Bir çok şeyi yeniden sorgulamalıyım: Yaşamayı, dostlarımı, akan göz yaşlarımı. Kalemi alıp yazacağım sırada, zamanın gerçekten doğru olup olmadığını düşünmek ve en dinamik sözcükleri seçmek, yararlı bir yöntem olabilir belki. Büyük bardakla çay alayım önce.
Yaz sıcağından yakınmak yerine, yeşilin tonlarını daha dikkatli incelemeliyim. Sonbaharla zaten sık buluşuyorum.
Sezgiler, deneyimler, insanı sıkıca kucaklayıp başka dünyalara götürüyor. Fakat oralarda da sürüp gitmekte olan sıkıntılar, gerilimler var. İnsan, duygularının yörüngesinde kanatlarını onarmadan inişe geçebiliyor, kasırgayla sürüklenebiliyor ya da hassas zeminlerdeki yeni bir canlı türü gibi, yalnızlığını daha yoğun yaşayabiliyor.
Yaşam yolculuğunda, bize ait olduğunu sandığımız şeyler, zaman içinde, bizi terk edecekler ya da biz onları terk edeceğiz. Gelip geçici bir mekanda yaşadığımızın kanıtı bu. Günün birinde, artık sevdiklerimizle paylaştığımız bu yaşantımızdan kopup ayrıldığımızda, iletişim kurduğumuz varlıkların yüreklerinde, düşünce ve sevgi adına bir şeyler bırakabilmeyi başarabiliriz. Aslında, o varlıkları tüm derinlikleriyle tanımamız gerekmez. Bir varlıkla, sadece bir kez karşılaşıp, onu bir daha göremeyebiliriz. Fakat doğal titreşimlerin, iki varlık arasında gidip gelmesiyle, o an hoş bir sıcaklığı yüreğimizde hissedebiliriz.
Yaşamımızı sevsek de, sevmesek de: Kendimizi anlamak ve yaşamaktan keyif almak için bazı nedenlere sahibiz. Hissetmek, üretmek zorundayız. Görmek için bakmak, gerçekten anlamak, kavramak, öğrenmek, yanılmak ve tekrar öğrenmek. Fakat, bilgilerimizin ve deneyimlerimizin geniş koleksiyonunu yani özgün dağarcığımızı, egomuzun gösterisine dönüştürmeden gelişmek.
Okuduğum bazı bilgiler, çarpıcı, donup kalıyorum. Tarih boyunca yaşamış, aykırı ve saldırgan kralları, diktatörleri düşünüyorum. Kimler gelmiş, kimler geçmiş derler ya. Kimileri, kendini Tanrı sanıyormuş. Yaşamın kısalığında, ne ağır hastalık, ne büyük zavallılık …
Dünyanın konumu ise, çok belirgin. Özgür değil. Kurallar, yasalar çerçevesinde hareket ediyor. Yaşamın sürekliliği için, hep güneş sisteminde kalmak zorunda. Uzayın büyüklüğünde, küçücük bir nokta.
Evrenin oluşumuyla ilgili teorilerden biri olan, Big - Bang ( büyük patlama ) teorisinin, deney ve gözlemlere dayanılarak, artık uzmanlarca kabul edildiğini biliyoruz. 1978 yılına kadar sürdürdükleri çalışmalar sonucu Nobel Ödülü alan, Penzias - Wilson’a göre: Başlangıçta, yani saniyenin trilyon kere trilyonda biri sonra, Evrenin yoğunluğu, yani bir santimetreküp evrenin ağırlığı, trilyon kere trilyon kere trilyon kilogram idi. O andaki ısı ise, 1 trilyon dereceyi buluyordu. Bu ortam, yalnızca rakamlarla tanımlanabilir, bugün düşünebileceğimiz herhangi bir olaya benzetilemez ve bilinen bir fizik kuramı ile açıklanamaz. Başlangıçtan 0, 00001 saniye sonra, uzayda önemli değişiklikler oldu. Bu dönemi de, bugün bildiğimiz fizik ilkeleri ile tanımlama olanağımız yok ama, ısı dengesi gibi bazı ilkelerin geçerliliği ile lepton gibi bazı atom elemanlarının varlığı ileri sürülebilir. En önemlisi: Zaman oldu ve birinci saniyenin sonuna doğru artık fotonlar oluşmaya başladı. O anda Evren bir ışık küresi gibiydi. Isısı, 5 milyar dereceye düştü. Bu ısıda, fotonlar birleşerek elektron - pozitron çiftlerini meydana getirmekteydi fakat yüksek radyasyon nedeniyle tekrar parçalanmaktaydı. Yani henüz madde oluşmamıştı. Atom parçalarının her birleşme çabası, yoğun radyasyon tarafından bozulmaktaydı. Birinci saniye dolduktan, üçüncü dakikanın sonuna kadar önemli bir değişiklik olmadı. Madde parçacıkları, ancak üçüncü dakikadan sonra oluştu.
Ne kadar ilginç ve hayret uyandırıcı bir açıklama ...
Zaman, insanı, geleceğe doğru taşırken, yani yaşlandırırken, öncelikli kabul edilen şeyler, kaçınılmaz olarak değişime uğruyor. Fakat insan, belirli konular etrafında dolaşıyor hep. En anlamlı şey: İnsanın ilişkileri. Bebeklikten başlayan, ölümüne değin sürdürdüğü, iletişim diye tanımladığımız olgu. Her zaman, diğer varlıklarla iletişim halindeyiz. Çünkü aramızda asla vazgeçilemez bağlar var. Birileri, bizim için bir şeyler yapıyor ve biz de, birileri için başka şeyler yapıyoruz. Birlikte, karşılıklı iletişim ağları oluşturuyoruz. Yaşamımızın değerini yükselten, bizi yaşama bağlayan, yakınımızdaki ya da uzağımızdaki etkileşimler oluyor. Aşkımız, inançlarımız ve sevdiklerimiz uğruna, kendimizden bir şeyler verip, kendilerinden bir şeyler aldığımız, yani ince paylaşımlar içinde olduğumuz varlıklar olmasaydı, yaşamımızın anlamı, değeri çok azalırdı. Birileri hafızamızın köşesine kendi özel ismini yazdırıyor. Bize bir şeyler katıyor. Sonuçta, paylaşılan pozitif enerjiler yok olup gitmiyor, çoğalarak geri dönüyor.
Yaşama bağlanırken, para, mal, mülk yerine, kalıcı dostlukları, karşılıksız sevmeyi tercih edip, yeteneğimizle doğru - kesin bilgileri keşfettiğimizde: Geçen her saniyenin içinde bile, inşa edebileceğimiz güzellikleri rahatlıkla bulabiliriz. Bu arada, almanın - vermenin zevkini tadabiliriz.
John Rushkin’in bir sözünü anımsadım. Çabalamanın sonunda alınabilecek en büyük ödül, ele geçen kazanç değil, kişinin kendine kattıklarıdır diyor.
Grayson Kirk ise: Eğitimin en önemli işlevi, bireyin kişiliğini geliştirmesi ve yaşamının önemini kendi gözünde yüceltmesidir diyor.
Lisa Nichols’da: Evren düşünceden doğmuştur. İnsanın işi, Evren’e ayak uydurmak ve bunu yaşadığı dünya içinde kutlamaktır diyor.
Büyük, göz kamaştırıcı sahnede: Sevmek, vedalaşmak için uğraşıyoruz. Hep uğraşmışlar ve hep aynı sonuçlar …
Yazan ve paylaşan - Claudius
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Bu mesaj Tyrannos tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 20.07.2007 - 13:17