İçerik değiştir



- - - - -

Kule Günlüğü / Gerçek İşkenceler


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 42 yanıt verildi

#1 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:28


Tarihin her döneminde, insana hitaben: Kendini bil - Kendini tanı uyarıları yapılmıştır. Ahlaki zeminlerde: İnsanın sık sık, kararlılıkla, Kendimi seviyorum, kendimle gurur duyuyorum gibi abartılı iltifatlarda bulunmasının sakıncaları üzerinde durulmuştur. Çünkü insanın kendine olan sevgisi, bazı başarısızlıklarını kendi karakterinde ve kendi tarzında aramasına engeldir. Böylece, yaşamını engelli biçimde sürdürür. Engelli yaşayan bir insan: Aşkı, ölümü ve evrensel işleyişleri sağlıklı algılayamaz. Bu gibi temel gerçekleri doğru yorumlayamaz.

Saplantı derecesinde kendini sevenler, varolan egolarının mükemmel ego olduğunu ve seçkin bir varlık olduklarını düşünürler. Elbette bu tehlikeli bir yanılgıdır. İnsan her konuda: Karakterinin ve davranışlarının eksik, hatalı olabileceği endişesini kaybetmemelidir.

İçimizi denetlemek, içimizi araştırmak, kendimizi bilme yolunda önemli bir adımdır. Kendini gereğinden fazla beğenen insanların, kendini tanımaları zorlaşır. Çünkü bu tür insanlar, egolarıyla bilinçleri arasında geçen mücadeleyi kabul edemezler. Her şeyin en güzelini, her şeyin en doğrusunu yaptıklarına dair aşırı bir gurur, kibir içindedirler. Balzac : Bencillik zehirdir diyor. Sadece iki sözcükten oluşan, düşündürücü söz.

Başarısızlıklarımızı, başka insanlara, koşullara, devleti yönetenlere yüklemekle kendimizi kurtaramayız. Bu konuda ünlü Pascal şöyle diyor: İyilik inancı olmayan bir insan, görünür iyilikler üzerinden bakışlarını kaydırıp içindeki zavallılığa bakmaya dayanamaz. Huzursuz, tedirgin bir insanın kendini avutmak için yaptığı bütün hareketlerin temelinde kendini tanımaktan kaçma isteği vardır. Bu saptama üzerinde çok fikir yürütülebiliriz. Aslında insan, belirli bir olgunluğa ulaşmadan, kendi yapısını içtenlikle açıklayamaz. Daha doğrusu kendine duyduğu saygının azalmasını içine sindiremez. Ancak olgunluğa eriştiğinde, boş ve inatçı bir gurur duygusu içinde kalmaktansa, gerçeği bütün açıklığıyla görmeyi tercih eder ( ne kadar acı ve kırıcı olursa olsun ).

Olgunluğa ulaşmak zorundayız. Aksi takdirde, iki sert - kalın duvar arasında gider geliriz. İç mekanlarımızda, kendimizi sorgulamak, en büyük sıkıntımız olur.

Yaşamdaki korkunç yanılgılardan biri de: İnsanın egolarına ve düşlerine kapılıp, kendisini olduğundan daha yüksek noktalarda görmesidir. İnsan kendi yeteneklerine güvenmeli ama bulunduğu noktayı da çok iyi bilmelidir. Ego, kontrol edilmediği zamanlar tehlikelidir. Çünkü insanın iç dengelerini hızla bozuyor. Küçük başarılar, büyük gurur duygularını doğurduğunda insanın varlığı inciniyor. Başarının gerçek amacı bu değildir.

Günümüze değin, çok sayıda lider, devlet adamı ve sanatçı: Kendi varlığının, düşüncelerinin doğru olduğuna, mükemmel olduğuna inanmıştır. İnancını büyük halk topluluklarıyla paylaşmıştır. Fakat o özel insanları yakından incelersek, iç dünyalarıyla dış dünyalarının çok uyumlu olmadığını görebiliriz. Bazıları depresif kişilik olup, yalnızca egolarını tatmin edecek bir başarı dengesi kurma gereksinimi içinde yaşamışlardır.

İkinci dünya savaşının son günlerinde, Berlin’de sığınağında saklanan Adolf Hitler’e, savaşın sonucuyla ilgili hiç umut kalmadığı söylendiğinde: Umurumda bile değil. Onlar hiç bir şeyi hak etmediler zaten demiştir ( Alman halkını kastederek ). Yeryüzünü değiştirmek, üstün insan modeli yaratmak isteyen bir diktatörden vicdanının olmadığına dair itiraf.

Her insan egoizme yatkın olabilir. Ego, sınırları zorlanmadıkça ya da dozu aşılmadıkça itici bir güç olarak yararlıdır ( Bir şeylerin yapılması, başarılması için ). Fakat hangi hedefe doğru ve ne amaçla gittiğimizi mutlaka sorgulamalıyız. Yalnızca başarmak için, yalnızca kendimizi tatmin etmek için koşuyorsak, sonunda bir mutsuzluk yaşayabiliriz. Bu arada, başkalarının da dünyalarını karartabilir, dahası, yaşama sevinçlerini bile yok edebiliriz.

Dünyaya gelmiş olduğumuz ne kadar kesinse, günün birinde ( belki de ansızın ) bırakıp gideceğimiz de o kadar kesin. Bunu hatırlamak: Dincilik, gericilik değildir. Hiç bir şeye bağlanmamak, gerçekten bilinçli bir insanın birinci ilkesidir bence.

Fırsat ve olanaklardan yararlanırken aç gözlü olmamalıyız. Doymadan, durmadan biriktirme yanılgısına düşmemeliyiz. Dünyayı kutsamak, maddi kazançları kutsamak zihnimizi çok yoruyor. İçinde bulunduğumuz doğayı, evreni yeterince düşünmüyoruz. Doğanın renklerini televizyondaki filmlerden görüyoruz. Terastan gün batımını izlemek hiç aklımıza gelmiyor. Bedenimizin duyarlılığı her geçen gün azalıyor. Esin verici eserler dikkatimizi çekmiyor. Ruhumuzu geliştirip dolu bir yaşam süremiyoruz. Gündelik yaşamımızın ritmini oluşturan pek çok unsurla uğraşırken bize ayrılan zamanı tüketiyoruz. Oysa geçen her saniye çok değerli.

Zamanın ne anlama geldiğini, ölenlere, yani bu dünyadan göçenlere sormak isterdim: Saflığımla, nelerin kurbanı ve nelerin katili olduğumu kavramam açısından …

Şair Hüseyin EVCİL
İZMİR / 14 Mayıs 2007
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - Çoğaltılamaz
TEŞEKKÜR EDERİM

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:28


#2 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:30

KULE GÜNLÜÐÜ / Çemberin İçindeki Kadın

Telefonunu 24 saat açmamak üzere kapattı. Farklı bir mekanda, özellikle doğada bulunma isteğiyle, akşam saatlerinde arabasına binerek hızla kentten uzaklaştı.
Yaşadığı yerde, dekolte kıyafeti ve sıcak sözleri nedeniyle herkes onu izliyor, doğal davranışları insanlarda tedirginliğe yol açıyordu. Belki de hedef gösteriliyordu.

Daha da hızlandı. Açtığı sert müzikler ve içtiği sigaralar, ofisinden taşıdığı gerginliğini azaltmıyordu. Deniz kıyısına ulaştığında bildiği bir kayanın üzerine çıktı. Oturuş biçimiyle, galeride duran sanat eserlerine benziyordu.

Toplumun bu kadar yozlaşmasını, 21. yüzyılda insanların hala, başkalarının özel yaşamlarına müdahale etmeyi, kendileri açısından öncelikli görev kabul etmelerini üzüntüyle karşıladı. Etrafında kedi gibi dolaşan, kariyer sahibi fakat ikiyüzlü, dedikoducu ve başkaları için küçülebilen insanlara acıdı. Durgunlaştı. Aklıyla, ruhuyla uzaktaki sevgilisine kilitlendi.

Zorlu bir dönemdi. Bazı şeylerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Koşullar ne olursa olsun, ne kadar stres ve tehlike altında bulunursa bulunsun, içindeki beyaz - yumuşak umut ışığının parlaklığını koruması gerektiğini düşündü. Denize dikkatle baktığında, tanık olduğu ışıltılar, içini saran hoş bir sıcaklık duygusuna neden oldu. Fakat aynı ışıltılar, sonsuzluğun içindeki bu dünyanın aslında ne kadar küçük olduğu duygusunun da benliğini kaplamasına neden oldu.

Felsefeyi seviyordu. Anlamlı şeylerle uğraşmayı seviyordu. İnsanoğlu, bu dünyanın gerçek sahibi değil ve hiçbir zaman da olmamış. Fakat bu dünyayı kendi malı sanarak ona dilediği gibi, kendi çıkarları doğrultusunda saygısız bir tarzda davranıyor. Milliyet ve din savaşları çıkarıyor. Virüsler üretiyor. Denizleri kirletiyor, toprakları zehirliyor. Dünya, bizlerin olmayı henüz başaramadığımız kadar verici bir varlık. Hep verdi ve bizi barındırmaya, korumaya devam ediyor dedi kendi kendine.

Dün geceye döndü. Telefondaki o sevimsiz konuşmaları hatırladı. Konuşmalar uzadıkça uzamıştı. Aslında hiç gereği yoktu yaşadıkları sıkıntıları abartmanın ama yolunda gitmeyen şeyleri konuşmamak rol yapmak olurdu. Tartışma sonuçsuz kaldı.

Kalın maskeleriyle, her gün bir grup duygusuz canavar ona mutlaka ulaşıp, öfkeyle bakıyordu. Bu, yıldızlara sığınmak isteyen masum bir gece bulutunun, acımasızca bıçaklanmasına benzeyen bir şeydi. Bu, güvenlik makamlarına anlatımı güç olan bir tacizdi. Bunların sürekli hissedilmesinden doğan ciddi bir kırgınlık, ciddi bir moral eksikliği vardı. Oysa mutlu olmak, herkesten çok onun hakkıydı. Bir savaşa katılsa; aşkı çok şeyleri susturabilir, çok şeyleri kökünden değiştirebilirdi.

Son günlerde hıçkırarak ağlamıyordu, bekliyordu sadece, gökyüzüne dokunan bir anıt gibi. Beklemek zordu ama zoru başarabilirdi. Çünkü içindeki doğal mimari, dış çizgileri kadar olağanüstü güzeldi. Geceleri okuyor, notlar alıyordu. Yaşama dair, ölüme dair bulduğu ağır imgelerle sevgisini çoğaltmaya çalışıyordu.

Deniz kıyısında, yaşadıklarıyla baş başa kaldığında; dünyasını, bedenini daha güçlü sevmesi gerektiğine inanıyor, içindeki sarsıntıları böylece yenebiliyor, yaşamının anlam kazandığından emin olabiliyordu.

Buluştuğu bu kayanın çağrışımları eşliğinde nefes alıp vermesi, denediği bütün sakinleştirici ilaçlardan daha yararlı oluyordu.

Başını kaldırdı hafif gülümseyerek ve siyah gözleriyle süzülüp giden güneşe baktı. Güven vericiydi. Ufku daha çok aydınlandı. Doğanın kendisine sunduğu yüce değerlerin ruhundaki acıları hafiflettiğini hissetti. Dergiden kesip sakladığı iki sözü tekrar okudu.

Eğer aşk varsa insanın hayatında; diğer bütün şeyler yolunda gitmese de olur.
Dostoyevski

Bir kadının giyebileceği en güzel giysi sevdiği erkeğin kollarıdır.
Yves Saint Laurent

Hava karardı. Elindeki kağıdı cebine koydu. Hep dokunmak istediği yıldızlara baktı. Gözleri doldu. Onlar da yorulmuşlardı yaşamaktan.


Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:29


#3 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:31

KULE GÜNLÜÐÜ / Sözün Gücü ve Etkisi

İnsanlar, ruhlarındaki dinamiklerini ve üretimlerini sözlerle ifade ederler. Her insan; yaşamındaki bütün tasarımlarını sözler aracılığıyla gerçekleştirir. Her insan; hangi ülkede, hangi dili konuşursa konuşsun, kafasındaki düşüncelerini sözler aracılığıyla aktarır. İnsandaki duygular, varlığına ait özel bilgiler, ancak sarf ettiği sözlerle sağlıklı anlaşılabilir. Söz; yalnızca duyulan bir ses ya da okunan bir yazı değil, insanın doğada, toplumda kendisini direkt ifade etme ve iletişim sağlama gücüdür. Sözcüklerle düşünüyoruz, anlatıyoruz, soruyoruz. Sözcüklerle yaşamımızda değişik tepkiler, olaylar yaratıyoruz. Evrenin herhangi bir noktasında ya da metafizik alanda söz; insan olarak sahip olduğumuz en güçlü araçtır ve silahtır aynı zamanda. İki yanı keskin kılıca benzeyen sözler vardır, anında bir yüreği dilim dilim edebilir. Bu; sözün kötüye kullanımıdır. Örneğin: Asil - onurlu insanlara dayatılmış işkence sayılabilecek, iftira, hakaret ya da karalama gibi çirkinlikler. Sözün diğer kullanımı; keyif, güzellik, sevgi ve mutluluk oluşturur. Sonuçta, nasıl kullanıldığına bağlı olarak söz; insanın ufkunda bir özgürlük zemini açabilir ya da insanı mahkum edebilir. Başta büyüklerimiz olmak üzere, bize hep sevgisini sunmuş fedakar insanlara hitabederken, onları yücelterek konuşmak zorundayız. Kutsal bir görevdir zaten. Tarihte görülen en etkili konuşmacılar; Tanrı elçileri yani peygamberler ve filozoflardır. Bazı sözler öylesine güçlüdür ki; kısa bir tek cümle, milyonlarca insanın yaşamını değiştirebilir, onları topluca yok edebilir. Tarihe baktığımızda; 1930 ’lu yıllarda Almanya’da yönetimi ele geçiren bir diktatör, sözü mükemmel biçimlerde, mükemmel tonlarda kullanarak, tüm halkı koşullandırmış, kışkırtmıştır. Dolayısıyla bu derin etki, ülkesini malum ikinci dünya savaşının içine itmiştir. Çok sayıda insan, korkunç boyutlarda şiddet uygulanmasına ikna edilmiştir. Psikiyatri penceresinden, bu gibi askeri ve politik olayları sorguladığımızda; Adolf Hitler, nutuklarındaki o sözleriyle, direktifleriyle, halk adına halkın korkularını harekete geçiren, gerçekten çok yetenekli bir insandır. Giderek yayılan yangın gibi tüm dünyada cinayetler, kıyımlar yaşanmıştır. İmal ettirdiği, dünyanın en büyük topunun üzerinden, rakip gördüğü devletlere rest çekmesi, Alman ırkının, dünyanın en üstün ırkı olduğu iddiası, yeryüzünü temizleme ve insanlık için yeni bir düzen kurma planları düşündürücüdür. Aslında halk kandırılmış, insafsızca harcanmıştır. Ülkelerin ülkelere, insanların insanlara saldırması, her birinin diğerinden korktuğu içindir. Her birinin diğerinin ideolojisine tahammülü olmadığı içindir. Hitler’in korku çıkışlı inançlara dayanan propagandaları dikkatle, ibretle incelenmelidir. Bilimsel açıdan, insan beynini; sürekli bazı tohumların serpildiği verimli toprak alanına benzetebiliriz. Burada en önemli, en kalıcı tohumlar ise; düşünceler, fikirler ve kavramlardır ama çoğunlukla bu verimli alana korku tohumu serpilir. Her insanın zihni verimlidir, berraktır. Asıl önemli olan; oraya ne tür bir tohumun ekilip üretildiğidir. Konuyla ilgili olarak ele aldığım Hitler’in; halkın bilinçaltına gönderdiği, korku ve savaşın gerekliliği isimli tohumlar çok hızlı büyümüş, ardından bilindiği gibi kitlesel ölümler gelmiştir. Çoğu insan, gerçekte bir ruh hastasının hastalıklı fikirlerini mantıklı kabul edecek kadar değişmiştir. Sözlerin olağanüstü etkilerini anladığımızda, ağzımızdan ne tür görünmez bir enerji çıktığını da anlamış oluyoruz. İnsan zihnine kasıtlı olarak ekilmiş bir korku ya da bir kuşku, ardı ardına felaketler getirebilir. Bir söz; küçük bir çengel atarak zihnimize girebilir, mevcut doğrularımızı, ilkelerimizi ve tüm yerleşik inanç sistemimizi iyiye ya da kötüye doğru değiştirebilir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, asla hayallere dayalı sözler söylememiştir. Sözleri, insanımızın karakterini anlatırken diğer ulusları incitmez ve saldırganlık içermez. Bir Türk cihana bedeldir derken, sadece manevi gücümüzü vurgulamıştır. Geldikleri gibi giderler derken: Barbar, işgalci ülkelere en güzel yanıtı vermiştir.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:31


#4 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:33

KULE GÜNLÜÐÜ / Kavrama Zorunluluğu

Milattan sonra 45 yılında doğup ve 125 yılında ölen, felsefe tarihinde önemli bir yeri olan eski Yunan düşünür ve ahlakçı Plutarkhos diyor ki: Gerçeğin araştırılması, Tanrı’nın isteğidir. Bilimsel verilere göre: İnsanın gözleriyle algıladıkları, yalnızca ışık aracılığıyla gözlerine yansıyan titreşimlerden ibaret ve bu titreşimler beyni tarafından imgelere dönüştürülüyor. Eğer insanın gözleri daha yüksek frekansları algılayabilecek bir kapasiteye sahip olsaydı baktığında çok farklı bir dünya görebilirdi. Yerçekiminin etkisiyle ağırlığımızı hissediyoruz ve böylece sabit durabiliyoruz. Dünya adı verilen gezegenin kabuğunda koşuşturuyoruz. Durduğumuz nokta, düz gibi görünse de aslında büyük, topa benzeyen bir cisim. Bu cisim güneşin etrafındaki gezegenlerden biri. Güneş ise yaklaşık yüz milyar yıldızdan oluşan Samanyolu dediğimiz galaksinin kıyılarında dolaşan orta büyüklükte bir yıldız. Samanyolu; mevcut teknoloji cihazlarıyla saptanabilen yaklaşık 200 milyar galaksiden biri. Yani bu 200 milyar galaksi bizim evrenimizi oluşturmakta. Evrenimiz, sonsuzluk içindeki evrenlerden yalnızca bir tanesi. Sonuçta çok büyük rakamlarla açıklanabilen mükemmel sistemler ve tasarımlar. Yıldızların, renklerin bitmeyen dansları. Astronotlar dünyayı uzaydan izledikten sonra, çok farklı bir bakış açısı kazandıklarını ve her şeyin anlamının birden değiştiğini ifade etmişlerdir. Demek ki yaşam tablosunu, ne tür bir çerçevenin içine oturtursak anlamı ona göre biçimleniyor. Algılama ve bakış açısı, yaşamın niteliğini belirleyen en önemli unsurlar. Yani bilinç. Fakat en yüksek bilinç düzeyinde bile insanın, evrenin görev ve işleyişi hakkında yeterli bilgilere ulaşması mümkün değil. Çabalarıyla kendi görüş açısını genişletebilen insan için bu acılı - problemli yaşam, sadece bir deneyimden ibaret. Bütün canlılarda olduğu gibi, insan kendisini pusuda bekleyen ölümle tanıştığında asla direnemiyor, tüm donanımlarıyla ve kazanımlarıyla toprağa karışıyor. Yaşadığı sürece aklını, enerjisini dikkatli kullanabilirse kendi varlığını yüceltebiliyor ancak.

Dünyanın Son Durumunu Sorgularsak: Mutsuzluk ve doyumsuzluk salgın hastalık gibi. Mutluluk reçeteleri artık işe yaramıyor. İdeolojilerin sunduğu vaatler insanları gerçek anlamda mutlu edemeyecek kadar basit kaldı. Bütün politik söylemler demode oldu ve her şey sis bulutuna doğru ilerliyor ne yazık ki. Ülkeler karışıklık içinde. Köklü bir değişime gereksinim duyuluyor. Yeni anlayışlara, yeni projelere gereksinim duyuluyor. Alışkanlıklar, ilişkiler; toprağı selde yıkanıp giden kayalar gibi sivrildi. Kaba bir tanımla: Sırıttı. Oralara atılan tohumların yeşermesini beklemek büyük saflık olur. Elimizdeki gerçek değerlerin ne olduğunun hesabını yapmak zorundayız. Dünya mutlu bir yer olmalı hepimiz için. İnsanlar, yanlış görüşlerinden kurtuldukça, onlardan boşalan yerlere çok daha iyi bilgileri ve asıl önemlisi, erdemlerinin gelişmesine yardımcı bilgileri doldurabilmeliler. Klasik korkularımız geçmediği için mutlu değiliz, mutluluğu satın almaya çabalıyoruz sadece.

Dün ne yaptık ? Bugün ne yapıyoruz ? Kanımızı dondurmaya çalışan, bizi güçsüz bırakmaya çalışan dış güçleri daha yakından tanımalıyız. Sevimli yüzleriyle yoldaşlık eden fakat gerçekte düşmanımız olan egemen, sömürücü ülkelerle aramızdaki mesafeyi yeniden gözden geçirmeliyiz. İçimizde ve dışımızda yeniden yapılanmadığımız sürece topluma dair bütün kurtuluş fikirleri, kandırmadan öteye geçmeyecek. İnançlı ve yurtsever bireyler, geleceğimiz için tek yumruk olmalılar. Kapıdaki küresel canavarlar her geçen gün çoğalıyorlar. Uyanık kalmak zorundayız. Omuzlarımızdaki yükler ağır. Biri ittiğinde belimiz kırılmasın.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:31


#5 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:34

KULE GÜNLÜÐÜ / Kırmızı Mektup

Sevgili Ingeborg merhabalar

Henüz kahvaltı yapmadım. Yazacaklarımı düşünürken önümdeki çayı da unuttum. Umarım iyisindir. İyi olmaya, moralini yüksek tutmaya çalış ve dostlarını elinden geldiğince yaşat.

Bir uçağın, hava koşulları ya da iniş takımlarının açılmaması nedeniyle, ineceği alanı sıyırıp geçmesini düşün. İnsan ilişkilerinde de bu gibi benzerlikler var. Önceden araştırmalar yapılarak yola çıkıldığında bile yıkımlar yaşanabiliyor, tarafların başı ağrıyabiliyor. Sakın yanlış anlama, bugüne kadar arkadaşlık etmek istediğini belirtip, hiç beklemediğim anda bırakıp giden insanlarla çok karşılaştım. Görüşmelerimizin doğal, sıcak geçmesini ikimiz de istiyorsak: Bunu hissettirmeliyiz. Meraka dayalı sorulardan çok sıkılıyorum. Konu ne olursa olsun, hayal kırıklığı yaşayacak yaşım geçti. Senin için de geçerli bu.

Dile kolay, koskoca Berlin. Orada nasıl yaşıyorsun bilmiyorum ? Bilmediğim çok şey var ama hayatın senin. Fotoğraflarını inceledim. Mesajların çok güzel. Belki günün birinde buluşuruz ama o gelecek güne yatırım yapar gibi sana iyi görünmek amacında olmadığını tahmin edebilirsin.

Yakınlarım öldüler. Devlet kademesinde, sanat çevrelerinde sevilirim. Annemi çok önceden, babamı da iki yıl önce kaybettim. Uzun yıllar, tekerlekli sandalyesinde felçli babacığıma severek baktım. Kıyamadım yanından ayrılmaya. İsveç’e gidecektim, gitmedim. Bazı öğretim üyeleri: Arkadaşım lütfen git, buralarda değerin bilinmez, sefil olmanı istemeyiz diye sevgilerini gösterdiler. Olmadı. Olmadı diye yakınmıyorum. Ülkemi, toprağımı seviyorum.

Yaklaşık beş yıl önce bir balerin vardı. Sigara içeceğim. İçim tuhaf oldu. Kaybettim. Filmlerdeki gibi arabasıyla uçuruma düşmüş. Alkol alırdı, depresifti ama içi güzeldi.

Dışarıdan hoş görünümlü biriyle tanışmak için uzun uzun düşünüyorum. Güzellik, estetik yalnızca görüntüyle ölçülemez. Yanılgı yaşanabilir. Bir zaman, içimden geldi; sabaha kadar masajlar yaptım, arkadaşın yoğun tedavilerde iyileşmeyen ağrıları kayboldu, yorgunluğu kalmadı. Kendisi de çözemedi. Şiirlerimi dinlerken hortuma kapılıp gökyüzüne yükseldi. Dünyadan çıkıp gitti. Bir zaman, içimden geldi; deniz kıyısında oturduk bütün gece öpüştük, üstümüzde yağmur. Hayatımın kadını sandım. Fakat çok geçmedi, bencil yapısı, kompleksleri açığa çıktı. Beni değil, tüketimi seviyordu. Birini tüketerek ayakta kalıyordu. Bencilliğine dayanamadım, uzaklaştım.

Aşkı - fedakarlığı isterken, doğru insan mı acaba kaygısını duyuyorum ? Belki yapayalnız ölür giderim, bir çok insanda görüldüğü gibi. Olabilir. Belki seninle görüşmek beni hep rahatlatır. Günlük hobiler teselli edici. Asıl önemli olan: İnsanın kendini gerçekleştirebileceği ve kendi içindeki güzelliği paylaşabileceği birini yaratması. Gerçek bir dost yaratmak yani. Masum çocuğa benzettiğim yüreğimi, usulca kucağına bırakabileceğim insanı arıyorum. Bulurum ya da bulamam. Bulduğum insan, kucağındakine nasıl davranır, kendinden ne verir, bilemem ?
İrade, mantıkla birlikte kararlar alıyor ve bu kararlarda bilinçaltı da etkili. Bu akşam yalnızca salata yedikten sonra yaklaşık beş kilometrelik bir yürüyüşe çıkacağım. Gözlerim gökyüzündeki yıldızlarda dolaşacak ve çok şey düşüneceğim. Sana sayfalar dolusu yazsam da beni uzaklardan anlayabilir misin ? Sen bana, dünyandan sevgi ışıkları gönderen küçük kırmızı bir fener olabilir misin ? Uzun sürecek arkadaşlık, özel sözlerle başlar. Duygudan soyutlanmış: Nasılsın iyi misin, Günlerin nasıl geçiyor sözleriyle, ne sen ne ben kurtuluruz. Benim aradığım: Gerçek dostluk, duyguların aktarımı, hayallerin paylaşımı ve gerektiğinde kendini adama ( en son, en uzak aşama ). Sevgili Ingeborg, bu görüşümün altını çiziyorum: Adama olayı çoğu insanı aşar. Çünkü seksin de ötesinde bir eylemdir ve her insan başaramaz. Erdemlere sahip, güzel bir insan: Sever, iyilikte bulunur, ziyaretine gider ama kendini bütünüyle adayamaz. Doğuşundan varolan egoları engeldir. Aklıma geldi: Eski dönemlerde Moskova’da yaşayan sanatçı bir çift, aşırı yoksullukları nedeniyle ekmek ve şarap alamadıklarında, erkek demiş ki ( alçak ses tonuyla, biraz da korkulu ): Hiç bir şeyimiz yok şu an. Saçlarını kesip satabilir miyiz, kabul eder misin ? Kadın hiç düşünmeden evet demiş. Başının saçsız kalması hiç önemli değil, asıl önemli olan sonsuz bağlılıklarıymış.

Aramızdaki iletişim çoğalır ya da eksilir. Kimse kimseye muhtaç değil ama güzel olanı yaşatmak gerekir insan olarak. Hoşça kal. Mutlu kal.

Şair Hüseyin EVCİL

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:33


#6 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:36

KULE GÜNLÜÐÜ / Gri Bulutlar

Kültür Bakanlığı desteğiyle yapımı gerçekleştirilen, Eve Giden Yol isimli film mutlaka izlenmeli.

Bu başarılı filmde: Oyuncularımızın aldıkları rolleri mükemmel canlandırmaları bir yana, doğa ve olayların yaşandığı mekanlar çok hoş. Konular, tarihimizi yansıtıyor. Çekimler, Antakya çevresinde yapılmış: Dönemin gelenekleri, kıyafetleri, konaklar, kervansaraylar, devletin gün geçtikçe kendi otoritesini koruyamaması, tedirginlik, yoksulluk, cephelerdeki son çırpınışlarımız, çöllerde kavrulan insanlarımız izleyiciler açısından gerçekten etkileyici. Ben çok beğendim.

Filmin bazı sahnelerinde tuhaf oldum. Yalnızca gerilmekle kalmadım, oturduğum koltuktan kalkıp gitmek istedim. Çünkü görüntüler, konuşmalar, insanın yüreğine saplanan türden. Kaç kez gözlerim doldu. Dedelerimizin, güç koşullarda, inançlarını asla yitirmeden, vatana karşı sorumluluklarını nasıl yerine getirmeye çalıştıklarını görmekle çok duygulandım.

İngiltere, bütün Arap topluluklarını kandırarak, Türklere karşı kışkırtarak, Osmanlı İmparatorluğu adına o bölge topraklarını koruyan askerlerimizin imha edilmelerini sağlıyor. Bir vahşet yaşanıyor.

Çöl ortasında, çemberde direnen birliğimizin, İngilizler ve Arap destekçileri karşısında, ne yazık ki çıkışları yoktu. Su, yiyecek hiç kalmamıştı. Suya ulaşan yol kesilmişti. Kendi kaderimizle baş başa, zamanımızı doldururken, İngiliz General haber gönderip görüşme talebinde bulundu. Talebini kabul ettik. Karşılama ve bakışmalar görülmeye değerdi. İngiliz, silahlı korumalarıyla gelirken, Arap Şeyhi de onun arkasında, gönüllü sekreteri gibi davranıyordu.

Görüşme bizim çadırda, ayakta yapıldı. Sadece bir - iki dakika ve biz, gelenlere kapıyı gösterdik. Çünkü karşı taraf, kendi malzeme üstünlüğüne güvenerek ve bizi küçümseyerek: Silahlarınızı teslim edin, canınızı kurtarın, daha böyle kaç gün dayanabilirsiniz ki dedi ? Sizin intihar edecek merminiz kaldı mı acaba dedi ?

Paşa, koşullar nedeniyle üzgündü fakat ezik, umutsuz değildi. Başı dikti. Düşündü, gezindi. Düşünürken, çadırının önünde nöbet bekleyen askerin yüzüne baktı bir ara, ayakta uyuduğunu gördü. Nöbetçiye sert biçimde: Sıkı dur dedi ama aldığı sesli uyarıyla gözünü açan askerimiz yıkıldı ve oracıkta hemen öldü. Hayatta kalanlarla, son bir hamle yapılması, böylece bir grup insanımızın kurtulması düşünüldü. Bu derhal uygulandı. Düşman çemberi yarılmış oldu.

İngiliz birliklerinin, çöl ortamında kullandıkları değişik silahlardan başka, eski model uçakları vardı. Bu çok önemli. Diledikleri bölgeleri, özellikle içinde asker gönderildiği istihbaratını aldıkları trenlerimizi bombalıyorlardı. Araplar ise, yakaladıkları Türkleri, develerin arkasına bağlayıp yerlerde sürüklüyorlardı. Çöllerde can pazarı: Din kardeşi olduğu halde sırtımızdan vuranlar, kan ve şiddete doymayanlar, ahlak ve vicdan yoksunluğu, cahillik, insanın yüreğini burkan işkenceler.

Filmin başka sahnesinde: İngiliz General, içindeki düşmanlığını yenemediğinden, Selahattin Eyyubi’nin türbesine geldi. Saygısızca içeri girdi. Çizmesini, o değerli komutanın mezarına dayayarak, şöyle dedi ( alaycı, gururlu ve tehdit kokan bir tarzda ): Selahattin, sen izin vermedin ama bak biz yine geldik. ( itici, kompleksli hali hep belirgindi ).

Kalbimin atışları hızlandı. Filme iyice yoğunlaşmışım.

Mezar, her şeyin üzerinde bulunan bir makamdır, kime ait olursa olsun. Ölüyle tartışmaya girmek, büyük bir zayıflık ve çok iğrenç bir psikoloji.

Selahattin Eyyubi (1138 - 1193) bilindiği gibi, tarihte, Haçlı Seferinde oynadığı büyük rol dolayısıyla anılmaktadır. Filistin’i elde tutmak için Hıristiyanlar’a karşı mücadele etmiş, olağanüstü cesareti nedeniyle, İngiltere Kralı 1. Richard’ın da bulunduğu tüm batı hükümdarlarınca, takdir ve saygı görmüştür.

Bunlar geçmişte kalanlar. Önemli olan: İngiltere’nin, uzun vadeli planlarını yaşama geçirmesi. Ortadoğu üzerindeki egemenliği ve halen sürmekte olan denetimi. Zaten çoğu İslam ülkelerinin yöneticilerinin batı hesabına, severek çalıştıkları bilinen bir gerçek.

Günümüzde, artık gizli saklı tarafı kalmayan başka büyük tehlike: Aynı İngiltere, ABD yardımıyla Türkiye’yi parçalamak istemekte, Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalar yayınlamakta. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, etnik ve dini zeminlerde, iç karışıklık çıkarmayı amaçlamakta. Kukla Kürt Devleti ve Ermenistan üzerinden tansiyonumuzu yükselten projeler hazırlamakta.

Canavarlar canlandılar: Emrediyorlar ve emirlerinin kabul edileceğini sanıyorlar.

Geçtiğimiz aylarlarda, ciddi basın kaynaklarında ve yorum merkezlerinde vurgulandığı üzere: Rusya Genelkurmay Başkanı Yuri Baluyevski önemli bir açıklama yaptı. Rusya’nın, SSCB döneminde ABD ile imzalanan, Kısa ve Orta Menzilli Füzelerin İmhası Anlaşması’ndan tek taraflı olarak vazgeçebileceğini belirtti. Baluyevski: Anlaşmayı kendilerinin tek taraflı geçersiz ilan etmeleri için, ellerinde Washington’a sunabilecekleri çok sayıda kanıt olduğunu söyledi. ABD, füze kalkanı projesine devam etmektedir. Bu sistemlerin Çek Cumhuriyeti ve Polonya’da kurulmasıyla ilgili hazırlanan planları biliyoruz. Birçok ülke, füzelerini geliştirmeye ve modernleştirmeye çalışıyor. Ancak Rusya, imzaladığı anlaşmaya uyarak bu füzelerin kopyası olmayan teknoloji bilgilerini sildi. Anlaşmadan vazgeçmek için en geçerli neden: Taraflardan birinin diğerine sağlam kanıtlar göstermesidir dedi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise ( Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşma ): Amerikan yönetiminin, ulusların sınırlarını değiştirmek hedefiyle, kendi sınırlarını aştığını ve bunun dünyadaki istikrarı bozduğunu söyledi.

Putin’in Uyarıları Şunlardı ( özetle ):
1) Bir ülkenin tek başına hareket etmesi dünyada her zaman daha fazla acı getirdi. ABD birden fazla alanda sınırlarını aştığı gibi herkese isteklerini kabul ettirmeye çalışıyor.
2) Hiç bir ülke, kendini güvende hissetmiyor. ABD politikaları dünyada silahlanmayı teşvik ediyor.
3) Irak işgali en son çare olmalıydı.
4) Romanya ve Bulgaristan’a ABD füzeleri yerleştiriliyor.
5) İran yönetimi nükleer çalışmalarının barışçı amaçlı olduğunu açıklıyor. Bu açıklamaların dikkate alınması daha verimli olacaktır.

ABD Savunma Bakanlığı: Günümüzde kimsenin Rusya ile soğuk bir savaş istemediği, Doğu Avrupa’daki füzelerin NATO üyelerini korumaya yönelik oldukları kısa açıklamasını yaptı. Elbette bu sözler inandırıcı değildir.

Savunma Bakanı Gates’in, kısa bir süre önce Temsilciler Meclisi’nde konuşurken, Şer Ekseni içinde saydıkları: İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkelere, Rusya’yı ve Çin’i de eklemesi tepki görmüştü.

Dosyalar kapatılmıyor. Emperyalizm daha çok şeyler dayatacak yoksul halklara. Çünkü şirketler doymadılar.

Bize dönelim: Ufkumuza değil, doğrudan yüreklerimize saldırı var. Dağılmadan yaşamaya, ilerlemeye devam edebiliriz ( ancak üç maddeyi benimsediğimizde ): Gücümüze inanarak, birbirimizi gerçekten severek, disiplin içinde çalışarak .

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:33


#7 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:38

KULE GÜNLÜÐÜ / Yılan Yumurtaları

Kafamızdaki kaygı verici bilgilere her gün bir yenisinin daha eklenmesine alıştık sayılır. Amerikan füze sistemlerinin, Doğu Avrupa’dan sonra Türkiye’ye yerleştirilmesi için, NATO yetkilisi Victoria Nuland, 5 Mart tarihinde, Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’nda resmi görüşmelerde bulunmuş ve sohbet sırasında, ön yargıyla: Türkiye’nin şu anda, İran füzelerinin tehdidi altında olduğunu söylemişti.

Her zaman, bu gibi batılı misafirlerin saptamalarını gülümseyerek dinledik.

Geçmişteki soğuk savaşın en belirgin yanı, nükleer silahlanmaydı. Dünyadaki güç dengelerinde, ülkemiz NATO içinde yer aldı ama 90’lı yıllardan sonra çok şeyler değişti. Rusya ile ciddi bir ekonomik işbirliği sağladık. Türk firmaları Rusya’da iş alanları yarattılar. Karadeniz’in güvenliği ve enerji konularında ortak politikalar ürettik. 16 bağımsız Türk Cumhuriyetiyle daha çok muhatap olduk. Bunların bazılarıyla geçmişten gelen akrabalık bağlarımız bulunuyor.

Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunların asıl amacı ve hedefi: Anadolu topraklarının dokusunu bozmak. Etnik kimlikler kışkırtılarak, emperyalist fikirleri canlı tutmak.

Yönetime gelen bütün iktidarlarımız, ne yazık ki ağır borç yükü altında kaldıklarından, uluslar arası kuruluşların politik ve ekonomik dayatmalarına karşı koyamadılar. Son zamanlarda, bazı finans, medya ve sanayi şirketleri ile topraklarımızın bir bölümü, doğal kaynaklarımızın bir bölümü yabancılara devredildi. Ürkütücü olan: Yeni Dünya Düzeni’ne bağımlı hale getiriliyoruz.

Vatanın bütünlüğünün korunması, Türkiye’nin birinci görevi. Üniter devlet yapısını bırakıp eyaletlere geçmek, intihardır. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’da yaşandı bu. Kopan, daha doğrusu, koparılan parçalar artık birleşmeyecekler. Egemenler, iç çökertme işini oralarda başarıyla tamamladılar.

Maliye Bakanlığı’mızın: TRT ve PTT kurumlarının özelleştirileceği açıklaması tepki görmüştü. Türk Haber - Sen Başkanı İsmail Karadavut, 27 Şubat 2007 tarihinde Maliye Bakanlığı önüne siyah çelenk bırakmış ve şunları söylemişti: Hükümet kurumlara tüccar gözüyle bakıyor. PTT, 166 yıldır görevini başarıyla yapmaktadır. 50 bin kadrosu bulunan PTT Genel Müdürlüğü’nde çalışan sayısı 25 bine düştü. IMF’ye sözler verildiği için, kurumlara personel alınmıyor. Cumhuriyetin kurumları birer birer elden çıkarıldı. Özelleştirme adı altında önemli kurumlarımız yabancıların eline geçti. Bunlar topla, tüfekle ülkemizi işgal edemeyenlerin bir oyunudur.

Aynı yemeğin ısıtılıp sunulduğu gibi, Osmanlı döneminde Ermenilere karşı soykırım yapıldığı iddiaları ve iftiralarıyla, günümüz Türk insanı incitiliyor. Bizi insafsızca suçlayanların kendi geçmişlerinin ne kadar kirli olduğu belgelerle ortada.

Birlikte göz atalım:
1) 1950 yılından sonra, Kıbrıs Rumları, Enosis ve Megali Idea gibi kutsal saydıkları amaçlar doğrultusunda binlerce Kıbrıs Türkünü organize biçimde, vahşice katlettiler. Her yerden toplu mezarlar çıktı. Fakat çetelerden hiç hesap sorulamadı. Katillerin yargılandıklarına, ceza aldıklarına dair açık, resmi bir bilgi yok.
2) Biraz daha geriye gidelim: 1829 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla, Mora’da bulunan Türkler göç etmeye zorlanmış, o sıralarda 20 bin Türk katledilmiş. 1923 yılında Lozan’da imzalanan Türk ve Yunan azınlıkların karşılıklı mübadelesi anlaşmasının ardından, Batı Trakya bölgesinde yaşayan 400 bin Türk, hukuki, kültürel ve dini haklarının kısıtlanması üzerine, bölgeyi terk etmek zorunda kalmış.
3) Almanya, ünlü diktatör Adolf Hitler önderliğinde ( 1933 - 1945 ), yeryüzüne egemen olma hayalleriyle, Büyük Alman İmparatorluğu’nu kurmak, mükemmel, üstün bir ırk yaratma hedefleriyle, diğer uluslardan yaklaşık 21 milyon insanı, kurşuna dizerek, toplama kamplarında yakarak, gaz odalarında zehirleyerek soykırımın en ağır biçimini uygulamış. Almanlar işgal ettikleri diğer ülkelerde 2 milyon civarındaki Yahudi’yi vurmuşlar, asmışlar.
4) Danimarka gibi uygar geçinen bir ülkenin de, ikinci dünya savaşı sonuna doğru, ilerleyen Sovyet Ordusundan kaçan ve Danimarka’ya sığınan 250 bin masum Alman mülteciyi, duyarsızca ölüme terk ettiği biliniyor.
5) Savaşlardan, silahlardan, darbelerden ve zararlı teknolojilerden sorumlu ABD’nin sicili, oldukça karanlık. Soykırımlara; göz diktiği toprakların asıl sahipleri olan Kızılderilileri katletmekle başlamış. İkinci Dünya Savaşı bitiminde, İngiltere ile birlikte hareket ederek, Dresden’e sığınan Alman göçmenlerin üzerine 3 gün süreyle bomba yağdırıyor. Bu saldırılarda ölen çocuk ve kadın sayısı: 200 bin kişi. Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan iki adet atom bombası sonucu 135 bin kişi ölüyor. Vietnam işgali, 70 bin kişinin ölümüyle sonuçlanıyor. ABD, Felluce’de modern silahlarla, sivil halktan tam 1500 kişi öldürdü. Lancet’in araştırmasına göre: Irak’ta ABD işgali nedeniyle ölen sivil insan sayısı 700 bine yaklaştı.

Tarihimizde olmayan bir soykırımı, varmış gibi göstermekle, Haçlı ruhu Türkiye Cumhuriyetine saldırıyor. İngiliz televizyonu BBC’nin, 27 ülkede yaptırdığı yeni bir ankete göre: Türkiye, Avrupa Birliği’nden çok uzaklaşmış.

Sonuç olarak, güvenilir kaynaklardan şu bilgileri öğreniyoruz ( özetle ):
Ermeni soykırımı iddiaları, sadece kasıtlı propagandalar olup, gerçekler çok farklıdır. O tarihte iki devlet arasındaki savaşta, Çarlık Rusya’sı ordusunda, Türkiye’ye karşı 200 bin donanımlı Ermeni askeri savaşmış. Fransız ordusu içinde de, 5 bin Ermeni genci, Fransız giysileri giydirilerek, Türkiye’ye karşı cepheye sürülmüş. Rus ve Fransız ordusu güdümünde savaşan Ermeni askerlerin çoğu Türklerle çarpışmaları sırasında ölmüşler. Ayrıca 1920 ve 1921 yıllarında Ermenistan’ın Türkiye’ye saldırıları olmuş. Rusya tarafından silahlandırılan Ermeni Gönüllü Birlikleri, Türk ordusunu içinden vurmuş, köylerde uyguladığı şiddet sonucu, her iki taraftan da kayıplar olmuş, iki halk arasında karşılıklı çatışmalar yaşanmış. Ancak Ermeni askeri güçleri, emperyalist devletlerin oyuncakları olurlarken, Türkler kendi vatan topraklarının savunmasını yapmışlar.

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’dan kalan toprakların paylaşım savaşı gibi de düşünülebilir. Zayıflamış bir imparatorluk 6 ayrı cephede savaşıyor. Ermenilerin Ruslarla birlikte bizi sırtımızdan vurmasına: İhanet denilebilir. 1878 yılında, İstanbul Ermeni Cemaati, Edirne’ye gelen Rus Başkumandan Vekili Grandük Nikola ile görüşerek Rus Çarına bağlılıklarını bildiriyor ve özerklik istiyor. Ermeniler, büyük devletlere güvenerek kan dökmeye 1890’lı yıllardan başlıyorlar. Samsun ile Mersin arasında çizilecek bir çizginin doğusunda ( onlara göre ) Büyük Ermenistan kurulmalıdır. Bu amaçla, Taşnak Partisi ve Hınçak örgütü kuruluyor. Osmanlı Bankası baskını, Abdülhamit’e suikast gerçekleştiriliyor.

Atatürk’ün Sağlığında Söylediği Uyarıcı Sözlerinden:
Kürtlerin devletten ayrılarak bağımsız Kürdistan kurmalarını tasvip etmem. Çünkü bu muhakkak Ermenistan lehine kesinlikle İngilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır.
( 16 Haziran 1919 )
Doğu Anadolu’muzu Ermenilere çiğnetmeye yol açacak Kürdistan Teali Cemiyeti gibi çok zararlı bir teşkilatın, vicdan yerine yabancı parası taşıyan serserilerin memleketimize ekmek istedikleri fesat tohumlarının Dersim’de revaç bulmuş olması üzüntü vericidir.
( 9 Kasım 1919 )
Bizi Kurtuluş Savaşı vermek zorunda bırakan İngiltere olmasına rağmen, Anadolu’da hiç çarpışmadığımız İngiliz ordusu ile Musul için, Musul’un kuzeyinde çarpıştık ve çok önemlidir. Dumlupınar’daki 30 Ağustos zaferinin ertesi günü, 31 Ağustos’ta İngiliz ordusuna karşı Derbent zaferini kazandık. Musul bizim için çok kıymetlidir. Sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. Bunun kadar önemli olan: Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil ettikleri takdirde, bu fikir bizim hudutlarımız dahilindeki Kürtlere de sirayet edebilecektir.
( 16 Ocak 1923 )

Savunma Bakanı Robert Gates, bir açıklamasında: ABD’nin Irak’ta, uzun süreli dönem için askeri varlık bulundurabileceğini belirterek, Güney Kore ve Almanya’da bulunan üsleri örnek gösterdi.

Emekli Tümgeneral Osman Özbek ise, bir programda, ABD’nin PKK’ya verdiği desteği somut bir şekilde anlatırken şöyle dedi: ABD, PKK’nın silahlı kalmasını istiyor ve öyle kullanmaya da devam edecek. Fakat asıl amacı: Kürdistan devletini Türkiye’ye doğru genişletmektir.

Bıçak kemiğe dayandı. Çok kan kaybettik.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:34


#8 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:40

KULE GÜNLÜÐÜ / Kaygılar Ekledim Sevgilerime

Merkezi, Londra’da bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün hazırladığı, 2007 yılını kapsayan Askeri Dengeler raporunda: Türkiye’de halen etkili olan, PKK terör örgütüyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriliyor. Uzaktan kumandalı, model uçaklarla saldırılar planlandığı, önemli istihbarat olarak bu raporda belirtiliyor. İlginç, düşündürücü: Söz konusu model uçakların, İsrail yapımı olduğu ve 10 kilometreden daha uzak mesafelerden bile kontrol edilebildiği bilgisi veriliyor. Raporda: Örgütün, sürekli silah yenilemekte olduğu uyarısı yapılıyor.

Bu anlatımlardan anlayabiliyoruz ki, problemin çözümü uzatılıyor. Kaç yıl daha uzatılacağını, mevcut İngiltere ve ABD yönetiminin arkasında bulunanlara sormak gerekiyor ama onlara ulaşmak olanaksız. Mars gezegenine gitmeye benziyor. Geriye sağlam dönemeyebilirsiniz.

Hangi ülkenin, hangi ülkeye karşı nasıl bir tavır alacağı, hangi ülkeler arasında kalıcı bir düşmanlığın başlatılacağı gibi karanlık planlar, belirli tarihlerde yapılan basına kapalı toplantılarda, organize ediliyor. Öteden beri, Avrupa’daki büyük mason localarında çok gizli kararlar alınıyor. Masaya yatırılan bir ülkenin iç organları ve misyon sorumluları, gelecek zamanlar için, inceleniyor. Sahneden silinecekler, müzeden gün ışığına çıkarılacaklar görüşülüyor.

Emperyalizm kudurdu diyebiliriz. Ulus devletlerce önünün tıkandığını düşünüyor. Yoksul halkları acımasızca eziyor, birbirlerine kırdırıyor. Hedef seçtiği devletlerin en hassas kurumlarına saldırıyor ( din, ordu, yargı ).

Yaşamımıza yerleşen yanlış bilgilerin ve dış uyaranların nereden geldiklerine dair yapılan açıklamalar komik, saçma. Fakat alınan bu bilgiler, güçlenerek etkilerini sürdürebiliyorlar. Acı olan: Eğitimi zayıf insanların, çürümüş fikirlere inanmaları. Üzerinde düşünüp özgürce karar aldıklarından mı, yoksa girdikleri atmosferde yakalandıkları elektrik akımının etkisinde kalarak boyun eğmelerinden mi ( psikoloji penceresinden incelenebilir ) ?

Televizyondaki bir haber nedeniyle, yaptığım işi yarım bıraktığım, iştahla yediğim yemeğin boğazıma takıldığı, gözlerimin dolduğu, sinirlerimin bozulduğu çok oldu. Bazı haberlerin dağıtımını doğru bulmuyorum. Ekonomik problemler, ruh hastalarının işlediği suçlar, bu kadar tırmalayıcı biçimde sunulmamalı. Ayrıca, batı ülkelerinin televizyonlarına baktığımızda: Hükümet ya da parti temsilcileri, her gece ekranda konuşmuyorlar, konuşmazlar. Devletin yüksek makamında oturanların konuşmaları, kısa, düzeyli geçer.

Bizdeki tekelleşmiş medya: Toplumun; neyi, nasıl düşünmesi, istemesi ya da reddetmesi yönündeki çalışmalarında çok başarılı. Çünkü bir başlık, bir fotoğraf, çok şey demek. İnsanların sakin dünyalarını bir anda alt üst edebilecek kadar sarsıntı demek. Böylelikle güçlü zeminler kuruluyor ve saf düşünceler boğularak, hazırlanmış bir kalıba sokuluyor.

Irak Devlet Eski Başkanı ile ilgili yorumlar ne kadar belirgindi. Günlerce, elinde tüfekle havaya ateş ederken çekilen görüntüler verildi. Saddam: Purosu, fötr şapkasıyla, tehdit eden, gösterişli bir kovboy gibiydi. Unutmuş olamayız, üzerinden çok geçmedi çünkü. Komşumuzu aşağılayan, çöplüğe çeviren gelişmiş ülkeler, aslında insanlığın kaderiyle oynadılar.

Küresel ısınma felaketi kapıdaymış. Yıllardan beri füze denemelerini biz mi yaptık, yerküreyi biz mi ısıttık ? Barışçı, demokrat görünümlü canavarların işleri. Nolderun şöyle diyor: Hiç bir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz.

Gençlerimiz, teknoloji araçlarından yağan negatif yağmurları sünger gibi emiyorlar. Saf zihinlerine giren tehlikeli duygular, olası bir saldırı nedeni aslında.

Yoğun düşüncelerin meydana getirdiği formlar, şuur alanında yaşam buluyor. Beslenmeye devam ederse, güçleniyor, netlik kazanıyor ve bir basınç oluşturuyor. Karakter, vicdan gibi değerlerde eksiklik varsa, bu basınç, şiddeti zorunlu kılıyor ( elektriğin boşalması ). Çıkarlarının zedelendiğini, zenginliklerini kaybedeceğini düşünen insanlara ya da topluluklara göre saldırı: Normal bir tepki. Düşünceler, hangi aktif noktadan besleniyorsa, dayatma altındaki insanlar, o sıcak akımın oyuncuları oluyorlar.

Basit, günlük tüketim programlarımıza, kendi varlığımızı kendi ellerimizle çivilersek; doğadaki yerimizi hissedemeyiz. İnsan gibi yaşamak, insan gibi ölmek için, kendimizi iyi tanımak, bizi kurban edebilecek duyguları keşfedip sorgulamak zorundayız.

Her geçen gün, tahrik edici, denge bozucu, öfkeyi harekete geçirici titreşimler çoğalıyor. Gerilim, stres bizi bitkin düşürüyor. Gereksiz hastalıkları çağırıyoruz. Hızla geliyorlar, ruhumuzu tartaklayıp gidiyorlar. Sağlıklı yaşamanın keyfini bırakıp başka ölçülere göre yaşadığımız için sıkıntılarımız hiç azalmıyor.

Şair Hüseyin EVCİL

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:35


#9 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:42

KULE GÜNLÜÐÜ / İnternet Üzerinden Tanışmalar

Hepimiz hayata farklı gözlerle bakıyoruz. Doğrularımız var. Fakat insan olduğumuz bilinci ve sorumluluğuyla bazı şeyleri çok önemsemek durumundayız.
Çünkü ufkumuzdaki sular berrak, temiz akmıyor.
Çünkü yolumuzda, mide bulantısına neden olabilecek maddeler çoğaldı.

Son zamanlarda giderek artan; istismar, kötüye kullanma sayılabilecek davranışlar ve gerçek dışı mesajlar nedeniyle üzülüyorum. Çünkü sayfa açan bazı kullanıcılar, samimi değiller, gerçek fotolarını kasten yüklemiyorlar. Yalana ve kışkırtmaya dayalı bir - iki arabesk sözle, kafalarında kurgusal, iddialı yaşam tarzları yaratıp, iltifat adı altında, basit söylemlerle gözüne kestirdikleri insanları incitiyorlar. Halk arasında dendiği gibi: Cılkı çıktı.

Yürüyen mutlu birlikteliğini nankörce yok sayıp, ekrandan bir başkasıyla tanışmak isteyen kişi, çekinmeden yalan ve yapmacık mesajlar gönderiyorsa, bunun davranış biliminde açıklaması: Doyumsuzluk, problemli kişilik, kompleksler, depresyon olabilir. Özel yaşamları yargılamıyorum ama sürekli gördüğüm, arkadaşlarımın da tanık oldukları şey. Bencillik ve dozunu aşan saygısızlık modası yayılıyor. Rol yapıldığı için, her şey beklenenden daha hızlıca tüketilmiş oluyor. Hep doğrular konuşulsa, yazılsa ne olur sanki ?

Bazı erkekler kendini gizleyerek, kadın rolündeler ve yine kendilerini çok farklıymış gibi göstererek, alanı işgal ediyorlar, yağmalıyorlar. Oysa yaşamları, sıradanın da sıradanı. Lezbiyen olduğu yalanını da ekleyenler var bilgilerine. Sanki bu bir erdemmiş gibi. Ne kazandıklarını merak ediyorum ? Her iki cinsle de tanışmak istediğini yazanlar, hayali arkadaş listesi hazırlayanlar, çok sayıda ilgilendiği ( aslında uzağından bile geçmediği ) şeylerin abartılı dökümünü yani bir yerden kopyalayıp yapıştırdığı saçmalıkları benim hobilerim diyenler, bayan isimleriyle Msn adresi alan erkekler, virüslü mail göndermekten haz alan sapıklar arttı. Nasılım ama, güzelim değil mi, sakın benden msn adresimi istemeyin diyen bayanlar. Kendi fotosu yerine, hep grafiklerle ya da alakasız resimlerle görünmek isteyenler …

Elbette bizler zekamızla, uzaktan kimin doğru kimin sahteci olduğuna kolayca karar veremeyiz ama ipuçları kendiliğinden dökülmekte. Tanrı Aşkına, en önemli bilgileri yazma zahmetine katlanmayan, başkalarının fotoğraflarını çalıp kullanan kişilerin, başkalarıyla diyalog kurmaya ne hakları olabilir ki ? İnsanlar bu şekilde mutlu oluyorlarsa, dilediklerini de ekrana yazabilirler diyemeyiz. Avrupa’nın özgür ülkelerinde bile insanlar birbirlerini incitmekten çekiniyorlar ( ileri derecedeki ruh hastaları hariç ). Ülkemizdeki laçkalık önemli boyutlara ulaştı.

Önceki yıl, sitenin birinde bir bayan, benim tanışma mesajımdan sonra: Canım bak şu ana kadar tam 2600 adet mesaj aldım. O mesajları bana enayi ve salak erkekler attılar. Zavallı yaratıklar, acınacak haldeler diye yanıt yazdı. Hanımefendi keyifliydi ve sevindirik durumunu başarı gibi aktarmaktaydı. Bilinçaltındaki öfke ve kini, feminist bir ambalaja sarıp erkeklerin kafasına fırlatmayı seviyordu. Sitede bulunma nedeni: Bir insan olarak diğer insanlarla güzellikleri paylaşmak değildi. Ağlarını atmış, sigarasını yakan balıkçılara benziyordu. Oysa asıl acınacak halde olan kendisiydi.

Başka bir durum ( daha acı örnek ) : herhangi bir bayanın yaşamında, dürüst - uyumlu bir erkek sevgili varken, yine de yedek liste oluşturma kaygısında. Karşı cinsi etkilemeye yönelik pozlarını yayınlıyor, dikkat toplamayı seviyor. Verebileceği bir şey olmasa bile, yaptığı reklam - gösteri ile çatlamış kişiliğini onarmaya çalışıyor. Güzelliğinin onaylanmasını bekliyor. Bir dilencinin elini açıp para beklediği gibi mesajlar bekliyor her gün. On Line olmak - hatta kalıp mesaj beklemek onun cephesinde günün önemli bir işi sanki.

Ahlakçı bakmıyorum. Vurgulamaya çalıştığım: Kişilerin fiziksel silahlarıyla, hem kendilerini, hem başkalarını kandırmaya çalışarak tatmin olmaları. Model ajanslarına başvurabilirler ( birikimleri, kültürleri yeterliyse ). Her insanın onuru - gururu var. Her insanın zamanı, duyguları değerli. Savaşlar ve cinayetlerden sonra yeryüzündeki en büyük saygısızlık şudur: Temiz bir insanı umutlandırıp, tıpkı hırsız gibi duygularını ve zamanını çalma girişimi. Bu eylemini: Sömürü olarak da tanımlayabiliriz.

Saygısızlıkta bulunanların değişmelerinin mümkün olmadığını biliyorum. Çünkü tarihte peygamberler dahi hastalıklı ruhlar karşısında pes etmişlerdir ama sadece izlemek, tepkisiz kalmak duyarlı insanların işi değildir. Yaşam, özgürlükle zorunluluğun bir karışımıdır diyor Alman felsefeci Goethe. Toplumda yaşadığımız sürece davranışlarımızdan sorumluyuz. Bu arada interneti soyutlayamayız.

Sanal diyalogların: Nezaket çizgilerinin dışına çıkılabilir gibi düşünülür olduğu ve resimlerin gelişigüzel kullanıldığı, kanalizasyon çukuru gibi komplekslerin boşaltıldığı bir yerde, kimileri, yani temiz düşünenler hep üzülecektir.

Aklıma geldi: Rahmetli edebiyat emekçimiz Can Yücel’e, zaman zaman küfürlü şiirler yazması nedeniyle katılmazdım. Tepkilerini daha ince aktarmasını beklerdim. Bu benim düşüncem. Sağlığında kendisine iletmiş değilim. İletsem dinlemezdi zaten. Kaç yaşından sonra.

Tanışmalarda: Emek harcamadan, duygu ortaya koymadan, gizlenerek seks yatırımı yapmaya çalışmak estetik değil. Hayvansal. Rüzgar böyle esiyor diye ben de etkili silahlardan yararlanarak yazmaya başlarsam; o zaman, kendim olmam. Neden başkası olayım ?

Silah kullanmak zaten korkak insanlara özgü bir seçim. Silah, ancak nefsi müdafaa için gerekli olabilir ( masum insana ya da vatan topraklarına saldırı ). Para da büyük bir silah ve hiç paslanmıyor. Fakat onunla; duygu, sevgi, karakter satın alınamıyor.

Pozitif, negatif, beynimizden yayılan bütün titreşimler atmosferi dolaşarak tekrar bize döner. Uzmanlarca kanıtlanmış kesin bir olaydır. Başkalarını aldatarak, inciterek keyif ve mutluluk sağlanamaz. Bu çabalar psikopatlığa giriyor.

Çevrenizde gerçekten birbirine aşık olan insanlara rastlıyor musunuz ? Ben söyleyeyim; o eskidendi, bitti. Günümüzde egolar, vahşi güdüler önde. Romantizm, romanlarda, filmlerde sıkışıp kaldı. Aşınma, yozlaşma katlanarak gidiyor.

Hobilerimizi, yeteneklerimizi paylaştığımız ölçüde anlamlı, güçlü ilişkiler kurabiliriz. Geyik muhabbeti denilen mantıkla, herkes birbirini kandırmaya devam eder, sürdürdüğü alışkanlığını normal kabul ederse: İletişimler tıkanır. Zaten günümüzde Msn adreslerinin kabarıklığı, kişilerin ihtiyaçlarına yanıt bulamadıklarının açık kanıtları. Mutlu insan, daldan dala atlayıp 100 tane adresle neden uğraşsın ?

Bugün güzel yaşıyor olmanın tadını çıkaralım. Arada bilgisayardan, televizyondan uzaklaşalım. Geceleri balkonda, elimizde çayla kendimizi gösterelim yukarıdaki yıldızlara. Kıskansınlar. Binlerce yıldır ışık saçıyorlar ama özgür değiller. Konuşamazlar, buluşamazlar. Buluşamayacaklar.

Biz insanız. Bu ne güzel bir şey: Düşünmek, hissetmek, gülümsemek, ilkelere göre yaşamak ve dostları mutlu etmek.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:36


#10 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:44

KULE GÜNLÜÐÜ / İnsan Olmak

Ufkuma titizlikle dizdiğim: Yaşamımı nasıl sürdürüyorum. Neyin, ne kadar farkındayım gibi soruları seviyorum. Yorgunluğuma yenilip uyusam, kendimi akıntılara bırakarak yaşasam, yaşama en küçük bir anlam katamam.

J. J. Rousseau diyor ki: En çok yaşayan insan: En çok yıl geçirmiş olan değil, yaşamı en çok hissetmiş olandır. Yaşadığım coğrafya, dostlarım ve deneyimlerim önemli. Duygularım çok önemli. Fakat doğanın güçlü pençelerinin, benden büyük parçalar koparıp, yüreğime kaya tuzu dökmesini nasıl önleyebilirim ? Mümkün değil. Bildiğim çemberin çevresinde bekleyen yüksek duvarları aşmak kolay değil.

İşte yaşamın sıcak çemberlerinde büyük savaşlara giren özel kişiliklerin, her biri üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken sözleri. Okuduğumda titredim. Kaçamadım.
______________________________________________________

- Üstün insan kendinden verir. Sıradan insan başkalarından alır.
Konfüçyüs

- Tuttuğun her şeyden ziyade, yüreğini koru. Çünkü hayatın kaynakları ondandır.
Hazreti Süleyman

- Hayat geriye doğru anlaşılabilir. Fakat ileriye doğru yaşanmalıdır.
Soren Kierkekaard

- Bir savaşçı; yalnızca bir insandır, alçak gönüllü bir insan.

- Sözcüklerin kusuru; kendimizi her zaman aydınlanmış hissetmemizi sağlamalarındadır, oysa dönüp dünyayla yüzleşmeye kalkıştığımızda bizi daima ortada bırakırlar ve her zaman olduğu gibi; dünyayla, aydınlanmadan yoksun olarak yüzleşmek zorunda kalırız.

- Öğrenmek için yola çıkan insanın işi çok zordur; üstelik öğrenebileceği şeyler kendi yaratılışıyla sınırlıdır. Bu yüzden, bilgiden söz edip durmanın hiç anlamı yoktur. Bilgiden korkmaksa doğaldır, hepimiz yaşarız bunu ve yapabileceğimiz bir şey yoktur. Öğrenmek ne denli korkunç olursa olsun, bilgisiz bir insan kadar korkunç olamaz.

- Sıradan bir insan; insanları sevmek ve onlar tarafından sevilmek ile çok fazla ilgilidir. Bir savaşçı ise; sever, hepsi bu. Neyi ve kimi isterse onu sever.
Don Juan

- Yaşam yolunun sırlarını kimse açıklayamaz. Her yolcunun tökezlemesi gereken taşlar vardır.
- Her insan kendi boyunduruğunu taşır.
Goethe

- Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece,
her zaman elde ettiğin şeyleri elde edersin.
H. J. Brown

- Yanlış trene binmişseniz, koridorda ters yöne yürümenizin yararı yoktur.
Dietrich Bonhoeffer

- Akıl, yeryüzünden tamamen yok olsa bile, hiç kimse cahilim demez.
- Arslan mağarasında can verir, köpeğin ağzından artanı asla yemez.
- Kuş bakışı bakmak güzeldir; fakat kuş gibi bakmamak şartıyla.
Şeyh Sadi

- Gerçeği her zaman her yerde savun.
Anlayan olmasa bile vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun.
Herbert George Wells

- Halk büyük yalan söylemediği için: Devletin söylediği büyük yalanları doğru zanneder.
Adolf Hitler

- Doğada insan kadar kötü, vahşi ve zalim bir başka yaratık yoktur.

- Toplumda doğru ya da aptalca, kötü bir işin yapılıp yapılmaması sistemden değil, bireylerin durumundan kaynaklanır.

- Trajediler asla önlenemez, çünkü bunlar gerçek felaketler değildir, karşıt dünyaların birbirine toslamalarıdır.

- Yazarın Görevi: izlenecek yolları göstermek değil, o yolların izlenmesine özlem duyulmasını sağlamaktır.

- Birbirlerine ne kadar yakın bulunurlarsa bulunsunlar, insanlar arasında yine de her zaman bir uçurum ağzını açmış bekler, bu uçurumun iki yakasını geçici köprüyle de olsa, yalnızca sevgi bağlayabilir.

- İnsanlar güven ve sevgiyle ödemede bulunmak yerine, bunu para ve mülkle yapmayı tercih ederler.

- İyi insanlar, güven içinde yaşayan, yaşama inanan ve yarın ya da öbür gün onaylamayacakları hiçbir adımı atmayan insanlardır ki, duygularıyla davranışlarının kapsam ve sonuçlarını açık net kestirebilirler.
Hermann Hesse

- İnsan, Evrenin en güzel nesnesi olduğu için ; dışarıda aradığı güzelliğin örneğini kendi içinde bulması gerekir. Bu itibarla insan ancak kendisine benzeyeni ve olabildiği kadar kendisine yaklaşanı sever. Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğunu anlar.
Pascal

- Her şey insanın kafasında biter.
Arnold Palmer

- İnsan; hayatında bir an gelir, kapı ve pencereler kapalıysa, duvarı delip geçmek zorunda kalır.
Bernard Malamud

- İnsanlar yalnızca görmeye hazır oldukları şeyleri görürler.
R . Waldo Emerson

- Söz söylemeyi öğrenmek, kılıç kullanmayı öğrenmekten daha zordur.
Ahmet İbşihi


TYRANNOS Edebi Ürünler

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:37


#11 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:45

KULE GÜNLÜÐÜ / İç Mimari

Mutluluk; her insanın farklı algıladığı, farklı yorumladığı bir kavram.

Kimi insan; zenginliğiyle, elde ettikleriyle, hayalleriyle, boş hevesleriyle, yedikleri - içtikleriyle, ilişkileriyle mutlu sayıyor kendini.

Kimi insan; üretmeden yaşaması, sessizlikte rahatça uyuması, sık sık kahkahalarla gülmesi, yoğun cinsel paylaşımları nedeniyle mutlu olduğuna inanıyor.

Kimi ince ruhlu insanlar için mutluluk: Ahlaklı olmak, sağlıklı olmak, deniz kıyısında dolaşıp temiz havayı solumak, güneşin doğuşunu - batışını izlemek, Tanrı’ya ibadet etmek, masum - saf düşünceler taşımak, karşılıksız sevmek, elinden geldiğince iyilikte bulunmak, yakın çevresini mutlu etmek, doğru bilgilere ulaşmak, yüce duyguları yaşatmak biçimlerinde düşünülüyor.

Felsefeci Feuerbach diyor ki: İnsanlar arasındaki bütün sorunlar aşkın gücüyle çözülebilir. Aşkı kutsallaştırmak gerekir. İnsan, yalnız aşkta ve duyguda mutlak değere sahiptir. Varoluşun başka belgesi yoktur.

Her insan; ufkunu yaratıyor ve yolunu seçiyor. Hayatı dolu yaşamak denilen durum ise; ancak duyarlı ve farkında olan insan için geçerli. Paranın kışkırtmasıyla, yıldırım hızıyla gelip insanın dünyasına yerleşen tüketim maddeleri ve mantar gibi çoğalan iyi gün dostlarıyla, seyahat etmekle, maceradan maceraya koşmakla, barlarda sabahlara kadar eğlenmekle, dolu yaşama olayını karıştırmamak gerekiyor. Bilerek ya da bilmeyerek karıştırılıyor. Belki hoşumuza gidiyor. Pardon bazı insanların hoşuna gidiyor. Diğer yandan entelektüel bir çizgi izleyip; çok görmek, çok okumak, çok bilmek elbette varlığımıza bir şeyler katar ama önemli olan; yüreğimizle nasıl baktığımız ve bulunduğumuz noktada nasıl yaşadığımız.

Duyarlı bir insan; arabası, villası, yatı, teknoloji araçlarıyla bütünleşmez. Bunların, günü geldiğinde terk edilecek, silinip gidecek şeyler olduğunu bilir. Kendi kişiliğini oluşturan asıl şeylerin, dışında sıralanmış maddeler değil, dünyasına özgü nitelikler olduğunu bilerek yaşar. İnançları, vicdanı, temiz duyguları hep öndedir. Olayların çıkışındaki, bütün iç ve dış nedenleri düşünür. Yeni bilgilere, yeni görüşlere açıktır. Yozlaştırıcı etkilere direnir. Geçen zamanın farkındadır. Benimsediği, katıldığı değerlerin yanında, kendi yarattığı değerler, mekanlar vardır.

Çok önemli başka bir konu: İnsanın düşündüğü, hissettiği her şey, sinir hücrelerinin elektrik ağından diğer hücrelere yayılıyor. Hücreler bütün düşüncelere, duygulara yanıt veriyorlar. Örneğin, endişe anında vücutta baş dönmesi ya da bulantı başlıyor, mutlu anlarda endorfin salgılanıyor, depresif dönemlerde laktik asit üretiliyor. Güzel düşünmek ve mevcut düşüncelerimizi olgunlaştırmak zorundayız.
__________________

Tarih, ilgilenenler açısından mükemmel bir alan. Büyük savaşlara giren, büyük değişimlere imzasını atan ünlülerin yaşamlarında; dikkate değer, yadırganacak davranışları da saptayabiliyoruz. Örneğin Büyük İskender, ordusuyla Ortaasya dönüşünde Babil’e geliyor ve çıktığı yüksek bir tepeden kente bakıp ( o tarihteki görünümü, günümüz Paris’i gibi büyüleyiciymiş ) yanındaki komutanlara hitaben: Burada bulduğumuz altınları üç kuşak hiç çalışmasak yine de tüketemeyiz diyor. Bu beklenmedik, basit ifadeye oradaki yaşlı bir adam müdahale ederek, - Çok yanlış düşünüyorsunuz diyor. İskender’i uyarıyor. Çünkü yeni devletin, çalışma ve sevgi temeline dayandırılarak kurulması gerekiyor. Emeksiz kazanılan maddi servet çok kısa sürede tükenebilir. Köle olunur.

Alman düşünür, Marksizmin kurucusu Karl Marx (1818 - 1883 ) derin düşünceleriyle, odasında fikirler üretiyor. Amacı: Ekonomik sorunların çözümü, insanlığın mutluluğu. Fakat aile içinde, babasına karşı hırçın, saygısız yaklaşımları nedeniyle kırıcı oluyor. Babası üzülüyor ve bir doktor dostuna anlatıyor, ne yapması gerektiğini soruyor. Doktor, her şeye rağmen hoşgörü ve sabır göstermesini öneriyor.

Bu tür şeyleri öğrendiğimde çok etkileniyorum. Işık içinde uyusunlar. Yaşıyor olsalardı, isimlerine ters düşen şeyleri nasıl yapabildiklerini mümkünse açıklamalarını isterdim. Bilmiyorum zaaflarına ya da komplekslerine dair hassas, özel detayları bana samimiyetle anlatırlar mıydı? Yüzlerinde, kendi geçmişlerini yumuşakça kucaklayan acı tebessümleri izleyebilirdim herhalde.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:38


#12 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:47

KULE GÜNLÜÐÜ / İlke ve Sorumluluk

Ünlü yazar Dostoyevski diyor ki: İnsan, her şeye alışan varlıktır. F. le Dantec ise anlatımlarında: İnsan, özgürlük düşleri gören bir kukladır diyor. Afşar Timuçin’in eserlerinde kısaca insan: 1) Yeryüzünün en gelişmiş hayvan türü, toplumsal düzende yaşayan bir memeli. 2) Gelişmiş bir dil ve düşünce dizgisine sahip canlı olarak ifade ediliyor.

İnsan, yaşamın karmaşık görünümlerini izlerken, dürtülerinin etkisiyle, isteklerini gerçekleştirmek uğruna değişik konumlara giriyor. Sadece egolar için yaşamak doğaya yapılan büyük saygısızlık. İnsanın kendi varlığını anlamasına engel olacağı gerekçesiyle bütün kutsal kitaplarda ve öğretilerde; şehvet ve gurur gibi tehlikeli duygulara bazı sınırlar getiriliyor. Bu sınırlar; temelde insana yakışan erdemlerin sarsılmaması gerektiği fikrini anımsatan uyarılar. Çünkü ahlak eksikliği kişinin felaketini hazırlar. Sorumluluklarımızın farkına vararak bir şeyler yapmamız elbette güzel. Yaptıklarımız toplumdaki diğer insanlar tarafından anlaşılmayabilir ve çok istediğimiz bazı şeyleri elde edemeyebiliriz ya da hiç istemediğimiz şeylerle karşılaşabiliriz.

Olgun insan; yaşadığı dünyayı doğru algılar, tepkilerini saldırmadan ortaya koyar ve girdiği bütün mekanları estetik amaçları doğrultusunda kullanır. Bu eylemlerini aklıyla, vicdanıyla gerçekleştirir.

Bilimin ilerlemesiyle, organizmamızın; yalnızca moleküllerden oluşan fiziksel bir yapı olmadığı, kimyasal ve manyetik enerji alanlarından oluştuğu artık biliniyor. Vücudumuzdaki enerjiyi zayıflatan, tüketen en önemli nedenlerden biri, duygusal tablolar. Çünkü karşılaştığımız her olayda, bilgilerimizden önce duygularımız devreye giriyor ve maalesef bizi yönlendiriyor. Yaratıcı ya da tüketici duygular altında kalan insan zaman içinde gelişebiliyor ya da hasta olabiliyor.

Duyguların gücünü yükseltmek, yaşam biçimi olabilir. Resim, heykel, müzik, edebiyat gibi güzel sanatlarla uğraşmak, duyguların daha keskin ve sıcak yol alması demektir. Böylece enerji alanları genişliyor. En kötü koşullar altında, bir hücrede tutukluyken, elinde bir malzeme yokken, ruhunun kasırgalarını ve özgün saptamalarını, kanıyla, dışkısıyla duvarlara yansıtan sanatçılar çıkmış tarihte.

21. yüzyılın mükemmel teknoloji araçları ve konforuyla buluşan insan, başkalarından almayı daha çok tercih eder oldu. Fakat bu tembelliğinin, bu kolay yollardan elde etme yönteminin, iradesini zayıflatacak kadar riskli olabileceğini hesaba katmadan.

Televizyon akşam önümüze bir haber getiriyor. Getirme değil, dayatma. Görüntülere kasıtlı olarak eklenen müzikle tansiyonumuz değişiyor. Hemen anında refleks gösteriyor, sağlıksız yorumlarda bulunuyoruz. Gösterilen şey, görmemiz gereken şeyleri kapatıyor. Oysa o haber: Bilmediğimiz gizli bir güç merkezinin, bilmediğimiz başka noktalara gönderdiği özel bir mesaj. Gizli yürütülen bir projenin, parçasının parçasının parçası. Programlarda öne çıkarılan, hedef gösterilen isimler; saniyesinde nefretimizi kazanan figüranlara dönüşüyor. Yönetmen, senarist bilinmiyor, çünkü ortada yoklar. Papa, Ladin, Saddam, Öcalan, Ağca muhatap alınıyor yanlışlıkla. Sanki bu oyuncuları doğuran ve halen kullanan emperyalist İngiltere’nin, Amerika’nın sonsuza kadar geçerli dokunulmazlık belgeleri var. Egemen ve zengin olmaları, bütün çirkin davranışlarının diğer ülkelerce görmezlikten gelinmesini zorunlu kılıyor. Onları yargılayacak bir üst makam yok.

Sorumsuzluğumuza dair, günlük yaşamdan başka bir örnek: Sanal yazışmalarda dilimize açık düşmanlık yapılıyor. Bilgisayar ekranında sözcükler düzgün yazılmayarak, kesilip biçilerek, katledilerek sürdürülüyor iletişim: Slm, nbr, ok, okı, çk tsk edrm, kib, by gibi.

Bir akşam, günün sunduğu oyalamacalardan kendimizi soyutlayarak, duygu - düşünce dünyamızı da kontrol ederek, uzak kentlerde, yabancı ülkelerde yaşayan o güzel dostlarımıza mektuplar yazmıyoruz artık. Yazamıyoruz. Savunmalar üretiyoruz yazamadığımız için. Canım telefon var şimdi, ne gereği var filan. Dolmakalemle romantik mektuplar zaten yazılmıyor. En yüce duygu olan aşk; geri itiliyor, baygın ve boynu bükük kimsesiz çocuklar gibi. Telefon görüşmeleri duygusal açıdan verimsiz ve edebi ağırlığı hiç yok. Yüreğimiz atıyor, parmaklarımız sağlam, çok güzel masalar da var yazmak için.

Zihnimizi hep temiz, hep dinamik tutmak elimizde. Yıpratıcı, acı veren durumların bizi ne kadar olgunlaştırdığını fark etmek bizim elimizde. Çizgimizi bilmek, duygularımızı eğitmek ciddi bir iş. Çaba istiyor ki, diğer işlerimizin arasına sıkıştırmakla olmaz. Bu görevi gerçekten benimseyen insan, bunu yaşamında birinci sıraya koymaya çalışacaktır. Çünkü yaşam önemsiz şeylere harcanamayacak kadar kısa. Kısa olduğu gerçeğini kabul edeceğiz sonunda.

Rahmetli, felçli babacığımın elini sıkı tutuyordum. Biliyordum günün birinde mutlaka ayrılacağız ve bu ayrılık ikimizi çok incitecek. Mutlu olacağı şeyleri, elimden geldiğince yerine getirmek için çırpınıyordum. Çünkü dünyaya gelmem onun sayesinde gerçekleşti. Çünkü saygımı, sevgimi sunmakla her şey bitmiyor. Üzerimdeki haklarını geri ödeyip kurtulmam kolay değil. Vicdan taşıyorsam içimde, o duygumla işbirliği yapmamdan daha anlamlı ve keyifli ne olabilirdi ki ?

Babamın zamanı doldu, bir kuş gibi uçup gitti ama sıcaklığı hiç kaybolmadı.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:39


#13 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:48

KULE GÜNLÜÐÜ / Korkunç Kuşatma
Dünya, bencilliğin ve duygusuzluğun altın çağını yaşıyor. Saygı eksikliği, geçmiş yıllara göre daha yoğun hissediliyor. Varlığımıza, büyüklerimize, geçmişimize, geleceğimize saygısızlık gibi bağışlanamaz davranışların içindeyiz. Kabalığın, nankörlüğün gölgesinde yürüyoruz. Kabuklar, ön yargılar ve eğitimsizliğin de etkisiyle, insanı bağlayan en önemli konular, gözlerdeki bakışlar buluşmadan konuşuluyor ve böylelikle geçen diyaloglar yapmacık oluyor. Ayrıca, her yerde, gelişigüzel, tekrarcı papağanların sarfettiği gibi: Aşkım, Canım benim, Seni seviyorum demekle, kişiden kişiye sevgi enerjisi iletilmiş olmuyor maalesef. Dolayısıyla samimi olmayan davranışlar uyum getirmiyor. Davranışların samimi olması; sevgi enerjisinin kapasitesine uygun biçimde ortaya dökülmesine bağlı. Bunun pratikte gerçekleşmesi için, fedakarlık denilen duygunun mutlaka yüksek seviyelerde bulunması gerekiyor.

Duyguların ölçülmesi kolay değil. Bir insanın, başka bir insanı ne kadar sevdiğini ya da sevdiği bir insanı kaybettiğinde ne kadar acı duyduğunu belirlemek kolay değil. Yüzlerdeki maskelerin, ne zaman, nasıl kırılacağını bilemiyoruz.

Bilinçli her insanın; acıya direnme, mutlu olma potansiyeli var. İçindeki bu potansiyele rağmen, dışında gelişip ufkunu saran sorunlar nedeniyle, yaşamının bir döneminde, yolculuk yaptığı geminin, umutsuzluk denizlerinin hırçın fırtınalarında parçalanmasıyla, ıssız bir adada Robinson Crusoe olabilir. Robinson; yalnızlığı ve depresyonu nedeniyle, sürüklendiği sevimsiz adayı çok çekici bulabilir.

Mutluluk için maddi olanaklarına güvenen kişi, ruhunu oyalamış, aldatmış oluyor. Birçok zengin insanın, zaman içinde kendini soyutlanmış ve amaçsız görmeye başlaması düşündürücü. Ebeveynler yüreklerindeki sevgilerini kanıtlamak adına, çocuklarını paraya, paranın satın alabildiği şeylere boğduklarında, aslında onların gelecekleri için küçük küçük mutsuzluk tohumları ekiliyor.

Arşivlerden 1960’lı yılların gazetelerini bulup incelediğimizde; dünyanın en zengin adamının Yunanlı Onassis olduğunu öğrenebiliriz. Uluslar arası taşımacılık alanındaki şirketlerin sahibi olan bu kişi; yaşamdan keyif alamadığını içtenlikle itiraf ediyor. Çünkü çok sevdiği oğlu, kendisine armağan edilen özel uçakla kaza yapıp genç yaşta yaşamını yitiriyor. İşte bu derin acı, işadamının dengesini alt üst ediyor. Ağlamaktan gözleri deforme oluyor.

En basit örnek: Yeryüzündeki her bitkinin sağlıklı büyüyüp meyve verebilmesi için; uygun toprağa, yeterli suya ve uygun iklime gereksinimi var. Benzer biçimde, insanın dinamiğini, mutluluğunu önemli ölçüde etkileyen koşullar: Fizik ve ruh sağlığı, saygın bir meslek, beslenme, barınma mekanları, üretim, gerçek dost, gerçek sevgilidir. Bu saydığımız koşulların mutluluğa katkısı asla tartışılamaz. Büyük olasılıkla, arka planda daha anlamlı, daha kutsal etkenler var. O etkenlerle buluşmak istediğimizde, felsefecilerin görüşlerinden yararlanabiliriz.

Bazı düşünürler, doğada gerçek ve kalıcı mutluluk olmadığını, olumlu bir mutluluk sağlanamayacağını iddia etmişlerdir. Acıları hafifletmeye yarayan olumsuz mutlulukları değişik açılardan sorgulayıp yorumlamışlardır. ( Arthur Schopenhauer )

Bugün biz onların özel bakış açılarına katılmak zorunda değiliz. Fakat hepimizin, iyimserlikle, huzur ve mutluluğu yanlış zeminlerde aradığımız dönemler olmuştur. Yanlış zeminlerdeki yanlış enerjiler, bizim enerjimizi tüketmiştir.

Kategorisindeki ilginç bir tip, mutsuzluğuyla mutlu olduğu izlenimini veriyor. Dünyasındaki pencereleri sıkıca kapatıyor. Dışarıdan zayıf bir ışık geldiğinde, hafif bir ses duyduğunda dengesi bozuluyor. Kendisine uzanan sıcak ele kuşkuyla bakıyor. Eleştirilmeyi zaten istemiyor. Tüm güçlüklere rağmen, bunalımdaki o insana ulaşmayı denemeli ve mümkünse enerji gereksinimini karşılama inceliğini göstermeliyiz. Çöküş yaşayanların acılarına elimizden geldiğince ortak olmalıyız. Birbirimize muhtacız. Evrendeki her şey, başka şeylere muhtaçtır. İnsan olduğumuza inanıyorsak; dostluğun, yoldaşlığın hakkını vermeliyiz.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:39


#14 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:50

KULE GÜNLÜÐÜ / Yolu Bilmek

Bugünkü mutsuzluğumuzun nedenleri üzerinde çok durmak zorundayız. Albert Camus isimli felsefeci: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir diyor. Çok doğru. Hepimizin yüzü gülmelidir.

Kritik zamanlar yaşıyoruz. Politikacılar samimi değiller. Dış dayatmalar, yaptırımlar karşısında gücümüzü toplayamıyoruz. Yoksulluğumuzu yenemiyoruz. Gençlerimizin psikolojileri iyi değil.

Güvenilir kaynaklardan ( bilge kişiler ya da kitaplar ) sağladığımız doğru bilgileri, yeri - zamanı geldiğinde kullanmamız gerekiyor.

Kuşkusuz bir insan, bilmediği için yapmadığı ya da bilmeyerek yaptığı davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz.

İnsan, kendinden daha güçlü bir irade ve zihniyetin tehditleriyle ya da vaatleriyle ortaya koyduğu davranışlardan dolayı da sorumlu değildir. Çünkü insan kendi bildiğine göre değil, o üstün gücün iradesine göre davranmıştır. Bu durumda hesap sorulması gereken taraf, insan değil, insan üzerinde hegemonya kurarak, kendine özgü yöntemlerle yönlendiren baskıcı iradedir. İnsanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için, bilerek davranmış olması gerekir.

Gezegenimizi yönetme sorumluluğunu eline almış güçler ve onların çok etkili kolları bulunmakta. Asıl kınanması, yargılanması, tutsak edilmesi gerekenler onlardır. Yani doğaya müdahale ve hakaret eden, zengin, aynı zamanda zayıfları ezerek, sömürerek yaşayan ülkeler.

Çağın akışına uyacağız derken, büyük zincirin halkalarından biri olduk. Üretici değil tüketiciyiz. Kişiliğimizi yıprattık. Önümüzde ışık olacağını sandığımız şeyler gözümüzün içine saplanıp yolumuzu görmemize engel oldular. Fakat ne olursa olsun hiç durmadan yürüyebilir, derin kuyudan berrak - tatlı suyu çıkarabiliriz. Bir taş atılmayı bekleyen durgun göllerde, yaşanacak ve yaratılacak şeyler var. Tembel olmaya hakkımız yok. Yoldan çıkıyoruz farkında olmadan.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:40


#15 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:51

KULE GÜNLÜÐÜ / Masadaki Ülke

İnsanın toplum içinde: kibirliliği, kendini beğenmişliği, bilgilerinin ve inancının daha doğru olduğunu sanarak büyüklük taslaması, aslında eksikliğini ve zayıflığını ortaya koyduğu bir alışkanlık. Bir insanın güçlü kaslarına, yakışıklılığına, bankadaki ya da cebindeki parasına, sosyal statüsüne güvenmesi de çok yanlış. Çünkü hiçbir ahlaki sistem bunları onaylamıyor. Ne yazık ki: Onursuz, sevgisiz, merhametsiz ve vicdansız yaşam biçimlerinden rahatsızlık duymayan insanlar var. Ruhları öyle rahat ediyor belki. Dünyada sömürgeci ülkelere baktığımızda: Resmi devlet politikaları, insandaki bu negatif özelliklere benzemekte. Kavgacı, sahteci, yangın çıkaran devlet olur mu ? Oluyor.

Yeterince anlaşıldı ki, bizi soykırımcı bir ulus olarak tüm dünyada etiketleyerek aşağılamak ve kırılmayan direncimizi kırmak istiyorlar. Bu amaçla, abartılan gerçek dışı iddialar önümüze konuyor. Sanık sandalyesine oturmamız gerektiği söyleniyor. Soykırım yalanı, geçmişte İngiltere tarafından psikolojik bir malzeme olarak üretilmiş ve halen kullanılmakta.

Son Osmanlı Sadrazamlarından Talat Paşa ( 1874 - 1921 ), 86 yıl önce Berlin’de, Tehlerian isimli bir Ermeni komitacı tarafından yolda sırtından kurşunlanarak öldürülmüş. Talat Paşa anılarını yazarken: Bir gün beni sokakta vuracaklar. Yatağımda ölmek nasip olmayacak. Ama zararı yok, varsın vursunlar. Vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez demiş.

Bilindiği üzere: Ermeni teröristler, Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye de bir saldırı düzenlemeyi düşünüyorlar. Bu amaçla İsviçre’ye, Taşnak ve Hınçak örgütlerine bağlı suikastçıları gönderiyorlar. Fakat Türk istihbaratı, zamanında tehlikeyi fark edip tedbir alıyor.

Lozan’da güvenlik müdürü İnönü’ye: Paşa Hazretleri. Ermenilerin burada size bir saldırıda bulunacaklarını haber aldık. Sizi korumak görevimiz ama sizden bir ricamız olacak. Tedbir olarak konferans binasına gidip gelirken otomobilinizden Türk bayrağının kaldırılmasını istiyoruz diyor.

İsmet İnönü, bu öneriye karşı sert yanıtında diyor ki: Ben burada bir Türk delegesi olarak o bayrağı kesinlikle kaldırmam. Saldırıya kurban gidebilirim. Fakat benim ardımdan bir delege daha gelir. Türk bayrağı otomobilden hiç bir zaman, hiç bir şekilde, bin Türk kurban edilse bile yine kaldırılamaz. Yerinde durur.

Bugün orta yaş grubu, o acılı günlerimizi anımsayabilir. 70’li yıllarda Ermeniler, yurt dışında ülkemizi temsil eden Türk diplomatlarına musallat olmuşlardı. Dile kolay, yaklaşık 10 yıl boyunca 40’ın üzerinde diplomatımızı ve ailelerini acımasızca katlettiler. 1983 yılında Türk Hava Yolları Paris bürosuna düzenlenen bombalı saldırıda: 8 kişi öldü, 60 kişi yaralandı ( yüreklerinde kin taşıdıklarını kanıtladılar ).

1992 yılında: Ermeni askeri güçleri Karabağ / Hocalı’da tam 1.300 Azeri’yi öldürdü. Çok sayıda insan yaralandı, mağdur oldu. Ermeni işgali nedeniyle, Dağlık Karabağ denilen bu bölgeden 40 bin, diğer komşu 7 ilden 700 bin kişi yaşadıkları toprakları terk etti. Böylece Ermenistan, Azerbaycan topraklarının beşte birine keyfi biçimde el koymuş oldu.

Bu uygulamalar karşısında Türkiye Cumhuriyeti sessiz kalmadı, sınır kapılarını ve hava sahasını kapattı.

Ermenistan ile aramızdaki sınır, 1920 Gümrü ve 1921 Kars Antlaşmalarıyla kesin belirlenmiş olmasına rağmen, zaman zaman ortaya çıkan çatlak seslere göre: Doğu Anadolu toprakları onlara ait ve Ağrı Dağı onların kutsal bir mekanı.

Dışarıda tezgahlanan kuşatma ve yıkım planlarının, küresel kapitalistlerin ulus devletleri ortadan kaldırmak istediklerinin farkında mıyız ? Değiliz.

Avrupa Birliği Projesi, ulus devletlerin yıkımının ardından tek bir devlet oluşturma amacını taşıyor. Yine Avrupa basınından arada sızan küçük haberlere göre: Avrupa halkı, tehlikenin ne olduğunu, son 7 yıl içinde öğrenmiş bulunmakta. Bu nedenle başta İngiltere olmak üzere üye devletlerin çoğunda tepkiler, direnişler başladı. Yurtseverler öfkeli fakat kendi çelişkilerini hissettirmemeye çalışıyorlar. AB mimarlarının, asıl hedeflerini, 50 yıla yakın Avrupa halkından gizlemeyi nasıl başardıkları konusu tartışılıyor ama bizim medyada bu tür haberler yok. Neden yok ? Türkiye’de medya neyi savunuyor, medya kimi temsil ediyor ..?

Avrupa Birliğinin üyesi olmak demek, Kurtuluş Savaşıyla elde ettiğimiz ulusal egemenliğimizin batılılara teslim edilmesi demek. Olay bu kadar net bir şey.

Üye olduktan sonra yaşayacağımız şeyler ( özetle ):
1) Egemenliğini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortadan kalkacak.
2) Ulus olmaktan çıkıp bu birliğin içinde sadece bir halk topluluğu olacağız.
3) Mevcut anayasamız, AB anayasası altında ya da arkasında kalacak.
4) Yasama, Yürütme ve Yargı yetkileri AB’ye devredilecek.
5) Türk halkını yönetecek yasalar artık Meclisimiz tarafından değil, Avrupa Parlamentosu tarafından çıkarılacak.
6) İşçilerimizin, memurlarımızın ve emeklilerimizin ne kadar aylık alacakları Brüksel’de belirlenecek.
7) Hangi ülkelerle dost, hangi ülkelerle düşman olmamız gerektiği uyarısını alacağız.
( zaten başlatılan propagandalarla: İran’a düşman ülke, Rusya’ya potansiyel tehlike gözüyle bakılması bir parça olsun sağlandı ).
8) Yer altı - yer üstü zenginliklerimiz, fabrikalarımız ve işletmelerimiz, bankalarımız, topraklarımız ve su kaynaklarımız üzerindeki mülkiyet haklarımız askıya alınıp ortak kullanım başlayacak.
9) Günümüzde yavaş hareket eden Hıristiyan misyonerliği serbest kalacak ve hızını arttıracak.
10) İstanbul’da Ortodoks Din Devleti, Güneydoğu’da dış destekli ve güdümlü Kürt Devleti kurulması için çalışmalar başlatılacak.
11) Avrupa Birliğini ve Masonları eleştirmek suç olacak ( cezaevine girebilirim ).

Bütün bunlar köleliğin ve uşaklığın başlangıcı anlamına geliyor. Başka açıklaması olamaz.

İki şey sorgulanmalı duyarlı insanlarca.
1) Biz, kendi ayaklarımız üstünde yaşayabilecek güce sahip miyiz, değil miyiz ?
2) Biz, başkalarının boyunduruğu altına girecek kadar dengesiz miyiz ?

Temel ilkemiz: Onurlu ve tam bağımsız yaşamak olduğuna göre bu oyunlardan kendimizi acilen çekmek zorundayız. Geç kalıyoruz. Çünkü emperyalizm küreselleştiğini açıkça belirtti ve yeryüzünde bütün geri kalmış, yoksul ülkeleri köşeye sıkıştırıp iradelerini yok etmeye çalışıyor.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:41


#16 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:54

KULE GÜNLÜÐÜ / Arşivden Seçmeler

BİZ YÜCELİÐİ

Tapınaklardan gülümseyerek
şiirler yazmamı bekliyorsun
yazamıyorum
dokunamıyorum gölgelerine
ağırlığına dayanamıyorum

sen
yeryüzü meleği
hangi kalemle
hangi dizeyle
hangi duyguyla çözebilirim ruhundaki sıcaklığı ?

içimde susmayan fırtına
gecelerimde son çağ felsefesi
dudaklarımda gizlenmiş çiçek
varlığının tanımı bunlar
yani sen

seni seviyorum
bugün, yarın
daha sonra
her şeyin sonundan sonra .

HEYECAN DENİZİ

Sevgilim
yeni dönem, yeni sayfa değilsin

sanma hiç
doğduğunu ya da aktığını
içimdesin
sonsuzca yükselmeye yazgılı bir tanrı gibi

sevecenliğin güneşlere korku
ölçüsüz yorgunluğumla koşuyorum
yollar uzayacak
sevmek yetmeyecek
biliyorum

uyku beyazı gecelerde
bitiremediğim mektuplar
aşk gezegenimizde sololar

bakışların
zaman fenerlerinin zenginliğinde

ne olur
kolların hep açık kalsın
bu denizde dağılsın saçların
seni sana sunuyorum
kabul et

soluk soluğa bir kovalamaca
korkudan kabaran bulutlar arasında

yaşadık
yaşıyoruz
bağırarak, çoğalarak .

UZAKTAKİ KESKİNLİK

Kasırga mevsiminde bir bağ
çelik halatlardan daha sağlam

güzelliğin artmıştır umarım

umarım
gövdenin her milimetre karesinde
ruhumun ağır renklerini görüyorsundur sıkılmadan

umarım
güneşin batmadığı yollardan yürüyorsundur
başını omzuma yaslayarak

umarım
dudakların daha parlak ve ıslaktır düne göre

sadece iki sözcük
en etkili ilaçtan daha etkili
yağmur sonrasının sıcaklığında

her mektubun
ayrı belgesel ama
kurtarmıyor boğazlayan kızıl gecelerin elinden

yazma
yüzüme söyle beni sevdiğini .

ÇATIŞMA

Gecenin yağmuru sarhoş
bütün melodileri duyarak dinliyorum

aklımdan geçenlerse oldukça açık
yürüyemediğim kumsallarda
düşlerime demirleyen varlığın ruhuna dokunabilmek

güneşin uzun köklerinin
bu zavallı gezegeni
günün birinde konuşturabileceğini sanıyorum

kaygan zeminlerde
ışıkları zayıflıyor
üzerine titrediğim kitapların
aptalca alışkanlıkları zaten
sınır ötelerini hafife almak

durup dururken heyecan
durup dururken ateşe çağrı

hissetmenin karşılığı
buruk bir tebessüm

iki damla gözyaşı her şey .

Hüseyin EVCİL

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

Şiirlerin izinsiz kopyalanması - çoğaltılması
suç kapsamına girer.

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:43


#17 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:56

KULE GÜNLÜÐÜ / Arşivden Seçmeler

AÐIRLIK ALTINDA

Dalga dalga gülümsemelerin
öyle derin kök salmış ki gecelerime
seçeneğim yok
olmayacak
gözlerinle buluşuyorum
güneşe kayan yıldız gibi

açık sularda öpüşüyoruz
her yerde sabah çizimleri
her şeyde pembemsi orman gücü

içkiler sıcak
kadehler bütünüyle sonbahar vurgunu

zayıf kanatlarım kanayabilir
hiç aldırmıyorum .

DAHA DA ÖTESİ

Çatılarda buluşuyorduk
itici gösterilerden kaçarcasına

bir boyut vardı yaşayabildiğimiz
gerçek yollar
gerçek özgürlük
ışığın
belirgin ve kutsal yumuşaklığı

tek çizgiydik
melekler korosundan farklı
etkin yıldızlar başımızda
koyu kırmızı

ne kadar da yarı tanrıydık
dışımızda çoğalırken içimizdekiler
yüreklerimiz gönderiyordu yalnızca
bilinen zamanlara aşk ayinlerini

gözler sarhoş
görünenler alev sütunları
olağan dışı mutluluk
doyumsuz tatlılıktı
şeytansız evrenlerde
kurtuluşunu kutlamak gençliğimizin

siyah düşündü
yığıldı sindiremediklerini düşünürken
her sabah
deniz diplerine akıttı zehirlerini
çırpındı
çerçeveleri değiştirdi inatçı tufanlarda
başaramadı

son diye bir şeyimiz yok
sıcak rüzgarların mimarıyız
daha çok sevmek
daha çok yaşatmak için .

BENİM KAVGAM

Kent değirmenlerinde çırpınış
kimi zaman adadayım
kimi zaman gemide

dile kolay
kalem az tökezlemedi yazarken
kağıtların da canı çıktı

bir sigara yakıyorum
duman bile yorgun
ağır ağır çıkıyor
yükselmeyi unuttu belki de

eşyalar ne kadar bitkin
anıları taşımaktan

dün
sınır bölgesinde kuşatılmıştın
süzülerek geldim
dirileceğin kıyılara taşıdım seni
en sıcak güneşleri doldurdum kucağına
anlamadın

kabuklar sertleşirken
günlük işlerin vardı
otu, samanı yedirseler
haberin olmazdı

ardında bıraktığın
mum ışığında bir mağara mutsuzluğu
karıncaların tanıklığında

geçmiş geçmedi .

SORGULAMA

Hava berraklığında
sana doğru bakıyordum

çok geçmedi
yaklaştın
büyüdün yumuşak bir bulut gibi

ses perdelerinden girdim
ışık perdelerinde durdum
gölgen saf şiirdi
panzehirdi kokuların

demet demet heyecan
tanımsız tadı yangınların
birbirimizi çözmeye çalışıyorduk

parmaklar çıplak
kollar ateş dilimi
yükseliyorduk
derin anlamlar siniyordu ruhlarımıza

her bakış ayrı bir yaşamdı
o kar damlacıklı gecelerde
her öpüş ayrı bir yolculuk

derken
güneş sarıda
gün kırmızıda kaldı
yolunda yoruldu her şey

ne anlamı kaldı bugün
kuru topraklarda umutla yürüdüğümüzün ?
nasıl bastıracağım
aynaların ayaklanma girişimlerini ?

beyaz yük gemilerini izlerken
oyalanma onur ödülü limanlarda
taş dağlarında kapatma gözlerini
aydınlat girdiğin her siyah geceyi
ruhuna dokunmasınlar samanyolu sömürgelerinde

ben senim
başında taşıdığın ince kitap
boyutsuz
çok sıcak

göreceksin
kıyametin başlangıcı olacak
çiçeğin çarmıha çivilenmesi .

Hüseyin EVCİL

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

Şiirlerin izinsiz kopyalanması - çoğaltılması
suç kapsamına girer.

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:44


#18 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 21:58

KULE GÜNLÜÐÜ / Arşivden Seçmeler

BİLİNÇ KANAMASI

Geçen her saniye değerli
son güneş patlamalarını çözmeliyim

altlarından ne çok su aktı bu köprülerin
ne geceler yaşandı
varlığın merkezinde yokluğun silah sesleriyle

artan heyecan
ateş gölünde direnişi damlaların

üzülüyorum
hep sözcüleri çıkıyor yaşam zevkinin
varoluş adına çalışıp
coşkuyu sömürgeleştiriyorlar

son uykularım
yüreğimin müziği
yolumun rüzgarı

yaşamak zorundayım
yakınmadan .

ORMANDA

Tatlı bir yorgunluk
dalıp gidiyorum güneşin battığı saatlerde

her an nefes kesici
bıçak sırtı her şey

iki büyük masa hayal ediyorum
birinin üzerinde anılar
diğerinin üzerinde umutlar

bütün ilkel duyguları yakalayıp
eğitilebilir hayvanlar gibi
toplama kampına götürme fikri

bu ormanda
benzerini bekliyorum içimdeki fırtınaların

sıcak ağaç gölgelerinde
ne toplumsal çelişki
ne de fiziksel güç gösterisi
anlamlı bekleyiş

bir adım daha atarsam
tipik kıvılcımların çıkabileceğinden ürküyorum

hareketsiz kalıyorum
aşk buralarda olmalı .

SÜZÜLÜP GİTTİN

Önce ateşler çekildi dünyamdan
sonra gülüşlerin kayboldu

ince seslerin çınlamıyor artık kulağımda

hiç yaşamak istemediğim bir şeydi sensizlik
yaşattın
yaşadım

oysa tutunup kalkabilirdik düştüğümüz uçurumlardan
olmadı

beni hatırlarsan
sahildeki akşam yürüyüşlerinde
avazın çıktığı kadar sus

karşı koyamadığın işkencelerde buharlaşırsa düşlerin
zayıf insanlar gibi sığınma sözcüklere .

UYUŞTURUCU DEFTERİ

İşte ülke, işte yaşam, işte seçenek

toz duman düğümlenmesinde
öyle dediler
öyle oldu

kum saatleri kırık
çelik yığını gibi ağırdı bedenlerimiz .

TOPRAK ZAMANI
Güzel Babacığım Mustafa Evcil’e :

Sert soğuklarda pişirilen
sıcak yemekler gibiydi yaşamın yalanları
birlikte tadına baktık

neler yaşadık kent kuyularında
ateş vurdu sırtımızdan
ezildikçe güzelleştik
işkencesinde düğümlendik yalnızlığın

biricik oğlunu
cevahir’i düşünüyorsun gittiğin yerde
hissediyorsun
sensizliğin içimi ne çok acıttığını

teninin temizliğinde
derinden seslenişlerinde
rüzgardaki anıların zayıf tesellisinde
sarsılıyorum

dünyama sığmıyor o tatlı tebessümün

hastalıkların pençesinde
acı çekmeyi hak etmemiştin sen

koparıp toza döndüren toprak
neden savunuyorsun ölümün haklılığını ?

SON SALDIRI

Yırtılan sayfaları topluyorum
bir kılıç çiziyor baktığım pencereyi
seni göremiyorum

düşünüyorum gün bitimlerinde
ağlıyorum

sıradan bir yolcu musun sen ?
uzaklaşmamalısın bu gezegenden

kim söyledi savaşların bittiğini ?
ince sözcükler yarat
toprağını uyandır
heykellerine dokun havasız gecelerin .

Hüseyin EVCİL

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

Şiirlerin izinsiz kopyalanması - çoğaltılması
suç kapsamına girer.

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:45


#19 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:01

KULE GÜNLÜÐÜ / Arşivden Seçmeler

ŞU AN

canım sıkılıyor
derin derin nefes alıyorum
resimlerine bakıyorum gözlerimi kırpmadan
başımı öne eğiyorum
sanıyorum ki
çenemden tutup kaldıracaksın
bana üzülecek bir şey olmadığını anlatacaksın
gözlerinle anlatacaksın
yıldızlar aynı anda sönüp yanacaklar
birbirimizin gözlerini sileceğiz
yaşama yeniden merhaba diyeceğiz .

Hüseyin EVCİL

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:46


#20 Tyrannos

Tyrannos

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 42 Mesaj
  • İlgi Alanları:Edebiyat - Felsefe - Fotoğraf - Resim - Maket Yapımı - Dağcılık

Gönderim zamanı 31.05.2007 - 22:02

KULE GÜNLÜÐÜ / Negatif Çizgi

Sanırım farkındayız. Gittikçe yakınmalarımız çoğalıyor; çevremizden, tanıdıklarımızdan, yöneticilerimizden. Tüm yaşadıklarımızdan yakınıyoruz.

Sohbet sırasında: Sadece kendini düşünüyor, kendi çıkarları için her şeyi yapabilir, her şeyi hakettiğini sanıyor, kimseyi beğenmiyor gibi söylemler çok kullanılıyor. Sanki yeraltında gizli bir laboratuvarda yapılan müdahaleler sonucu günümüzde bencil bireyler üretiliyor. Devleti yöneten egemenlerin, alışılagelen biçimde, öncelikle kendi çıkarlarını ön planda tutmalarının ve diğer politikacıların bu sürece eşlik etmelerinin genel görünümü sevimsiz kıldığı bir gerçek. Yetişen yeni nesle öğretilmeye çalışılan, mesajlarla, örneklerle zorla beynine yerleştirilmeye çalışılan şey; önce kendisini kurtarması gerektiği, önemli olanın bireysel başarı olduğu gibi yönlendirmeler. Bu kadar bireyselleşip, aynada sadece kendini görmeye başlayan insanların gittikçe artan oranlarda tüketime, mistik öğretilere, yeni akımlara ilgi duyması çok normaldir. Belki bu, çağımızın yarattığı bir şey değil, teknolojik gelişmeler ve medya insanlarda zaten varolan özellikleri sadece belirgin biçime getirdi.

Toplumbilimcilerin gelecekteki ilişkilere dair görüşleri iyimser değil. Eski paylaşımlar yok oluyor. Acı çeken insanların acılarına ortak olma gibi insani kaygılar azalıyor. Trafikte ezilmiş fakat henüz ölmemiş kedinin ya da köpeğin yalvarışları bizi etkilemiyor. Bütün gününü, bilgisayarda savaş oyunları oynayarak tüketen küçük çocukların kazandıkları psikoloji bizi bağlamıyor. Bizi bağlayan şeylerle, gerçekte kölesi gibi olduğumuz şeylerle günlerimizi geçiriyoruz.

Bencilliği, egoları üst seviyelere ulaşan, bu arada kazandığı negatif durum nedeniyle narsist bir kimliğe bürünen kişiyi yakından incelediğimizde şunları görebiliyoruz: Kendini yeterli görüp sürekli başarıya ilişkin projelerle uğraşıyor ama aslında kendinden kuşku duyan, eleştirilere tahammülsüz, değersiz hissettiği gizli bir yanı var. İnsanlarla yapmacık ilişkiler kurup, övgü ve takdir bekleyen, toplulukların içine gerçek anlamda giremeyen, başkalarına güvenmeyen, başkalarına dayanamayan, başkalarının zamanlarına ve duygularına değer veremeyen ve sınırlarını önemsemeyen biri. Sıkıntılı, sağlıksız ve kopyacı değerlere sahip. Yalanlara dayalı, maddiyata dayalı, otoriteye dayalı bir yaşam sürerken, dışarıya karşı: Dürüst, ahlaklı ve paraya hiç önem vermeyen bir tablo çiziyor. İşin acı yanı: Eşini, dostunu göremiyor, sevemiyor. Çok iyi konuşan, kararlı biri gibi görünmekle birlikte kafasındaki bilgiler: Sadece başlıklar içeren yüzeysel bilgiler, detayları unutuyor. Onun için dil ve konuşma, ancak kendine güvenini tazelemenin bir yolu. Bir tür zavallılık. Ünlü Psikolog Sigmund Freud’a göre: İnsandaki bu davranışlar hastalıktan öte bir dramdır ve gerekli önlemler alınmadığı takdirde zaman içinde şiddeti doğurabilir.

Her insanın yapısında bir parça narsizm ve şiddet olduğu biliniyor. Problem: Bu duyguların fırsat bularak tehlikeli zeminlerde çoğalması ve böylece denetimden çıkması. Tarihte bu kategoride yer alan çok sayıda lider bulunuyor. Yönetimi bir şekilde ele geçirdikten sonra hastalıklı fikirleriyle toplumu mutsuz etmişler. Örneğin: Neron, Hitler, Mussolini ve Stalin hemen akla gelenler.

Egoları tehlike sınırlarına erişmiş insanın tipik saplantıları şunlardır: Özel ve eşi bulunmaz biri olduğuna ve ancak başka özel ya da üstün kişilerin, toplulukların, kurumların kendisini anlayabileceğine ve ancak onlarla arkadaşlık edebileceğine inanması. Başkalarını kıskanması ve kendisinin kıskanıldığına inanması.

Sonuç olarak insan; negatif çizgisini denetleyemediğinde, o çizgide büyüyen duygular tarafından sonuna kadar kullanılır. Varlığımızın en önemli kanıtı duygularımızdır. Değerimiz ancak duygularımızla ölçülebilir. Yeryüzünde, duygularımız sayesinde bataklığa saplanırız ya da yükseliriz.

Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 31.05.2007 - 22:46






Benzer Konular Daralt

0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli