilerimi aşağıdaki mesajımla ifade ettiğimde topluca özür dilemişlerdi.
Mesajım aynen şöyleydi:

Sayın site yönetimine ve üyelere:
Efendim, sitenizin Serbest Kürsü bölümünde görülen: Kule Günlüğü tıklandığında ekranda açılan yazıların yazarı benim. Emeğim, üretimim olan o yazıları, izin alma gereği duymadan yayınlayan, rumuzla Kuşadası’ndan katıldığını belirten, bayan arkadaşın ( bilerek ya da bilmeyerek, fark etmez ), kaynağını belirtmeksizin topluma sunması, bütünüyle bana ait olan eserlerin telif haklarının açık biçimde çiğnenmesi demek oluyor.

Yazılarımın sonuna hep eklediğim: Copyright Tyrannos Edebi Ürünler cümlesini silip kafasına göre yayınlaması, saygısızlığın ötesinde, yasalara göre suç kapsamına giriyor. Kendisini uyarmak isterim. Sanatçıya değer vermeyi başaramadığı ortada. Utanma eksikliğinden doğan bu sorumsuzluğunu kınıyorum.

Paylaşımı seven, dostlukları önemseyen insanım. Elbette eserlerimin okunmasından mutluluk duyarım. Fakat bu iradeyi: Bana ait şeylerle, benim adıma, başkaları kullanamaz. Bilmem anlatabildim mi ? Anlayacağınızı umarım.

Kişilere, kuruluşlara normal posta ya da mail yoluyla yazdıklarımı ulaştırmam, yalnızca okunmasını istediğim içindir. Yani onlara: Bu ürünlerimi alıp dilediğiniz yerde kullanabilirsiniz diye sunmuyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız dahil olmak üzere, yıllardır iletişimde bulunduğum tüm kültür - sanat dostları için geçerli.

Bazı sitelerden aldığım davetleri kıramıyorum. TV programlarına asla katılmak istemiyorum. 25 yıldır edebiyat dünyasında güzel paylaşımlarla birlikte, çirkin diyebileceğim olaylar da yaşadım.

Konuyu toparlarsam: Lokantadan aldığınız yemeği, ben pişirdim buyrun diye misafirinize sunarsanız ancak kendinizi kandırmış olursunuz. Doğada beğendiğiniz fakat sizin olmayan bir toprak parçasına küçük bir kulübe yaparsanız ( gelecekte nasıl tepki alabileceğinizi hesaba katmadan ), günün birinde makina gelir, yıkar. Çünkü o arazinin tapusu, başkasına aittir. Davranışınızın açıklaması: Bencillik, cahillik olabilir. Kazanılmışı kazanmaya çalıştığınız için, el koyduğunuzu pazarlamaya çalıştığınız için zor durumda kalırsınız. Bulduğunuz herhangi bir şeyin üzerinde, isim, ipucu yazmasa bile sonuçta o sizin değildir.

Bir çocuk, sadece bir kez doğar. Benim üretimlerim; benim çocuklarım. Yazarken acıyı hisseden benim. Amacı ne olursa olsun, uygulamanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyorum. Kopyacılık, insanı geriye götüren bir zayıflıktır. Hanımefendi derlemeyi seviyor olabilir, açtığı kendi sayfasında, bana ait yazılarla okuyuculardan güzel yorumlar, iltifat tarzı sözler bekliyor olabilir. Yazılarımı nereden alıp monte ettiğini merak etmiyorum. Lütfen başlıklarını ekleyerek, altlarına ismimi yazınız. Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim ediniz. 10 gün içinde bu düzeltmeyi mutlaka yapınız.

Arkadaşlar, bakınız size arkadaşlar diyorum, ben yazarlığı güç koşullar altında sürdürüyorum ve kalemimin incitildiği durumlarda çok katı olabilirim. Biliniz ki, şahsıma ya da emeğime saygısızlıkta bulunan kişi, Hakkari’nin köyünde de olsa 24 saat içinde kesinlikle bulurum, buldururum. Nezaketi bırakırım, çok ağır konuşurum ve altında ezilir.

Beş yıl önce önce, Ankara’da oturan, yüksekokul öğrencisi bir kızın ailesi ziyaretime geldi, yalvardılar. Çünkü bilinçli yaptıkları kurnazlıkla, bir yarışmadan ödül bile almışlardı. Üstelik maddi durumları çok iyi, saygın insanlar. Çalıntı duygularla nereye kadar ? Dava açabilirdim. Okulundaki felsefe öğretmeninin ısrarla araya girmesiyle vazgeçtim.

Bilgilerinize sunmak istedim
Her şeyi şiir tadında ama rol yapmadan yaşayınız. İkinci kez uyarmayacağım

Saygı Eksikliği En Temel Suçtur.
Çünkü Bir Çok Suça Kaynaklık Eder … Edward de Bono

Kanunu Bilmemek Mazeret Sayılmaz … Türk Ceza Kanunu 44 Md .


5846 SAYILI FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU

MADDE 8 - Bir eserin sahibi onu meydana getirendir.
MADDE 13 - Fikir ve sanat eserleri üzerinde sahiplerinin mali ve manevi menfaatleri bu kanun dairesinde himaye görür.
Eser sahibine tanınan hak ve salahiyetler eserin bütününe ve parçalarına şamildir.
MADDE 14 - Bir eserin umuma arz edilip edilmemesini, yayınlanma zamanını ve tarzını münhasıran eser sahibi tayin eder.
MADDE 15 - Eseri, sahibinin adı veya müstear adı ile yahut adsız olarak, umuma arz etme veya yayınlama hususunda karar vermek salahiyeti münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 22 - Bir eserin aslını veya kopyalarını, herhangi bir şekil veya yöntemle, tamamen veya kısmen, doğrudan veya dolaylı, geçici veya sürekli olarak çoğaltma hakkı münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 23 - Bir eserin aslını veya çoğaltılmış nüshalarını, ödünç vermek, satışa çıkarmak veya diğer yollarla dağıtmak hakkı münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 69 - Maddi veya manevi haklarında tecavüz tehlikesine maruz kalan eser sahibi muhtemel tecavüzün önlenmesini dava edebilir.
MADDE 70 - Manevi hakları haleldar edilen kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat ödenmesi için dava açabilir. Mahkeme, bu para yerine veya bunlara ek olarak başka bir manevi tazminat şekline de hükmedebilir.
MADDE 71 - Alenileşmiş olsun veya olmasın, eser sahibi veya halefinin yazılı izni olmadan bir eseri umuma arz eden veya yayınlayan, sahip veya halefinin yazılı izni olmadan, bir esere veya çoğaltılmış nüshalarına ad koyan, başkasının eserini kendi eseri olarak gösteren veya 15’inci maddenin ikinci fıkrası hükmüne aykırı hareket eden, eser sahibinin yazılı izni olmaksızın bir eseri değiştiren ( Ek : 21 / 2 / 2001 - 4630 / 26 Md . )
Kişiler hakkında 4 yıldan 6 yıla kadar hapis ve 50.000 YTL ’den 150.000 YTL ’ye kadar ağır para cezasına hükmolunur.
( Değişik: 21 / 2 / 2001 - 4630 / 26 Md . )

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:54


#28 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:15

KULE GÜNLÜÐÜ / Arşivden Seçmeler

TANRI

Her şeyin
kaynağı, yaratıcısı ve denetimcisi olarak
kendi doğal güzelliğinin yansımalarını, uzantılarını izlemek üzere
evrenlerin oluşumunu diledi.

Gezegenin birinde ölümlü varlıklar yaratmaya karar verdi.

Kararından önceki uzun sessizlikte
yalnızlığını hissetti
iradesini kullandı.

Bing Bang
giriş müziği oldu en güzel şiirinin.

Sınırlı insan hafızasını
sınırlarda donduracak bir konu …


Hüseyin EVCİL

DÜŞÜNME ZORUNLULUÐU

Düşünen insanın en belirgin özellikleri :
1- İçinde bulunduğu toplumu ve dünyayı, geçmişini, kendi varlığını tanımaya çalışmasıdır.
2- Kavrayabildiği özel bilgilerle varlığını güven içinde sürdürebilmesidir.

Ülkelerin de yazgıları oluyor ne yazık ki. Zayıflayıp çöktüğü dönemler oluyor. Belgelerden kolayca anlaşılıyor ki; düşünmeyen, okumayan, yazmayan topluluklar tarih boyunca hiçbir güce sahip olamamışlar. Sonunda köleliği kabullenmişler ya da yok olmuşlar. Düşünce ürünleri, zaman içinde uygar olmanın da ötesinde, insan olmanın vazgeçilmez gereksinimi haline gelmiş.

Yaşam öykülerini incelediğimde, göz kamaştırıcı titreşimler gönderen bütün düşünce adamlarının, toplumları aydınlattıklarını görebiliyorum. Geçmişte yazdıkları eserlerin: Kadife bir yansıma, hırçın bir işaret fişeği, zihnimi delen bir ok yerine geçtiklerini itirafa zorlanıyorum.

Şair, bilim adamı, devlet adamı gibi nitelikleri üzerinde toplayan ve 1749 - 1832 yılları arasında Almanya’da yaşamış Goethe’nin özlü sözleri bulunmakta. Anlamları açısından gerçekten tartışılmaz sözler. Düşündürmenin yanı sıra, insanın felsefe konularına ilgisini anında alevlendiriyor ve kendi araştırmalarında insana yol gösteriyor.

Savunmalar uydurarak, günümüz yaşam koşullarına ve ilerleyen teknolojiye sığınarak, felsefeden, romantizmden sürekli uzak kalmamız mümkün değil. Çünkü tembelliğe dayalı kaçışların da bir sonu gelecek ve o son noktada doğa, duyarlı her insanı mutlaka hırpalayacak. Zekasını, yeteneklerini geliştirmesi gerektiğini hatırlatacak …

Zaman ve mekan içinde, bu iki işkence kuyusunda üretmeye, mutlu olmaya uğraşıyor insan. Yerine göre mutsuzluğuna isyan ediyor, yerine göre birkaç kez ölüp diriliyor. Böylece yaşama ve yaşatma savaşı sürüp gidiyor.

Goethe’yi izlemeliyiz. Hoş, keyifli. İlk anda karamsar gibi gelse de, değil. Gerçeğin kendisi.

- Kişi nasılsa, tanrısı da öyledir.
- Büyük ruhlar hem geçmişte, hem de gelecekte yaşamak zorundadır.
- İnsanın evrende ulaşabileceği en yüksek şey, hayret etmektir ve eğer yakaladığı görüntü onu şaşırtıyorsa, memnun olmalıdır. Ona daha yüksek bir şey nasip olmaz ve bunun arkasında bir şey aramamalıdır. Çünkü sınır burasıdır.
- Yaşam yolunun sırlarını kimse açıklayamaz. Her yolcunun tökezlemesi gereken taşlar vardır.
- Dünyada aslında hep vedalaşma vardır.
- Bütün insanlar umutlarında yanılır, beklentilerinde aldanır.
- İnsan hayata yaranmaya çalışır, ama hayat ona yaranmaya çalışmaz.
- Yaşlandıkça hayatımı hep eksikliklerle dolu görüyorum, oysa başkaları onu bir bütün sayıp zevk alma eğilimindeler.
- Kendimi tanırsam hemen kaçmam gerekir.
- Yaşamak demek, karşı koymak demektir.
- Bir insanın hayatı onun karakteridir.
- Yanlış bir adım, insanı zirveden aşağı yuvarlar.
- İsa bir daha gelmiş olsaydı, onu ikinci kez çarmıha gererlerdi.
- Duyular aldatmaz, aldatan hükümdür.
- İnsan konuşacaksa, söyleyecek bir şeyi olmalı.
- Kadın arkadaşlar iki sınıfa ayrılırlar: Uzaktan etkisi sürenler ve yanımızdayken bir şey ifade edenler.
- En güzel etki, iki benzer ruhun birbirine yaptığı etkidir.
- Yalnız sevdiğimiz kimseden öğrenebiliriz.
- Aşk ve yoksulluk en iyi öğretmenlerdir.


Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:54


#29 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:17

KULE GÜNLÜÐÜ / Sigara Molası

Yazmak
nefes alıp vermek kadar doğal aslında.
İnsanı alt üst eden duyguları susturmak güç.
Yaşamın gerçekleri
yalnızca düşündürmüyor
acı tohumlar bırakıyor insanın kucağına .

Soğuk günlerden sonra yeni mevsimin etkisindeyim. Güzellik ve ilham dolu ağaçlara bakıyorum. Sen çöllerinde, ben çöllerimde. Başım dönüyor.

Bulutların buluşmasını izliyorum. Gözlerinden gözlerime süzülen koyu bir hüzün ve hızla çoğalan sabah ışımaları gibi ruhumu kaplayan yalnızlık. Tırmanabildiğim dağlara işaretler bıraktığım için kendimi kendimle ödüllendirmek istiyorum.

Ağlamadan uçabilen, doğadaki yolunu sorgulayan bir insanın; hayatın gerçek amacını, evrenleri doğuran büyük patlamanın gerekliliğini, beyninin tamamını neden çalıştıramadığını, hayatın neden şiir gibi yaşanmadığını çözmesi mümkün değil. Hayatın dayanaklarını, çıkış noktalarını algılaması mümkün değil. Fakat insanda üretim ve gelişme zorunlu.

Eksiklerim nedeniyle üzülüyorum. Okumam gereken kitaplar, tanımam gereken insanlar, kuluçkada gibi kafamda dizilen, henüz filizlenmemiş kompozisyonlar. Zamanından önce saygısızca ortaya çıkıyorlar: Bir odayı boğan fazla mobilyalar, bir tahtayı inciten fazla çiviler gibi.

Şair Ahmet Telli: Su Çürüdü diyor. Çok keskin bir saptama. Değerlerde yozlaşma yaşandığını vurgulamak istediğini sanıyorum. Kendisine soramadım. Nazım Hikmet’de diyor ki: En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız. En güzel çocuk henüz büyümedi.

İnsan denen varlık: Doğanın baskısında ve kendi anatomisinin uygulayıcısı. Tüm canlılar sürüngen. Olanakları iyi değerlendirerek zamandan intikam almak mümkün. Felsefede geçiyor; Ruhum mümkün olanı tüket demiş bir düşünür. Yolumda ışık olacak doğru bilgilerin ortalıkta fazla görünmediklerini biliyorum. Yaşayarak öğrenmek, başkalarından dinlemekten ve kitaplardan okumaktan daha yararlı. Gece bastırdığında uç hayallerim de canlanıyor. Bin yıl uyumalı, sonra uyanmalı. Tehlikeli elbette. Sevdiğin hiç bir şey kalmamış ortada, bütün sistemler değişmiş.

Uzmanlara göre; uyumanın başlıca fonksiyonu, yorgun kasları dinlendirmekten çok, düş görmeyi sağlamakmış
( bilinçaltının rahatlatılması olayı ).

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:55


#30 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:21

KULE GÜNLÜÐÜ / Arşivden Seçmeler

GECE MÜZİÐİ

Gün ağardı

pencereler açık
rüzgar, az gelişmiş canlı gibi saldırgan

doğru ve derin nefesler alarak düşünmeyi sürdürüyorum

şimdi her şeyi anladım diyebileceğim bir varış noktasının yokluğu
sıkıntı verici

rahatsız edici şeyler yine olacak
sorularım yine yanıtsız kalacak

dünya kalemin ucunda ama
yalnızlık hala yörüngede, çırılçıplak .

SAF IŞIK

Güneş çok güzel
meleklerin arasında
güzelliğini kaybetmek gibi bir kaygı taşımıyor
okşadığında
ne kadar da berraklaşıyor her şey
anında fark ediliyor dağların doğru sularda yüzmesi .

YOLCULUK

Gülümseyen mor bulutların altındayım

kemirgenler ülkesinde bir çalkantı

sabahlar, akşamlar nereye gidiyorlar
soramıyorum ?

üzerimde bir tuhaflık
kırık dökük yürüyorum .

ÜÇ BEYAZ AÐAÇ

ağaçlar çok mutlu olmalılar
öfkeli oduncuların egemenliğinde
ağaç olarak kalabilmişler
gölgelerinde çözmüşler gökyüzü yangınlarını

karmaşaları izlerken
özgürce düşünüp toprağı terletmişler
soğuk geceler uzağında ezilmiş onların

ağaçlar da ağaç
zaman tutsağı değil
yalnızlığım uyanıyor
yapraklarına dökülüyorum
uçarken yolumu uzatıyorum bu anıtlar üzerinden
yeniden doğuyorum böylece .

YANIK KOKUSU

Gün beklerken
dün çıktı yumurtalardan
taş kitaplar yazamadım

sonbahar bitkin
parçalandım işe yaramadı
öldüm işe yaramadı
yıldızlarım doğdu
kara deliklerden habersiz

işkencelerde mavi mutluluk bitkileri
koşarken uçmak
yaşarken sevmek

loş ışıklarda çocukluğumla kucaklaştım
sabahlar soyulmadan
izin verdim kaçmasına
kalın giysi gibi taşıyamaz kirli havaları
taşıyamaz

ormanlar soğuk bugün
ölülerse unutkan
yağmurlu içkiler içiliyor
inanılmaz acıklı kıvrımlarında yaşamın
her yer yanıyor
her yer .

UYARI

Sen
sensin
ben değilsin ki
düşündüklerimi düşün
hissettiklerimi hisset .

yorgunsun

unutma
tökezlersen
asla toparlanmana izin vermeyecekler .


Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

Şiirler izinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
TEŞEKKÜR EDERİM

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:56


#31 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:22

KULE GÜNLÜÐÜ / Yıkımcılar

Tarihe baktığımızda: Güç gösterilerini seven, yağmacılığı seven ve şiddeti çok benimseyen devletler ya da yönetimler görebiliriz. Roma İmparatorluğu, Moğollar, Persler, Naziler gibi.

Bugün dünya liderliğini elinde bulunduran Amerika’nın bütün uluslar arası kuralları bir tarafa iterek girdiği Irak’ta neler yaptığını biliyoruz. Masum insanların öldürülmesi bir yana, çok sayıda arkeolojik eser ve tarihi el yazması kitaplar çalınmış, yanmış durumda. Bombalardan tesadüfen kurtulan eserler, bu kez de yağmacıların elinden kurtulamamışlar.

Amerikan güçleri Bağdat’ta, öncelikle petrol ve içişleri bakanlığını kontrol altına almışlar, ülkenin diğer kurumlarının tahrip edilmesine, talan edilmesine göz yummuşlardı. Irak için: Bu ülkeye barış, demokrasi ve uygarlık getireceğiz diyorlardı televizyonlardan. Sanki onların görevi. Sanki onların sorumluluğu.

Irak Milli Müzesinde, uygarlığın beşiği kabul edilen Mezopotamya dönemlerine ait yaklaşık 150 bin değerli eserin çoğu kayıp, kalanlar da kırık dökük durumdaymış. Milli Kütüphanede: Aralarında Osmanlı dönemine ait eserlerin de bulunduğu binlerce el yazması yok olmuş. Bunların zaman içinde, kademeli olarak British Museum’a aktarılacağı sanılıyormuş. Aynı müzenin daha önce Irak’tan çalındığı kanıtlanan bazı eserleri geri vermeyi reddettiğini gazetelerden okumuştum.

Bir devletin kültürünü yağmalamak, yazılı bilgilerini imha ederek tarihsizleştirmek, büyük vahşet örneği. Irak Tarihi Eserler Kurulu Araştırma Direktörü Donny George diyor ki: Bağdat Müzesinde olup bitenler yüzyılın suçudur. İnsanlığın ortak mirası kısa süre içinde talan edildi. Fuzuli’nin meşhur Leyla ile Mecnun eserinin ilk baskılarından biri de kaybolmuş …

Sanat eserleri, bir halkın, bir toplumun zekasını, yeteneğini ve dolayısıyla gururunu temsil eder. Kültür varlıklarının, askeri hedef olmalarının bir yığın acı örneği var. 1990 yılında, Bosna kenti karışıklık yaşarken, Sırp güçleri top ateşiyle 600 yıllık tarihi kütüphane binasını hedef almışlardı.

Irak’ta görev yapan ABD askerlerinin, yanlarında savaş hatırası şeyler götürmeleri yasaklanmış ( bu yasak kağıt üzerinde kalabilir ). Askerler saplantı derecesinde: Irak kentlerinden söktükleri cadde ve sokak tabelalarını, trafik levhalarını, Irak ordusu üniformalarını, Saddam motifli otomatik silahları, kendi savaş gemilerine taşımaya çalışıyorlarmış. Fakat ilke olarak, subay ve diplomatların bavulları, çantaları aranmayacakmış. Belki de bu çantalarda: Kaybolan Hamurabi Kanunları, 4500 yıllık heykeller, büstler, vazolar taşınacak. Neden olmasın ?

Irak’ta yıkılan camilerin, tarihi binaların ne zaman, nasıl onarılacağı henüz bilinmiyor. Bizim Kültür Bakanlığımızın verdiği bilgilere göre: Orada 167 adet Osmanlı eseri varmış ( bina olarak ).

Amerika’nın sunacağı, yeniden imar planı çerçevesinde, Bağdat’a cam ve çelikten modern alışveriş merkezleri yapılması düşünülüyormuş. Bu arada kaçırılan tarihi eserlerin Berlin’de, New York’ta, Londra’da ortaya çıkması bekleniyormuş.

Dünyada güvenilen tek kurum olarak bilinen fakat güvenilirliği hep tartışılan Birleşmiş Milletler Örgütü, 26 Kasım 1968 ’de oy birliğiyle bir karar almış ( bütün dünyayı bağlayan, uluslar arası Nürenberg Suçları Anlaşması ). Anlaşmanın içinde: İnsanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve kültürel soykırım var. Bugün yağma suçu işleyenlerin yargılanmalarını beklemek biraz iyimserlik olur.

Uygarlığın beşiği, uygar olmayanlarca bataklığa dönüştürüldü. En eski yazılar, en eski yasalar, en eski meclisler, en eski devletler o topraklardan çıkmış. Uygarlığın en eski kalıntıları da böylece çağdaş dinozorların ayakları altında kaldı.

Savaş başladığında, kimi yerli - cahil insanlar da, Saddam Hüseyin’in konutlarına dalıp göbek attılar, hasar gören resmi kurumlardan bilgisayar kasaları, döner koltuklar alıp götürdüler evlerine. Gülüyorlardı ağlanacak hallerine. Oysa birileri onların geleceklerini çalıyordu.

Geçmişe bakıldığında: Utanç belgeleri bütün sevimsizliğiyle insanı tırmalıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya tarafından gerçekleştirilen cinayetlerin genellikle birkaç fanatik Nazi Kurmayının eseri olduğuna inanılıyordu. Nürenberg duruşmalarının tutanakları: Sadece Krupp ve I.G. Farben adlı kimya devleri değil, dışarıdan çok insancıl ve kendi halinde bir beyefendi gibi görünen iş adamlarının ve birçok girişim sahibinin de, dönemin iğrenç işlerine katılmış olduklarını ortaya koydu. Ölüm odalarını kurmak ve öldürücü mavi kristal siparişlerini alabilmek için, iş adamları arasında müthiş bir rekabet oluşmuş. Polonya’nın işgalinden sonra kurulan Auschwitz’deki krematoryum ( insan yakma fırını ) ihalesini, ısıtma cihazları üreten I.A. Topf ve oğulları adında bir firma kazanmış.

Alman özel girişimcileri, en iyi malzemeyle ve en iyi işçilikle geceli gündüzlü çalışıyorlar, yine de cesetlerin yakıldığı kampların taleplerine yetişemiyorlarmış. Auschwitz’de 24 saatte 6.000 cesedin yakılması gerekiyor. 1943 yılı yaz mevsiminde, 40 gün içinde bu kampta yaklaşık 300.000 Macaristan Yahudisi öldürülmüş. Gaz odalarından beklenen hız ve verim alınamadığında, Einsatzkommando denilen yöntemle toplu halde kurşuna dizme işlemi uygulanmış. Öldürülenler önce kazılan çukurlara dolduruluyor, sonra benzin dökülerek yakılıyor, sonra da üstlerinden buldozer geçiriliyormuş.

Cesetler yakılıyor ama dişlerden toplanan altınlar eritiliyor ve diğer değerli eşyalarla birlikte Reichsbank’a gönderiliyor. Banka gizli bir anlaşma gereği, Naziler adına bunları saklıyor. Yağma malları arasında, yalnızca dişlerden çıkarılan altınlar değil, bilezikler, yüzükler, altın saatler, küpeler, altın gözlük çerçeveleri de bulunuyor. Çünkü Yahudilere, yeni yerleşim bölgelerine giderlerken, değerli eşyalarını da yanlarına almaları söyleniyor. Böylece Reichsbank’ta, dağ gibi mücevher, elmas, gümüş ve tomar tomar paralar birikiyor.

Kamplarda acımasızca öldürülen ya da ölüme terkedilen insanlar şunlar: Aydınlar, yurtseverler, katolikler, merkezciler, yahudiler, sosyal demokratlar, komünistler, Hitler’le çatışan bilim adamları, direnişçiler, fiziksel - zihinsel engelliler ve savaş esirleri.

Adolf Hitler’in ideolojisi insanlığı ikiye ayırıyor: Üstün ırklar ve aşağı ırklar. Hitler, eşine güç rastlanan iktidar hırsıyla yanıp tutuşan bir diktatör ve karmaşık bir kişiliği var. Yok etmeyi seviyor. Demokrasiyi olduğu kadar halk kitlelerini de aşağılıyor, hor görüyor. Genel seçimleri askıya alıyor. Çünkü gereksiz olduğunu düşünüyor. Diyor ki konuşmalarında: Parlamenter demokrasi, devletin çalışmasını engelleyen bir siyasal düzendir. Hukuk bir araçtır. Hukukun asla bir değeri yoktur. Bu nedenle hukuka saygı da, burjuva liberalizminin modası geçmiş hurafelerinden biridir. Çoğunluk, cehaleti değil, aynı zamanda korkaklığı da yansıtır. Yüz budala, bir akıllı insana eşit tutulamaz. Savaş zorunludur. Çünkü insanlık sürekli bir mücadele içinde büyüyebilir ve ilerleyebilir. Sürekli barış insanlığın mezarını hazırlar.

Bu sözler, kaba - otoriter bir gücü ve yağmacı bir zihniyeti anlamamıza yardımcı oluyor. Demokratik kurumlar, bireysel özgürlük ve insani değerler itilip, dışlanıyor. Tıpkı günümüzde Amerika’nın geri kalmış ülkelerde uyguladığı gibi.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:57


#32 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:24

KULE GÜNLÜÐÜ / Duraklama Devri

Ülkemizin problemleri sadece bir iki konuyla sınırlı değil. Bugün her alanda, çözümü daha da zorlaşan olumsuzluklar görülüyor. Az gelişmişlik, üretimsizlik, tüketim çılgınlığı, aile yapısında çatlamalar, işsizlik ve yoksulluk katlanmış durumda. Çeteleşmeler, yolsuzluklar önlenemiyor. Terör zaten önlenemiyor.

Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, 5 Kasım 1925 ’te Ankara Hukuk Mektebinin açılışında konuşurken şöyle diyor: En büyük ve en sinsi düşman, çürümüş hukuk ve dermansız izleyicilerdir. Atatürk’ün yine 1934 yılında söylediği: Uysal halk kitlesi, yanlış ve köstekleyici alışkanlıklar sonucu bir takım güçlerin tekelci vesayeti altına sürüklenebiliyorsa, bu kitle adına ulusal iradeyi temsil eden aydınlar harekete geçerler. Çünkü temel amaç, Türk ulusunun bağımsızlığı ve halkın mutluluğudur.

Yurtsever insanların hiç uyumaması gereken bir döneme girdik. Çünkü geldiğimiz nokta, uçurumun kenarı. Küresel canavarların çemberinde bekliyoruz. Egemenler, çizdikleri yeni dünya haritalarının kabulü için uğraşıyorlar.

12 Ocak 2007 tarihli bir gazetenin ön sayfasında: Dışişleri Bakanlığımızın görüşleri dikkatimi çekti. Haberde şöyle deniyor: Türkiye’nin birinci sorunu, Türkiye’ye yönelik en büyük tehdit: Hiç kuşkusuz ve tartışmasız Irak’tır. Bütün bölgeyi etkileyecek çok önemli gelişmeler oluyor. Bu gelişmelerin büyük bölümü kontrolsüz. Amerika orada olanları anlamakta zorlandı. Neyse ki şimdi bizim söylediklerimize daha fazla kulak asmaya, bizi daha çok dinlemeye başladılar. Orada neler olacağı çok önemli. Büyük sorunlar doğabilir. Türkiye sınır problemleri yaşayabilir. Bunları dünya yaşadı. Bir sabah kalktılar ki, sınırları değişmiş. Sürekli bu meseleyi ele alıyoruz.

Amerika’nın, bizim ya da başkalarının düşünceleriyle değil, yalnızca kendi planları doğrultusunda hareket ettiğini yeryüzünde bilmeyen kalmadı. Uzaydaki uydulardan her şeyi duyanların, her şeyi görenlerin bizim bu gibi küçük yorumlarımızı ciddiye almalarını düşünemeyiz. Sınırların değiştirilmesi dışarıda çok konuşulur oldu. Yaklaşan tehlikeyi içimizde tekrarlamak yerine, acilen tedbirlerimizi almalıyız. Fakat biz her dönemde, emperyalizmin tuzaklarına düşmüş, barış maskesi takanların dostluğuna inanmış, onların sevmediklerini sevmemiş, çağrıldığımız yere koşarak gitmiş insanlarız. Dedelerimizin kemiklerini çok sızlattık.

Atatürk, 24 Ekim 1919’da Sivas’tan Ankara’ya gelirken Kırşehir’lilere, kuruluşuna çok önem, çok emek verdiği meclis konusunda görüşlerini açıklıyor. Diyor ki: Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun hayatına giderilmesi mümkün olmayan zararlar verebilir.

Ulusların parçalanmalarıyla, sınırlarının değiştirilmesiyle ilgili yapılan açıklamalar moral bozucu. Buralarda neler yapmak istediğini yıllar öncesinden söyledi. Sadece söylemekle kalmadı, saygısız eylemlerde bulundu. Çekiç Gücün denetimiyle, Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgemizin her milimetre karesini kendi bilgisayarlarına aktardılar. PKK’yı destekleyip yaşattılar, daha da yaşatabilirler. 31 Mayıs 1999 yılında yargılanan, batılı ülkeler tarafından kullanıldığını itiraf eden Öcalan ilk duruşmada: Türkiye’de, 1993 yılından bu yana, 1925 yılında başlatılan süreç gündemdedir. Bugünkü durum Musul ve Kerkük’ün kaybedildiği 1925 ’ten daha tehlikeli ve derindir dedi.

Atatürk’ü arıyoruz. Toplumsal yaşamımızda eskimiş şeyleri söküp atmış, kendi gücümüze dayanarak gelişmeyi benimsemiş, kalkınmamız için dış sermaye, dış finans kurumları ile işbirliğinden özellikle kaçınmıştı. Fakat ölümünden sonra gelen bütün yöneticiler, ne yazık ki dış desteği kurtuluş sayan, ulusal çıkarlarımızdan ödünler veren, yaptıkları işlerin doğruluğuna inanan ve halkı da inandırmaya çalışan insanlar oldular.

Kredi denilen şey: Paranın, ağır koşullara bağlı biçimde aktarıldığı ve üzerinde nerede, nasıl kullanılacağı yazılı bir mesajdır ( yangının benzinle söndürülmesi yöntemi ).

Dün cephelerde çarpışarak geri aldığımız topraklarımızın, yabancılara tapu karşılığı satılması da tartışılacak önemli konulardan biri.

Şair Hüseyin Evcil
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:58


#33 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:25

KULE GÜNLÜÐÜ / Yerdeki Işıklar

Her insan, aydınlanmayla ilgili, kişisel ifade biçimleri, özgün anlayışlar ortaya koyabilir. Çünkü her insan, değişik etkiler altında, değişik boyutlardaki pencerelerden bakıyor. Görüyor ya da göremiyor.

Kimileri, derin kuyunun içinde mutlu olduğunu sanıyor ve o bulunduğu noktayı aydınlanmış kabul ediyor. Kimileri, gelen ışıktan çok rahatsız. Kimileri, aydın kimliği altında vatan hainliği yapıyor. Kalemini satanlar, geçmişine tecavüz edenler, maddi kazançlar uğruna ruhunu terk edenler.

Yukarıdan bakmayı seven, çevresindeki yoksulları görmezden gelip sürekli ülkenin yoksulluğunu anlatmaktan hoşlanan, makyajlı, klasik ezbercilere tanık oluyoruz zaman zaman. Devletin hastalıklarını, toplumun kurtuluşunu, içki masalarında, müzik eşliğinde belirlemeyi seviyorlar. Farklılık kabul ediyorlar bu alışkanlıklarını.

Bir kandırmacadır gidiyor, büyük güneşi izlemek adına.
Duyarlı insanlara da üzülmek düşüyor.

AYDIN İNSAN KİME DENİR ( özetle )

Doğmatik duygulardan kurtulmuş ya da kalıtsal olarak bu yapıda olmayan,
kendisi uygulasa da uygulamasa da yeniliklere açık olan,
bir sorunun nedenlerini araştıran,
bilgi toplayan,
öğrendiklerini çevresine yaymaya çalışan,
düşüncelerini her koşulda özgürce savunan,
baskıcı ve çıkarcı idari sistemlere uygarca ve cesurca karşı koyabilen,
erdemlerden yoksun egemen güçlere direnebilen,
toplumun çıkarları için kendi çıkarlarından ödün verebilen,
keşfettiği kaynaklardan edindiği bilgilerle doğru varsayımlar oluşturarak yargıda bulunabilen,
yeni bilgilerin ışığında, kazanmış olduğu eski ya da yanlış düşüncelerini, tavırlarını değiştirebilen,
insanların psikolojik özelliklerine, iç dünyalarına, duygularına ve özel yaşam biçimlerine hoşgörülü yaklaşabilen,
doğadaki tüm varlıkların fiziksel ve ruhsal alanlarını incitmeksizin onlarla sıcak diyaloglar kurabilen insan: Aydındır.


TYRANNOS Edebi Ürünler

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:58


#34 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:26

KULE GÜNLÜÐÜ / Süleyman Demirel in Geçmişteki Sözleri
Eski Cumhurbaşkanı ve Politikacı

- Türkiye bir hukuk devletidir. Kanunlar neyi emrediyorsa, gereği yapılır.
Binaenaleyh, vicdanı hür hakimlerimiz - savcılarımız vardır. Suç işleyen eninde sonunda cezasını bulacaktır.
Binaenaleyh, kimsenin kimseye karşı bir imtiyazı söz konusu edilemez.
- Bana, sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz
( gazetecilerin ısrarlı soruları karşısında )
- Bir enkaz devraldık.
- Hiç kimse, devletin kör bir kuruşu için bile bana hesap soramaz.
- Sayın Ecevit petrolü bıraktı da biz içtik mi ?
- O direkleri siz mi diktiniz, o telleri siz mi çektiniz ? GAP’ı gaptırmam arkadaş.
- İndireceğiz, hesap soracağız, hesap ...
( dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ’ı kastederek )
- Güçlü Türkiye, kendi ayakları üzerinde durabilen Türkiye mutlaka yaratılacaktır.
- Herkesin iki anahtarı olacak.
- Benim çiftçim, benim köylüm …
- Dün dündür, bugün bugündür.
- O konulara girmem, şapkamı alır, kır atıma biner giderim.
- Kendim için bir şey istiyorsam namerdim.
- Var mı başka izah tarzı ?
- Yollar yürümekle aşınmaz .
Binaenaleyh, Türk insanı yol almıştır.
- Milli gelirimiz, kanal sayımız artmıştır.
- Ferah, hür ve aydınlık Türkiye için hepimiz el birliğiyle omuz omuza olmalıyız .

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:59


#35 IssIz

IssIz

    Dağ Dikeni

  • Üyeler
  • 11.239 Mesaj
  • Konum:araf..
  • İlgi Alanları:ohoo bi sürü..kitap şeetmek,gesmek,uçmak, uçarken atlamak...bi de musiki dinlemek...

Gönderim zamanı 05.06.2007 - 00:49

SÜZÜLÜP GİTTİN

Önce ateşler çekildi dünyamdan
sonra gülüşlerin kayboldu

ince seslerin çınlamıyor artık kulağımda

hiç yaşamak istemediğim bir şeydi sensizlik
yaşattın
yaşadım

oysa tutunup kalkabilirdik düştüğümüz uçurumlardan
olmadı

beni hatırlarsan
sahildeki akşam yürüyüşlerinde
avazın çıktığı kadar sus

karşı koyamadığın işkencelerde buharlaşırsa düşlerin
zayıf insanlar gibi sığınma sözcüklere .

demek herkesi çeşitli şekillerde ama aynı şiddette vuruyor O'nsuzluk...herbirimizi savuruyor acımadan, geceden geceye...aşkla aldığımız son nefes de tükenene kadar...

öldüm gittiğinde...ve hayata gömdüm kendimi ellerinle...başka ölüm şekli bilmiyordum!...







Alıp başını gitmek istersin.

Bilmediğin, bilinmediğin,

Çözmediğin, çözülmediğin bir denkleme...

Biraz ürkek düşünürsün...

Biraz kekeme....



'Üstüme gelme hayat!

Bundan sana ne...? ! '



Kekemeliğin korkularındandır...

Giderken bile; gidene değil de

Geride kalana aklın takılır...

Bir yanına yatarsın ' git.. ' der

bir yanın ' kalmalısın... '

Geceleri hep uykusuz kalırsın...

Ayağına pranga olur tüm düşündüklerin...

Gitmeden daha

Sen; gider gider gelirsin...



' Üstüme gelme hayat....

beni bilirsin....'



Kaldığın bu yerde

Harcadığın yılların gelir aklına...

Bir bir sayarsın...

Toplarsın, çarparsın,

Böler, çıkarırsın...

Bakkal defteri kadar kalın...

Bakkal defteri kadar karmaşa...

İçinden bin bir küfür

' Sümme haşa...! Sümme haşa...! '

Farkedersin ki hayatı

Arka sokaklarda dolanarak yaşarsın...

Kabarmış hesabından kaçarsın...



' Üstüme gelme hayat...!

Daha neyi alacaksın..? ! '



Hep sevmişsindir aslında...

Hep ama hep sevmişsindir...

Birini sevmişsindir sonra...

Sonra birini daha...

Birini daha...

Daha....! ?

Her gelip geçen gemiye aşık olmuşsundur..

Gemiler gitmiş

Sen yorulmuşsundur...



' Üstüme gelme hayat....!

Gemi olmuş musundur..? '



Kocaman bir mahalleden

Daracık bir sokağa.

Sokaktan ufacık bir eve

Evden odaya....

Yağlarından tiksinir gibi

Kurtulmak ister gibi

Kapatmışsındır kalabalıklara kendini...

Gitgide yanlız kalmışsındır...

Yalın yaşanan gecelerde

Gitmekle kalmak arasında dolanırken...

Beynine bir silah gibi dayamışsındır korkularını...

Yalnız...Korkak...Kekeme....




' Üstüme gelme hayat...!

Kıyarım kendime....!
'




#36 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 10.06.2007 - 10:54

KULE GÜNLÜÐÜ / Bir Büyüğümün Notu

Paylaşan:
Necati YILMAZ / Öğretmen

CEVAHİR

Eşref oğlu Rumi’nin bir rubaisi :

Kı nadan eline düşmeye gevher
sanır nadan anı bir kuru mermer
ya alır kem bahaya satar anı
ya olur bırakagör kalur ebter


Bir gün, uzun saçlı, geçkince bir delikanlı geldi, masama yazılar bıraktı. Şiirler, denemeler, eleştiriler. Baktım, okudum, etkilendim.

Daha sonraki günlerde oturduk konuştuk, belli seviyelerde diyaloglarımız oldu. Felçli, bakıma muhtaç bir babası vardı ve ondan hep saygıyla, sevgiyle bahsediyordu.

Babasının tek oğluymuş. Annesi önceden ölmüş. 80 yaşın üzerindeki babasını el arabasıyla, heyecanla gezdirişlerini hiç unutamam.

Öğretmen evinde bir akşam babasına sordum: Aranızdaki bu muhabbetin sebebi ne ola diye ? Bana: Biz birbirimizin sözü üzerine söz koymadık hiç dedi. Son günlerinde, uzun sakallı, gülümseyen yüzü gözlerimin önünde bir şimşek gibi görünüp gizlendi.

Babasının cevahiri, benim de cevahirim.

Hüseyin büyük yıkımlar yaşadı.

Sıcak yaz gününde, tatil dönüşümde, bana, babasının öldüğü haberini verirken gözleri yaşla doluydu. Koşup geldi. Sarıldık, ayak üstü birlikte ağladık kaldırımda.

Beş yıldır tanışıyoruz. Sözlerini, davranışlarını ve uğraştığı işleri bir cümleyle özetlersem: İncelik, nezaket, kibarlık. ” haddeden geçmiş nezaket. Ya’lu bal olmuş sana ” dendiği türden bir nezaket.

O, bir Hay İbn-i yakazan’dır gözümde. Çocukluğunda, bırakıldığı adada, bir geyik tarafından emzirilip büyütülen Hay İbni-i yakazan yani. Absal ve salamunun ilahi tebliğini tereddütsüz kabul edip ayrıldığı yurduna dönen fakat orada değeri takdir edilemeyen Hay İbn-i yakazan.

Ey İbn-i Tufeyl, bu hikayeni sen, Hüseyin Evcil için mi yazdın ?
Babasının cevahiri için mi yazdın ?

Değerin bilinmediği, değersizin değerli sayıldığı bir zamandayız. Adil olamıyoruz. En alt sıralarda bulunan en küçük bir değeri en yükseklere kaldırıp koyuyoruz. Ne yazık ki çoğumuz, sadece yeme içme ve cinsellik için yaşıyoruz. Bu nedenle gevherleri ( cevahirleri ) kuru birer mermer parçaları sanıyoruz. Ölümlerini bekliyoruz manevi miraslarına konmak için, yaşamları hakkında arkalarından konuşmak için; Buğday Dede’ye, Ali Baba’ya, Balım Sultan’a, İbn-i Melek’e şimdi yaptığımız gibi.

Bu gibi kişiler toplumda birer ışıktır ve etraflarında pervane olmak gerekir bence ölümlerini beklemeden.

Yukarıdaki Eşref oğlu Rumi’nin kısa şiirini lütfen bir kez daha okuyalım.
____________

nadan : kaba, görgüsüz, adam olamayan insan
gevher : cevher
kem bahaya : ucuz fiata
bıraka gör : bırakmış, terk etmiş
epter : nasipsiz

#37 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 10.06.2007 - 10:56

KULE GÜNLÜÐÜ / Hüküm Süren Hastalıklar

Günlük yaşamda, yolunda gitmeyen şeyler katlanıyor ve bunların bireysel olduğu kadar toplumsal nedenleri yeterince sorgulanmıyor. Toplumun sorunları bireylere yansımakta, bireylerin sorunları da toplumu etkilemekte. Yani toplumsal ve bireysel sorunlar birbirinden ayrı değil, iç içe.

Bu arada, kitleleri saran, hareketsiz bırakan bir yaşam tarzına tanık oluyoruz. Aslında buna ( doğru anlatımla ), yaşam tarzı denemez. Yaşam belirtisi ya da yaşam kavgası diyebiliriz. Çünkü solgun tablo, bu tanımın ötesinde canlı ifadeler sunmuyor. Yarı ölü, yarı diri bir çırpınış var.

Gerçek anlamda tercihler yerine, otomatik gerçekleşen eylemlerde bulunuyor çoğu insan. Belki de o insanlar gönüllü, istekli değiller, yaptıklarına izleyici kalmaktan dolayı rahatsızlık duyuyorlar ama akıntılarda sürüklenmekten kurtulamıyorlar. Eğitimi ele alma yöntemi, karşı cinse yaklaşım biçimi, yaşama bakış, dünya gerçeklerine bakış, zihinlerine gelip yerleşiyor, yerleşenler ezberleniyor.

Rahmetli yazarlarımızdan Aziz Nesin, bu konularda keskin konuşurdu ve tepki alırdı. Geldiğimiz noktaya bakarak, toplumumuzun düşüncelerinin, gerekli düzeylerde işlemediğini anlayabiliriz. Dağarcığımızdakileri sunmakla tuzaklardan kurtulamadık. Yarınlarımızı dışarıda hazırlayan yabancı elleri itmeliyiz ki rahat nefesler alabilelim, yaşama daha özenle bakabilelim. Uyuşukluğumuzu aşıp umutlarımızı selamlayan düşüncelerle yeni bir zemin yaratabilelim.

Bugün, her şeyi iyi bildiğimizi, her şeyi sağlıklı düşündüğümüzü iddia ediyoruz. Bilincimizin açıklığını savunuyoruz ama ne yazık ki insani tepkilerimiz zaman içinde kaybolmuş ya da çok azalmış: Ürkmek, şaşırmak, mahcup olmak, rahatsızlık duymak, sıkılmak, gerilmek, hayal kırıklığına uğramak, zehirlendiğini hissetmek, aşık olmak gibi. Önemli bir gerçeği fark ettiğimizde, bu insani belirtileri anında gösterebilmeliyiz. Gösteremiyoruz. Bir şeyleri, kendimizin fark etmesi gerekiyor. Televizyon kanallarından kavramaya çalışmak, emeksiz - sağlıksız kazanım oluyor. Çok hızlı buharlaşıyor.

Uyanma yolunda, büyük adımlarla mücadelemizi başlatmalıyız. Sadece politik inançlarla, sosyal inançlarla, psikolojik inançlarla değil tüm çürük inanç sistemleriyle mücadele ederek onların bizlere onaylattıkları değerlere yeniden, özgürce değerler biçmeliyiz. Bunu yapamadığımızda: Güdümlü robotlar olmaya devam ederiz. Kıyamete kadar böyle gider. Neden gitsin ? Ne zaman mutlu olacağız ? Ne zaman borçlarımızdan kurtulacağız ?

21. yüzyılın uygar batı toplumlarında, papazlar yardımıyla kiliselerde hala günah çıkaran, günahlarından böylece arındığını, temizlendiğini sanan zavallı insanları anlamak yerine, bu tür davranışların saçmalığını, gereksizliğini, onları kırmadan anlatmak büyük kurumların, medyanın işi ama dönen yel değirmenlerini kimse durdurmak istemiyor. Kimse riskli işlere soyunmak istemiyor. Zaten kökleşmiş, sektör haline gelmiş, kutsallık giydirilmiş yapılardan rant sağlayanlar, kurulu düzenin yaşaması için her yolu denemekteler. Papazlar, sevgi dolu insanlarsa gerçekten, tarihteki Haçlı Seferlerini neden desteklemişler, kışkırtmışlar ? İsa’yı, Tanrı’nın oğlu kabul etmeleri, Hıristiyanlığı diğer dinlerden üstün görmeleri gibi abartılı görüşler günümüzde hala yaygın.

Bizdeki ego ve zevk düşkünlüğü ayrı bir sorun. Cahilliğimizin ince bir şekli. Çünkü eğer insan gerçekten aydınlanmış, gerçekten bilgili olabilse, bedensel çalışmalarından aşırılığa kaçmadan zevk alır. Bunu başaranlar, yani yaşamında ölçülü olanlar: Organizmanın aldatılamayacağını, doğanın aldatılamayacağını ve sonuçta içgüdülerinin gereksinimlerinin daha ötesine gittiğinde, bedelini mutlaka ödeyeceğini bilenler. Bedenimiz, çelik, taş değil: Etten - kemikten yapılmış.

Doğaya rüşvet verilemez. Doğa, ancak işleyişiyle ilgili bilimsel bir çalışmayı kabul eder, hoş karşılar. Kimseye acımaz, kimsenin elinden tutmaz.

Sigara, alkol, uyuşturucu tüketimi, kumar alışkanlığı, cinsel sapmalar, fazla beslenme kişinin sonunu hazırlıyor. Kurban, tehlikenin farkında ama o gün aldığı zevkin daha sonra ödemesi gereken bedele değdiğini düşünüyor ya da hiç bir şey düşünmüyor. Dünya umurunda değil. Varlığına, dolayısıyla iç organlarına saygısı yok. Zaman geçiyor, ödeme tarihi geliyor. Teslimatı ertelemek mümkün değil. Sağlığını yine kendi elleriyle veriyor. Ağlamanın - sızlamanın yararı olmuyor. Rüzgar ekildiğine göre, fırtına biçilecek. Fırtına kasırgaya da dönüşebilir. Nuh Tufanında kaybolmak da olası.

Bana ne, ben karışmam, beni hiç ilgilendirmiyor diyerek toplumda yaşayan kötü alışkanlıkların kontrol edilmesinde sorumluluk almayı sıklıkla reddediyoruz.

Örneğin: Kuruyan, küflenen ya da gereğinden çok satın alınan ekmeği çöpe atıyoruz. Büyük saygısızlık, büyük sorumsuzluk. Bahçeye, terasa bırakılsa kuşlar mutlaka görüp tüketecekler. Geçmişte, kıtlık günlerinde büyüklerimiz, bugün beğenmediğimiz o ekmekleri yemişler, cephelerde savaşmışlar üzerinde yaşadığımız topraklar için.

Örneğin: Oturduğumuz yerden geçmekte olan bir cenaze otosunu gördüğümüzde hemen ayağa kalkmak zorundayız. Kalkamıyoruz. Önemsemez olduk. Ölenle ölünmez gibi geçiştirici sözler …

Örneğin: Arabası olan biri ( eğer arabasıyla bütünleşenler kategorisine dahilse ), kaybettiği yakınının mezarının dibine kadar arabasını yanaştırıyor. Amacı: Ziyaret. Aslında, aracın dışarıda bırakılıp yürüyerek girilmesi gereken bir mekan orası. Dünyamız içinde başka bir dünya. İnsan, bu dünyanın makam ve zenginliğiyle oraya girmemeli ama rahatça giriliyor. Motosikletle tur atılıyor içeride, müzik dinleniyor, dahası şarap bile içiliyor. İçildikten sonra şişe kırılıyor.

Örneğin: Emekli ve bir kurumdan her ay düzenli, yeterli maaş alan bazı insanlar, bir işletmeye, bir ofise gidip, duygu sömürüsüyle, çay - sigara masrafım çıksın yeter mantığıyla işe başlamakta. Daha doğrusu kendilerini işe aldırmakta. Öbür yanda yoksullukla, güç koşullarda yüksek eğitimini tamamlayan başarılı, tertemiz bir genç, aç kalıyor. Gözleri ağlamaklı. Karamsar ruh haliyle, kahve köşelerinde zaman öldürüyor. Suç işlemeye çok yatkın. Çünkü sürekli bir gerilim içinde. Gençlerimiz bunu hak etmiyor. Hiç bir hükümet işsizliğe çözüm getirmedi ülkemizde. Geçim sıkıntısıyla çok yuvalar dağıldı. Bunlar hepimizin sorunu.

Felsefeci Albert Camus diyor ki: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir. Eğer utanma duygularımız törpülenmişse: Toplumumuzun içine düştüğü pozisyonlar bizi hiç etkilemez. Bizi etkileyip üzen şey: Şahsi çıkarlarımıza yapılan saldırı olur sadece.

Bencilliğin içinde boğuluyoruz. Nereye kadar ?

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

#38 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 29.06.2007 - 13:53

KULE GÜNLÜÐÜ / Sarı Kedi

Çok sevdiğim halde, uzun yıllar, evimde bir kedinin yaşamasına izin vermedim.

Öğrencilik dönemimde, sevilmeyi, saygı görmeyi hak eden, güzel görünümlü bir kedim vardı. İnce davranırdı. Bir şey öğretmek için uğraşmadım. Babamla yemeğimizi hazırlarken, biz yerken, asla mutfağa girmez, uzaktan izlerdi. Gözlerini dikip bakmaz, baktığı zamanlar mutlu olduğunu yüzündeki ifadeyle anlatırdı. Yaşamının bütün kritik safhalarını yaşamış, kabuğuna çekilmiş olgun bir insana benzetirdim. O kadar alçakgönüllü ve yumuşaktı ki, babam: Oğlum, derviş bu derdi.

Askere gittiğimde, depresyona girmiş ve bir gece fenalaşıp ölmüş. Ölümüne yakın, ocaktaki odun küllerinin içine girmiş. Babam anlatmadı. Daha sonraları anlattığında ise, gözlerim doldu, tuhaf oldum. Sanırım o kedinin anısına saygısızlık yaparım endişesiyle kedisiz kalmayı tercih ettim. Alerjimi bahane edip, çok beğendiğim minik kedileri eve götürmekten kaçındım. Hayallerim kafamda kaldı. Ne zaman gri ya da sarı bir kedi görsem, bende bir heyecan başlar. Başını, sırtını okşarken, sokaklarda geçen sıkıntılı yaşamını düşünürüm.

Evcil hayvanlar konusunda büyüklerimiz: Canlı mahluk, mesuliyetli iş derlerdi. Aynı sözleri rahmetli babamdan da duydum: Ne tür canlı olursa olsun, evde bakımının büyük sorumluluğu vardır. En iyisini yapamayacaksan, hiç dokunma derdi.

Geçen ay, gittiğim kafenin yanındaki inşaatta gördüğüm bir kedi dikkatimi çekti. Yaş olarak, küçükle büyük arası, sarı renkli, ayakları ve kuyruğunun ucu beyazdı. Yakından baktım. Sevimliydi. Götürmeden önce evde kalacağı yeri hazırlamak istedim. Yatık duruma getirdiğim, yerden 20 cm. yüksekliğindeki ağaç takozların üzerine oturttuğum kalın buzdolabı kutusu ( yatak odası ve salon birleşik ). Zemini kumaşla kapladım. Bu karton evin yanında, küçük kum alanı, yeme - içme kapları vardı. İlerleyen günlerde marketten hazır mamalardan alacaktım. Güç koşullardan gelen bir kedinin, burayı mutlaka benimseyip seveceğini sanıyordum ( iyimserlik ).

Elimde küçük bir kutuyla, bulunduğu yere gittim. Zorluk çıkarmadan kutuya girdi. Yüzüme baktı şaşkınlıkla. Kutunun kapaklarını kapatıp oradan ayrılmak üzereydim ki, annesi ortaya çıktı. Soğukkanlıydı. Öfkesi, kızgınlığı yoktu.

Eve geldim. Kutudan çıkan ufaklık, önce sütü içti. Sonra, hazırladığım odaya girdi. Odadan çıkıp çevreyi inceledi. Bu arada, salonun iki ayrı noktasında bulunan kırlangıç yuvalarındaki yavru kuşların çıkardığı sesleri dinledi. Altlarına gidip aşağıdan merakla onları izledi. Sık sık, odasına girmesini sağlıyordum. Bir ara uyudu. Ben de rahatladım.

Uyandığında, oldukça tedirgin ve korkuluydu. Bağırmaya başladı. Tuvaletini yaparken bile acıklı, boğuk biçimde bağırdı. Bir sorun vardı, gergindi. Kanatlanıp uçmak ister gibi, avludaki uzun asmaya tırmandı. 6 metre yükseklikten komşu binalara atlasa, bütün kemikleri kırılabilirdi. Aceleyle merdiven kurdum. Tutup kucağımda indirdim. Sevindi, yerde yuvarlandı birkaç kez. Hemen bir ceviz buldum. İtti, arkasından koşturdu. Tutup havaya kaldırdı. Oynaması için ping pong topu olmalıydı o anda. Uzak köşeden doğal hareketlerini izledim. Fakat acı acı miyavlaması canımı sıktı. Anlaşılan, alıştığı bir yer vardı ve burayı yadırgıyordu.

Özenle ayaklarını yaladı. İkinci kez asmaya çıkmak istedi. Engel oldum. Bağırmaları arttıkça, yapacağımı düşündüm. Komşu teyzenin gönderdiği tavuklu pilavdan verdim. Çok az yedi. Sakinleşmedi, bütün gece bağırdı. Bir arkadaşı, kardeşi olsa böyle bağırmazdı belki.

Ertesi sabah, gerginliğine dayanamadım. İstemeyerek, aldığım yere bırakmaya karar verdim. Zorlamak doğru değildi.

24 saat sonra, aynı kutuyla götürürken, mahcubiyet duygularıyla, yolda kendimi kötü hissettim. Kedi açısından çok olumsuz olamazdı. Düzensiz beslenecekti ama alıştığı çevrede, annesinin yanında ve kendi seçimleriyle yaşayacaktı.

Bir hafta sonra tekrar gördüm. Gece 01 sıralarıydı. Tuğla yığınının üzerinde uyukluyordu. Okşadım. Üşümüştü. Tüyleri soğuk, gözleri yorgundu. Beni tanıdı ve başını uzattı. Ağlayacak gibi oldu. Çok okşadım. Bisküvi uzattım. Baktı, isteksizce yemeye çalıştı. Sadece bir kez miyav diyebildi. Yüreğimi tırmaladı, içimi sızlattı. Elimi çektim. Ayrıldım. Derin nefesler aldıran dokunaklı bir ayrılış. Sanırım kendi başarısızlığımın burukluğunu yaşadım. İz bırakan geceydi.

Ertesi gün, daha ertesi günlerde ve gecelerde görmek, okşamak istedim ama artık yoktu. Ne oldu, nereye gitti bilmiyorum ?

Hayallerime hüzün katarak kayboldu gitti. Kaybetmemeliydim ama kaybettim. Bu olay vicdanımı hep kanatacak.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler


İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 29.06.2007 - 13:56


#39 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 29.06.2007 - 16:55

KULE GÜNLÜÐÜ / Papazın Ateşi

Ülkemizin ve bölge ülkelerinin günümüzde karşılaştığı en büyük problem emperyalizm. Emperyalizmin amacı: Bölgenin doğal kaynaklarını ve zenginliklerini sömürmek, haçlı hegemonyası kurmak.

Amerika, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 24 ülkenin sınırlarını ve rejimlerini, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi adı altında değiştirme işlemine başladı. Bu işlemin basamakları var. Uzun bir merdivenden derin kuyuya inilecek yavaş yavaş, ağzı kapanan kuyuda yangınlar çıkabilecek.

Yunanistan’da yayınlanan Katimerini gazetesinin haberine göre: Yunan Politik Araştırma ve İletişim Merkezi, ülke genelinde yaklaşık 2 bin kişiyi kapsayan bir kamuoyu araştırması yaptı. Bu araştırmada amaç, sosyal konularda halkın eğilimlerinin belirlenmesi. Sonuçlara bakıldığında, yanıtlar çapıcı. Çünkü insanların kafalarında, Türkiye dahil başka komşu ülkelerle ilgili olumlu düşünceler yok. Kendi egemenlikleri altında olmayan Yunan toprakları biçiminde tanımladıkları bölgeler şunlar: İstanbul, Ege kıyıları, Karadeniz kıyıları, Kıbrıs, güney Arnavutluk, güneybatı Makedonya. Bu bölgelerin, aslında kendi toprakları olduğunu düşünüyorlar.

İstanbul için: Her 100 kişiden 40’ı,
Ege kıyıları için: Her 100 kişiden 37’si,
Karadeniz kıyıları için: Her 100 kişiden 32’si,
Kıbrıs için: Her 100 kişiden 60’ı, kurtarılamayan vatan toprakları ifadesini kullanıyor.

Büyük Yunanistan hayallerinin bitmediği anlaşılıyor. Büyük hayaller, büyük projeler hep gündemde: Büyük İsrail, Büyük Ermenistan, Büyük Britanya gibi … Yeryüzü paylaşılamıyor.

Konu, Türkler ve Türkiye olunca, çoğu ülkenin öfkesi, tahammülsüzlüğü öne çıkıyor. Varlığımız problem oluyor bir anda. Kimi batı ülkelerine göre: Türk ulusu yapay olarak yaratılmıştır. Türk, bir ulusun, bir halkın adı değil, sadece bir dil grubunun adıdır. Zaman içinde, düşmanlığın etkisiyle çok şey söylendi. Vize uygulaması bir aşağılama zaten.

Bugün ABD ve Avrupa ülkeleri toprak bütünlüğümüze saygı duymuyorlar. Haritalar üzerinde vatanımızı bölüp, toplantılarda kısmen Kürdistan, kısmen Ermenistan olarak sunuyorlar. Türkiye, hiç bir zaman, hiç bir ülkenin bir karış toprağını istemedi. Fakat 1984 yılından bu yana dış destekli, yoğun terör saldırılarına maruz bırakıldık.

Yunan basını, arada incelendiğinde, dikkate değer görüşler göze çarpıyor. Yunanlılara göre: Fener Patrikhanesi ( İstanbul Rum Başpiskoposluğu ), Türkiye dışında kendisine idari yetki açısından bağlı kiliseler bulunması nedeniyle uluslar arası bir sivil toplum örgütüdür.

Bilindiği gibi, Osmanlı döneminden bu yana İstanbul’da bulunan Patrikhane, 1923 Lozan Barış Konferansı sürecinde bizzat Atatürk tarafından Türkiye’den gönderilmek istendi. Patrikhanenin İstanbul’da kalabilme koşulu, idari ve siyasi yetkilerinden arındırılmış, bu yetkilerini kesinlikle bırakmış olarak, Ortodoks Hıristiyan gayri müslimlerin ( Rumlar ) sadece dini, ruhani yani ilahi konularıyla ilgilenmek. Statüsü, dini inançlarla sınırlanmıştı. Atatürk ayrıca, Mason Localarının da kapatılması için emir vermişti daha sonraki zamanlarda. Çünkü locaların, kökü dışarıda ve tehlikeli bir yapılanma olduğunu biliyordu.

Bugün, Evrensel Patrik, Evrensel Patrikhane unvanları Yunanlılar ve Batılılar tarafından ısrarla, her yerde kullanılıyor. Biz, bu sözde unvanları - makamları hukuken tanımadık, tanımıyoruz. Lozan Konferansının ardından Atatürk, Patrik terimini hiç kullanmamış, yeri geldiğinde Başpapaz sözcüğüyle hitap etmiştir.

Yunan devleti, bütçesinden her yıl severek, Patrikhaneye yaklaşık 12 milyon Euro ( 4 milyar drahmi civarında ) yardım ayırmakta. Bu arada, Amerika’da yaşayan büyük servet sahibi Helenler de, Patrikhaneye gönüllü maddi yardımlarda bulunuyorlar. Ofikialon adlı dini bir derneğe üye olan zengin işadamları, maddi desteklerini bu kanaldan sürekli Fener’e ulaştırıyorlar. Dernek, Bizans döneminden bu yana faaliyetlerini eksiksiz sürdürüyor. Üyeleri, yüksek mevki sahibi insanlar. İşadamları, hakimler, profesörler ağırlıkta.

Günümüzde, İstanbul Rum Başpiskoposu Bartholomeos, Lozan’da varılan mutabakata aykırı davranışlarda bulunmakta, idari yetkinin ötesinde, önemli bir siyaset adamı gibi devlet başkanlarıyla ilişkilerde bulunup onlarla ortak hareket etmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin Diyanet İşleri Başkanı böyle rahat hareket edebilir mi ? Hayır. Bu ölçülerde kabul görür mü ? Hayır.

Bartholomeos, Patrik, Yeni Roma Evrensel Patriği gibi unvanları kullanarak dünyanın dört bir yanındaki Ortodoks kiliseleri üzerindeki egemenliğini, Türkiye resmen ve hukuken tanımasa da kullanmaya, etkisini arttırmaya uğraşıyor. Hayali şu: Türkiye, günün birinde Avrupa Birliğine üye olduğunda, diğer üye devletlerde bulunan Ortodoks Hıristiyan toplumların da dini lideri olmak. Başka bir ifadeyle: Yeni Roma Ekümenik Patriği ( Ortodoks Hıristiyanların Halifesi ).

Sınırlarımız içinde böyle bir çarpıklığa katlanıyoruz, başka çarpıklıklara katlandığımız gibi. Çünkü teraziyi elimizden almışlar. Bugün, terör konusunda da belirleyici hassas terazi İngiltere ve Amerika’nın elinde.

Atina’da yayınlanan, To Vima gazetesindeki bir inceleme yazısında şu cümleler yer almakta: İstanbul’un 15. yüzyılda Fatih tarafından alınmasından sonra Patrikhanenin de şanı son bulmuştur. Fakat her şeye rağmen Türkler, Ortodoksluğa saygı göstererek, Patrikhaneye ve Patriğe imtiyazlar tanıdılar. Türkler, Patriğin bir milletin lideri olduğunu kabul ediyorlardı ve bu nedenle bir dizi özel imtiyazlar tanımışlardı. İzmir’de yaşanan son felaketin ardından Lozan Belgesi imzalanınca, Evrensel Patrikhane eski günlerindeki şanını yitirerek, basit dini bir dernek olarak tanımlandı ve imtiyazları iptal edildi. Patrikhanenin Türkiye devletiyle ilişkileri valilik düzeyine indirildi. Karşılıklı mübadele ile Patrikhanenin cemaati, mürit sayısı önemli ölçüde azaldı. Bizans’ın parlak tarihinden geriye ne kaldı ? Türkiye, Patrikhaneyi Tüzel Kişi olarak tanımıyor ( yasa ile tek kişi sayılan topluluk ). Türkler, Küçük Asya felaketinin ardından sürekli olarak Evrensel Patrikhanenin ve Patriğin yüce itibarını zedeleme, İstanbul’dan kovma amacını gütmüşlerdir. Tam anlamıyla bir Yunan kurumu olan Patrikhane evrensellik niteliğini kaybedecek olursa Yunanistan Başpiskoposluğu bundan çok zararlı çıkacaktır. İstanbul evrensellik niteliğini kaybederse bu nitelik Moskova’ya geçebilir ve Yunanistan Başpiskoposu diğer ülkelerdeki sıradan başpiskoposlar arasına girer. Bunu istemiyoruz.

Herkesin çok şey yapmak istediği ortada. Asıl önemli ve üzücü olan: Gücünü güçsüzler üzerinde kullanan onursuz, doyumsuz ülkelere karşı bir yaptırım planı oluşturulamıyor.

Yarınlar ne getirir, birlikte göreceğiz. Başımızın ağrıyacağı kesin.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler


İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 29.06.2007 - 17:01


#40 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 09.07.2007 - 19:28

KULE GÜNLÜÐÜ / Kurtuluş Hangi Cehennemde ?

Bugün bir grup medya; bir filozof gibi, bir hekim gibi, kendi kafamızla düşünemeyeceğimiz ve kendi kendimizin yargıcı olamayacağımız miktarda uyuşturucu bilgi ve görüntü sunuyor. Sunduklarını kabul ediyoruz. Geçmişten, gelecekten kopuyoruz ve büyük cinayetlere ortak oluyoruz.

Alman, Fransız, İngiliz, Danimarka’lı, Hollanda’lı fark etmiyor. Yabancılara fabrika ve toprak satışından hep rahatsızlık duydum. Parasal güçleriyle, güzel deniz kıyılarımızı satın alıp, çevreden kendilerini tel örgülerle soyutlayarak, buralarda siteler, koloniler kurmalarından hep rahatsızlık duydum ama ipin ucu kaçtı. Çünkü yaptıkları her şey yasal görünüyor.

Varlık nedenimizi iyi bilmek için, tarihe dikkatle baktığımızda, dün nasıl bir cehennemin ortasında bulunduğumuzu, oradan nasıl sağ kurtulduğumuzu ve düşmanları nasıl kovduğumuzu anlayabiliriz. Topraklarımız bugün, nankör zihniyetlerce yağmalanırken, yaşayan her Türk insanının, sert tepkiler göstermesi gerekirdi. Avrupa Birliğine uyum denilen, yeni mandacılık akımlarıyla, Türkiye’nin dışa bağımlı duruma getirilmesine, yaşayan her Türk insanının sert tepkiler göstermesi gerekirdi.

Geçmişte, Türkiye’yi ölüme mahkum eden, ünlü Sevr Antlaşması, 10 Ağustos 1920’de imzalandı. Sadece Arabistan’ı, Suriye’yi, Mezopotamya ve Filistin’i kaybetmekle kalmadık, bütün Trakya’nın, İzmir ve Ege Bölgesinin, İtalyan işgalindeki Güney Anadolu’nun ve sonunda Doğu Anadolu’nun düşman ülkelere teslim edilmesi kararlaştırıldı. Böylece Türkler, Kuzey ve Orta Anadolu’daki bir karış toprağa çekilmeye zorlandı. İstanbul, uluslar arası bir manda altına alındı. Bu sonuç, Türklerin, yüzyıllar boyunca emekle, kahramanca ve kanlarını dökerek, kültürlerini yaşattıkları, dünyaya hükmettikleri bir sistemin yıkılışı oldu. Osmanlı hanedanının son padişahı Altıncı Mehmet Vahdettin’in varlığı, otoritesi, küçük bir gölge gibi kaldı.

Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üzerinde: Düzen bozukluğuyla, halkın umutsuzluğuyla, iç savaşla, Yunan saldırısıyla, Ermeni ve Kürt isyanlarıyla, irticai çıkışlarla mücadele etmek zorundaydı. Batılı devletler, Yunanlı dostlarını, Anadolu’yu savunanları imha etmek üzere görevlendirdi ve harekete geçirdi. İngilizler, Boğaz’ın Anadolu yakasına çıkarma yaptılar. Türkleri batıdan doğuya doğru yenilgiye uğratmak ve Ankara’yı ele geçirmek istediler. Kendilerini Aşil’in evlatları diye tanımlayan, Asya’da Yunan kolonileri kurma hayalleriyle büyülenmiş Yunan yöneticileri vardı o dönemlerde.

İngilizler, sık sık ve ikiyüzlülükle: Türk - Yunan anlaşmazlığında tamamen tarafsız olduklarını açıkladılar. Oysa Yunanlıları kışkırtan, yönlendiren, silahlandıran ve istihbaratı sağlayan kendileriydi ( belgelerle kanıtlanmıştır ).

Anadolu hareketine karşı hareketler, daha Sivas Kongresi günlerinde başlatılmış olup, bunlar 1919 - 1920 yılları arasında, İstanbul Hükümetinin ve İngilizlerin yoğun çabalarıyla, yaygın ve genel ayaklanmalar biçiminde görüldü. Fakat tümü bastırıldı. İsyancıların liderleri idam edildi.

Başlıca isyanlar
1- Ali Galip’in kışkırttığı Kürt hareketi
2- Bayburt’un Hart nahiyesinde Şeyh Eşref isyanı
3- Konya’da Bozkır isyanları
4- Marmara Bölgesinde Anzavur isyanları
5- Bolu - Düzce - Gerede isyanları
6- Yozgat’ta Çapanoğulları isyanları
7- Konya’da Delibaş isyanlarıdır.

5 Ağustos 1921’de Yunanlılar, Sakarya’da Türklere ağır bir darbe indirme hazırlıkları yaparken, Meclisteki anlaşmazlık ve dedikodulardan usanmış olan Mustafa Kemal kürsüye gelerek: Memleketimiz ölüm tehlikesiyle karşı karşıya. Zaman, harekete geçme zamanıdır. Tartışmalarla, nutuklarla oyalanma zamanı değildir. Başkomutanlık görevinin, Meclis yetkileriyle birlikte şahsıma verilmesini istiyorum. Çünkü asker benim ardımdan gelmeye kararlıdır dedi. Meclis, Mustafa Kemal’e mutlak yetkinin verilmesini onayladı.

Sakarya vadisinde, bunalmaktan öte, yakıcı - kavurucu bir Ağustos güneşi altında, 22 gün boyunca kanlı ve vahşi bir savaş yaşandı. Bir alayımızın yüzde sekseni, bir başka alayımızın tamamı yok oldu. Göğüs göğüse yapılan çatışmalarda, 7 değerli kumandanımız şehit oldu.

Türk ordusu : 45.000 tüfek, 177 top ve 5.000 süvariden, Yunan ordusu ise: 88.000 tüfek, 300 top ve 1.500 süvariden oluşuyordu. Tüfek hesabiyle, Sakarya savaşına katılan düşman piyadeleri, bizim iki mislimiz kadardı. Özellikle makinalı tüfek adedi, bizimle karşılaştırılamayacak ölçüde fazlaydı. Yorgun Mehmetçik, sınırlı gıda ve sınırlı cephaneyle, canını dişine takarak, düşmanı 300 kilometre batıya çekilmek zorunda bıraktı ve 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e ulaştı. Yunanlıların denize dökülmesiyle birlikte, İngiltere hiç silah kullanmadan İstanbul’dan çekildi ve Sevr Antlaşmasına imza atan bütün emperyalist ülkeler tıkandılar, saldırgan duyguları bir parça geriledi.

Çok yıpratıcı çatışmaların ardından, düşmanı geri püskürtmemiz, karşı saldırıyla takibe koyulmamız bütün dünyanın ilgisini çekti. Anadolu’da kurulan yeni Türk devletinin, ruhunun ve gücünün mükemmel bir orduya dayandığı ve büyük bir ustalıkla idare edilmekte olduğu düşüncesi gelişti. Ordumuz ve komutanlarımız örnek alındı.

Yunan gazeteleri, o tarihlerde: Ulaşım araçlarının eksikliği ve Türklerin direnişi nedeniyle Ankara’ya girme düşüncelerinden vazgeçebileceklerini yazdılar. İtalyan ve Fransız basını da: Yunanlıların mağlubiyetlerini gizlediklerini yazdı. Yunanlılar, kompleksleriyle uzun zaman, biz mağlup olmadık diye dünyayı aldatmaya çalıştılar ve bu konuda birbirlerine girdiler. Yunanistan Başbakanı Gunaris, olumlu bir etki yaratmak için ve ortak hareket olanakları kurmak için, Sakarya savaşının ardından Avrupa başkentlerini dolaştı. Fakat bu beklentisine hiç bir yerden yanıt alamadı. Beklediği ilgiyi görmedi.

Bugünü yaşarken dünü asla unutmamalıyız. Ne olursa olsun, yüreğimiz ve vicdanımız susmamalı. Gidebileceğimiz ikinci bir vatan yok.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 09.07.2007 - 19:29






Benzer Konular Daralt

2 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 2 ziyaretçi, 0 gizli