Jump to content



- - - - -

Hepimiz Ermeniyiz Diyenlere !


  • Please log in to reply
151 replies to this topic

#121 BucuK

BucuK

    : вєş’є вєş vαя :

  • Dokunulmazlar
  • 6,410 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:∆p.∆x>ħ/2
  • İlgi Alanları:* qαγєτ ίlqίsίz *

Posted 15.10.2007 - 19:29

T.C devletini tanıyan ilk ülkenin ermenistan olduğunu biliyorlar mı ?
size göre nerede bir ermeni görürsek çekip vuralım mı bu kadar sorunun cevabını kim nasıl verecek ?

öncelikle düzeltme: onları bilmem ama siz yanlış biliyorsunuz,

ermenistan türkiyeden çoooook sonra kurulmuş olup, türkiyeyi ilk tanıyan ülke olma sıfatını taşımaktan çoooook uzaktır, türkiye ermenistanı tanıyan ilk ülkedir!
(kuruluş tarihini yazmıyorum, merak edip araştırırsınız belki...)

yazı hakkındaki fikrim de sizinkiyle farklı
yazının amacı bence, bölücülük yapmak değil yapanlara ermeniliğin ne olduğunu göstermektir.

kin beslemeye gelince, evet beslenilmeli; ermenistan, yunanistan, rum kesimi, rusya hala okul kitaplarında türkiyeyi baş düşman olarak gösterirken biz onlara karşı sevgimi besleyecez
her şey karşılıklı bay osman

bu arada nick'inizin kurtuluş savaşında o halklara karşı savaşan bir kahramanın ismi olduğunu umarım biliyorsunuzdur(?)

Edited by PesimistiC, 15.10.2007 - 19:31.


#122 Eylül

Eylül

    Harabenin Meleği

  • Dokunulmazlar
  • 10,820 posts

Posted 15.10.2007 - 19:56

Evet düşmanlarımız bize hala düşmanlık beslerken biz hala nasıl dostluk besleyelim
EÐER ÇEKMEZSEN GÜLÜN NAZINI NE DİKENE DOKUN NE GÜLÜ İNCİT

#123 kılıç

kılıç

    Sadece KILIÇ...

  • Üyeler
  • 11,484 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:BAŞIMIZ DİK

Posted 15.10.2007 - 20:37

Bir kitap tavsiye edeyim,bulabilen arkadaşlar okusun...
Osmanlıdan günümüze kadar vesikalarla
ERMENİ TERÖRÜ nün KAYNAKLARI
Yaptıkları katliamlar yeminli ifadelerle, resimlerle tek tek antatılmış...Fazla söze hacet yok ,benim milletim kendine yapılan katliamları dahi gündeme getirmeyecek kadar asil bir millet....Bundan yüz bulan katiller katliama uğradık diye bağıra dursun...
Bir gün daha geçti ve biz biraz daha yaklaştık;Bizden hiç uzak olmayan ölüme...

#124 kara kız

kara kız

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 215 posts
  • Cinsiyet:Bayan
  • Konum:gemlik
  • İlgi Alanları:öncelikle işim yani turizm sonra vakit bulduğumda kitap okumak bol bol müzik dinlemek hiç vazgeçmediğim hayallerim.....

Posted 15.10.2007 - 20:45

onu bunu anlamam ben, biz türk oğlu türk türk kızı türküz...kökümde uygur türklerine dayanır ülkemizde kardeşlik var onlarında buralarda bu topraklarda yaşamalarına izin vermişsek bu demek değildir ki yalakalık yapılsın onlara, yuh bunları söyleyenlere yuh benim babam gazi dedem gazi hepimizin ataları gazi yazık çok yazık....


SEVDİÐİN KADAR SEVİLİRSİN

#125 WaLe

WaLe

    Kimene!

  • Üyeler
  • 6,730 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Eskişehir

Posted 15.10.2007 - 21:28


Bu ülke vatadaşı olup sırf farklı bir etnik kimliğe mensup olduğu için öldürülen herkez olabilirim ben bu Arap, Amerikan, Ermeni, Kürt, sürüyani olmuş farketmez ayrıca

Wale NoT: Ben Türk'üm ama daha önce İNSAN!

Kopya konu.. Birleştirildi..

Cevabımızı vermiştik bizzz :D

"YURTTA SULH, CİHANDA SULH"
Posted Image



’Düşüncenin üstesinden gelemeyen‚ düşünenin üstesinden gelmeye çalışır.

Paul Valéry


#126 topal_osman

topal_osman

    Zaman buldukça takılır

  • Yasaklılar
  • 113 posts

Posted 16.10.2007 - 12:41

Şimdi oturup tarih dersi mi verelim ?

öncelikle düzeltme: onları bilmem ama siz yanlış biliyorsunuz,

ermenistan türkiyeden çoooook sonra kurulmuş olup, türkiyeyi ilk tanıyan ülke olma sıfatını taşımaktan çoooook uzaktır, türkiye ermenistanı tanıyan ilk ülkedir!
(kuruluş tarihini yazmıyorum, merak edip araştırırsınız belki...)


Birazda sen araştır PesimistiC gümrü antlaşmasını kim kiminle imzalamış ?
Bu bir tanıma değilmidir.

türkiye ermenistanı tanıyan ilk ülkedir!


Bu durum sizin kin ve düşmanlığınızla tezat değil mi ?

yazı hakkındaki fikrim de sizinkiyle farklı
yazının amacı bence, bölücülük yapmak değil yapanlara ermeniliğin ne olduğunu göstermektir.


Bu ülkede kendisini Türk olarak tanımlayanlar öyle çirkin ve iğrenç hadiselere imza atıyor ki insanın kanı donar örnekler ekleyeyim mi ?

Yazının amacının bölücülük olmadığını söyledikten sonra bu yazdıkların

kin beslemeye gelince, evet beslenilmeli; ermenistan, yunanistan, rum kesimi, rusya hala okul kitaplarında türkiyeyi baş düşman olarak gösterirken biz onlara karşı sevgimi besleyecez
her şey karşılıklı bay osman


Söylediklerime itibar etmeyiniz anlamı çıkarmaz mı ? Bay PesimistiC

bu arada nick'inizin kurtuluş savaşında o halklara karşı savaşan bir kahramanın ismi olduğunu umarım biliyorsunuzdur(?)


Hazır nickten söz açılmışken şartlar gerektirdiğin de ermenisiyle de rusuyla da yunanıyla da ingiliziyle de bilmem ne belasıylada savaşacak şüheda şerbeti içecek azim ve kararlılığında olduğumu yazarak nickimin arkasında durduğumu yazayım da senin nickin çok tuhaf o bahsettiğin osmanlının savaştığı ecnebilerin ismine çok benziyor nickin
bay PesimistiC !!!!!!!!!

Edited by topal_osman, 16.10.2007 - 12:45.


#127 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 12:50

Sözde ermeni soykırımı ile ilgili Abd'nin yaptığı haksızlığa Türk Halkı cevabını
verdi !

Buradan;

HAYIR


Lütfen Bu konuya duyarsız kalmayalım ! IP numaranız değiştikçe oy kullanmayı , ve
bu maili mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaştırmayı ihmal etmeyin !
Dünyaya gereken cevabı hep birlikte verelim !

Şu anda durum :
evet : % 23
hayır : %76
kararsız : %1.2


Soru : ABD ermeni soykırımını resmen tanımalımı ?


Evet : Evet Türkler 1.5 milyon ermeniyi öldürdü !bunu başka ülkeler tanıdı abd'de
tanımalıdır
Hayır : Tarihçiler ölümleri ve soykırım olup olmadığını araştırmaya devam etsinler
.Ayrıca Türkiye Abd'nin orta doğuda önemli bir müttefikidir.
sure : bilmiyorum (kararsızım )


sizde NO Diyerek oy verin !

Edited by gg26, 16.10.2007 - 12:51.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#128 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 12:57

Posted Image
'Doğu Lejyonu' adı altında Fransızların kurduğu Ermeni Lejyonu, Çukurova'da uygulanan vahşetin sorumlusuydu

Avrupalı büyükler'in günahı'

Önce Ruslar, sonra da İngiliz ve Fransızlar, Birinci Dünya Savaşı'ndan Kurtuluş Savaşı'na uzanan dönemde, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için, 'Ermeni sorunu'nu her seviyede kullandılar.


Posted Image

Ermeni sorununun yaratıcısı Batılı devlet adamları, 11 Temmuz 1931'de Londra'da, Royal Albert Hall'de yapılan bir 'barış' toplantısında: Robert Cecil, Lloyd George, Sir William Robertson, Ramsey McDonald ve Stanley Baldwin.



Doksan Üç Harbi diye bilinen 1877-78 Savaşı'nda, Rusya karşısındaki yenilgi, Osmanlı devletinin parçalanma sürecinde son genel işareti verir.
Osmanlı toplumunu oluşturan dini ve etnik cemaatlerin belli başlıları, kendi ulusal bağımsızlıkları için ciddi karar verme aşamasına gelirler. Ve tabii o arada, o zamana kadar böyle bir eğilim göstermemiş olanlarda da aynı arzu belirir. Müslüman kesimde bile (Arnavutlar, Araplar) bu amaçla örgütlenmelerin başlaması, Avrupalıların geldiği yere, Asya'ya dönmesi için yırtındıkları 'Hasta Adam'ın sonunun geldiğine herkesin inanmasındandır.
Bu milliyetçi akımlar arasına, 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden beri 'Milleti Sadıka' denilerek devlet yönetiminde ön planda rol oynayan Ermeniler de katılır.

Doğu Anadolu'nun Rus ilgi alanına girmesi,
İngiltere'yi, Ermenilerle ilişkiye yöneltti.


RUSYA FAKTÖRÜ
Avrupa devletlerinin doğrudan müdahalesine izin vermeyen bir coğrafyada yaşamaları nedeniyle Ermeniler, Rusya ile yakından ilişki kurmak zorunda bulunuyorlardı.
18. yüzyılın sonundan beri Kırım ve Kafkaslar üzerinden güneye inen Çarlığın, kendilerine direnen Çerkesleri nasıl ülkelerinden sürdüklerini ve bunların Osmanlı ülkesinde, Balkanlar, Anadolu ve Suriye gibi uzak bölgelere göç etmek durumunda kaldıklarını, Ermeniler de biliyorlardı. Dolayısıyla bağımsızlığı hedef koysalar da Rus gücüne rağmen bir şey yapamayacaklarının bilincindeydiler.
19. yüzyılın sonunda bölgedeki çekişme, o dönemin en büyük gücü kabul edilen İngiltere ile Rusya arasındaydı. Rusya'nın Hindistan'a inmek istediği ve rakibinin de bunu engellemenin yollarını aradığı biliniyordu. Çarlığın bölgedeki ulusları yanına çekme çabalarını dengelemek için de İngiltere, bunlarla ilişki kurma ve destek verme girişimlerini hiç ihmal etmemişti. Londra hükümeti Çerkesleri vuruşmaya teşvik etmiş; ama fiili bir şey yapmamış, sürülmeleri karşısında da tepki göstermemişti.
1877-78 Savaşı sonrasında, Doğu Anadolu'nun Rus ilgi alanına girmesi, İngiltere'yi rahatsız etmiş ve bölgedeki nüfus çoğununu oluşturan Müslümanlarla (Türk ve Kürtler) anlaşamadığı için, Ermenileri yanına çekme tezgahlarını kurmuştur.


1876 BULGAR YÖNTEMİ
İngiliz devlet adamı Gladstone'un kampanyaları Babıâli karşısında Ermenilerin koruyucusu görünmek amacını güderken, Rusya ile girişilen yarışta, bölgede yandaş sağlamaya da yönelikti, iki taraftan da maddi ve manevi destek gören Ermeniler bunun karşılığını, liderlerinden Çeraz'ın belirlediği '1876 Bulgar yöntemi'ni uygulayarak vermişlerdir.

Bu yöntem, ani baskınla çok sayıda Türk ve Müslüman'ı öldürmek; onların kızıp daha çok Hıristiyan'ı öldürmesi karşısında, Avrupa kamuoyunu, 'işte Türkler soykırım yapıyor' diye ayaklandırmaktan ibaretti.
Bu tür olaylarda öldürülen Türklerin sayısı. Batı basınına pek nadiren yansımış, ama Hıristiyan kurbanların sayısı, daima 10'la, 100'le çarpılarak kamuoyuna sunulmuştur. Nitekim Ermeni kurbanlarının sayısı da böylesine abartılarak, bütün dünyada mevcut Ermenilerin iki misline kadar çıkarılmıştır.

BATININ 1915 TAKTİKLERİ
Batılılar bahsettiğimiz taktiklerini, 1915'te de tekrarladılar. 1910 yılında Taşnak Partisi'nin Brüksel'deki Sosyalist Enternasyonal'e sunduğu raporda, Anadolu'nun her köyünde silah depolan kurduğu ve militanlara silah talimleri yaptırttığı hakkındaki itirafları hep unutulmuş, o güne kadar yaptıkları terörizme ek olarak, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusunu arkadan vurma girişimleri de tamamen göz ardı edilmiştir.

Posted Image
Osmanlı topraklarının paylaşımını planlayan 'Sykes-Picot' gizli antlaşmasının mimarı Albay Georges Picot (sağda), Alman generali von Deimling ile birlikte.
GİZLİ ANTLAŞMALAR ŞOKU...
Tek tek bazı kasabalar dışında, bölge olarak hiçbir yerde nüfus çoğunluğuna sahip olmayan Ermenilerin, terörle diğer Türk ve Kürtleri kaçırarak daha fazla sayıda bulunduklarını ispatlama çabaları da Sevr için verdikleri listelerdeki rakamların da gösterdiği gibi eylemlerin amacını belli etmiştir.
Bütün bu girişimleri kendileri için, bağımsızlıkları için yaptıklarını sanırken Ermenilerin, İngiltere, Fransa, Rusya arasında imzalanan ve I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağını planlayan Sykes-Picot gizli antlaşmalarından haberleri yoktu.

Posted Image
İngilizlerin, Azerbaycan petrolünü kontrol altına almak için silahlandırdıkları Ermeni birlikleri Bakü civarında yenilince, bunların yerini, 'Staffords' özel İngiliz güçleri almıştı (üstte).
1919'da Azerbaycan'ı işgal eden İngilizlerin kurmay heyeti ve gözlemci bir Amerikan subayı (altta).

Posted Image


Ermeniler için bağımsızlık düşünülmüyor, Rus idaresi altına girmeleri öngörülüyordu.
Nitekim Bolşevikler, 1917 sonunda bu anlaşmayı dünyaya açıklayınca, ilk şoku yaşamışlardır.
Osmanlı devletinin 1918 Ekim'inde teslim olmasından sonra da esasen Türk bölgelerinden uzaklaştırılmış olan Ermeniler, Bolşeviklerin egemenliği altına girmekten kurtulamadılar.
Osmanlı devletine karşı eylem için kendilerini teşvik etmiş olan Fransa ve İngiltere'den yardım istediklerinde Ermeniler başlarının çaresine bakmaları nasihatından başka bir şey almadılar!



'SORUMLULUK ABD'YE' ÇABASI
Sorumluluktan kurtulmak için de Amerika'yı ilgilendirmeye çalışmaktan da geri kalmadılar. Ancak bölgedeki petrollerin paylaşılıp, kendisine sadece Bolşeviklerle mücadelenin bırakıldığını fark eden ABD de, gönderdiği heyetlerin raporları doğrultusunda, hemen kaçmayı yeğledi.
Bir süre daha oyuna devam eden, Fransa oldu.
Osmanlı'ya karşı ayaklanmaları durumunda, kendilerine bağımsızlık vaad edilmiş olan Araplar, Suriye ve Lübnan'da, silah zoruyla himaye altına sokulmaya karşı savaşırlarken; Fransız güdümünde oluşturulan Ermeni birlikleri, Urfa-Antep-Adana bölgesinde yine terörizme ve kıyıcılığa yönelmişlerdi.
Kurtuluş Savaşı'nın örgütlenmesinden önce, bu bölgedeki halkın kendiliğinden silaha sarıldığını biliyoruz.
Bölgeyi tamamen ele geçirme yönündeki çabalarını, Sakarya Zaferi'nden sonra Fransa, Ankara ile şartsız anlaşmaya razı oluncaya kadar sürdürdü (Ekim 1921).
Her zamanki gibi, pazarlıklardan yine Ermenilerin haberi yoktu.
Ocak ayında, bir televizyon programında, Türkiye Ermenilerinden Hrant Dink'in söylediği gibi, günün birinde Fransız askerleri atlarının nallarının altına keçe bağlayıp sessizce, yani Ermenileri uyandırmadan çekildiler.
Böylece Ermenilere de, olabildiğince hızlı bir şekilde Suriye'ye kaçmaktan başka seçenek bırakmadılar.
Sevr Antlaşması'na geniş sınırlı bir bağımsız Ermeni devleti maddesini koydurmayı başaran Avrupa'daki Ermeni politikacılarının hayalciliği, Sevr'in gerçekleşebileceğini uman Batılılarınki kadar büyüktü.

İngiltere itiraf ediyor: 'Felaket götürdük...'
İngiliz Koloniyal Ofis'in resmi yayını 'Near East' dergisi, önceleri (18 Temmuz 1919), Milli Liberal Kulüp'teki bir konuşmada, "Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu'na yönelen politikamız, orada yaşayan Hıristiyan halklar için felaket getirmiştir," dendiğini aktarmaktan çekinmiyordu. Ama Amerika'daki dalgalanmaları fark edince bundan yararlanmak fırsatını kaçırmadı. 1 Nisan 1920 tarihli sayısında, "Anadolu'da bir kıyım varsa, bunun nedeni, Amerika'nın Yakın ve Ortadoğu barışında hissesine düşeni üstlenmemesindendir," diye yazmıştı. Yine aynı derginin 23 Aralık 1920 tarihli sayısındaki 'İstanbul Mektubu'nda ise şu kayıt vardı: "Ermenistan, Türkiye ile Bolşevikler arasında paylaşıldı. Bu durumda Bay Wilson'un, Ermenistan sınırlarını saptayacağını söylemesi, dertli yaralıya hakaret etmekten başka bir şey değildir."



KURTULUŞ SAVAŞI'NDA DOÐU CEPHESİ
Türk orduları bir yürüyüşle bugünkü sınırlarına vardılar ve 2-3 Aralık 1920 Gümrü Antlaşması'yla, Sevr'in imzasının üzerinden dört ay geçmeden, Ermeni devleti, bütün toprak isteklerinden vazgeçtiğini onayladı. 13 Ekim 1921'de imzalanan Kars Antlaşması'yla da bu kararlar bir kere daha resmileştirilmiş oldu.
Olaylar böyle gelişirken, Ermenilerin başlıca kışkırtıcıları ne diyorlardı?.. Fransa'nın en ciddi gazetesi Le Temps, l Aralık 1920 tarihli başyazısında şunları söylüyordu: "Sevr Antlaşması'm hazırlayanlar neye benziyor, biliyor musunuz? Tavşanını unutmuş olan ve şapkasından hiçbir şey çıkaramayan bir sihirbaza."
New York Times (21 Kasım 1920), hayalcilikleriyle alay ediyordu: "Başkan Wilson en sonunda müttefiklerin istekleri üzerine saptamış olduğu Ermenistan sınırlarını ilana hazır. Ama bu arada, Ermenistan var olmaktan çıktı."


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#129 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 12:58

Posted Image
Fransız Generali Julien Dufieux'nün (üstte)örgütlediği Ermenilerden oluşan 'Doğu Lejyonu', 1919-1921 tarihlerinde, Çukurova topraklarında

Posted Image

LORD CURZON'UN ERMENİ YORUMU
Hiç de 'Türksever' olmadığı bilinen İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Ermeni Soykırımı'nı gündeme getiren Vikont Bryce'a, 11 Mart 1920 günü, Lordlar Kamarası'nda verdiği yanıtta gayet netti:
"Dünyanın bu bölgesinde Ermeniler -hatta son haftalarda da bazı kimselerin sandığı gibi masum kuzucuklar olarak davranmamışlardır. Şu anda elimde, onlar tarafından son derece vahşi ve kana susamış tarzda işlenmiş saldırılara ilişkin bir sürü rapor var. Unutalım bunu. Kuzey Ermenistan'daki Ermenilerin ne kıyım, hatta ne de saldırı tehlikesinde olduklarına inanmıyorum. "


BAŞBAKAN LLOYD GEORGE'UN SÖZLERİ
Daha da 'Türksevmez' olan Başbakan Lloyd George ise Sevr'in imzasından önce, 1920 Mart'ının sonundaki bir konuşmasında, onların artık yardım edilebilecek niteliği kaybettiklerini ve kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğini şöyle anlatıyordu:
"Ermenistan Cumhuriyeti'nin geleceği, doğrudan doğruya Ermenilerin kendilerinin özgürlüklerini savunmaya hazır olup olmamalarına bağlıdır. Eğer isteseler, 40 bin kişilik bir ordu toplayabilirler ve Büyük Britanya veya müttefiklerinden biri, onlara teçhizat yönünden yardımcı olabilir. Durmadan diğer ülkelerin sırtına yük olacak ve yalvarılar, çağrılar gönderecek yerde, bırakalım kendi kendilerini savunsunlar."

MİSYONERLERİN ÇALIŞMALARI
Lloyd George, Ermeni olayını en çok Amerikalıların misyonerler aracılığıyla kışkırttığını, ama şimdi himayeye almaktan kaçındığını vurgulayıp, sorumluluktan ülkesini sıyırmaya da özen gösteriyordu.
Yöneticilerinin ihtiyatlılığına karşılık, Amerikan kamuoyundaki sorumsuz çıkışlardan yararlanmaktan da geri kalmadı.
Başkan Wilson'un girişimlerini yetersiz bulan Cumhuriyetçi Parti, 1920 Haziran'ı ortasındaki konvansiyonunda, parti programına bir prensip kararı koymuştu: "Ermeni halkı ile kalbimizin içinden sempatileşiyoruz ve gücümüzün yettiği bütün olanaklarla kendilerine yardıma hazırız."
Ancak bu sözlerin hemen arkasında, küçücük bir ek vardı: "Ama himayemize almaya, manda yönetimi kurmaya karşıyız." (26 Haziran l920 tarihli Le Temps)


Fransızların ağzından Batı'nın günahları
1920'lerde, Fransız Le Temps gazetesindeki iki başyazıda 'Avrupalı büyüklerin' günahları, açık bir biçimde itiraf edilir:

"Batılı büyük devletlerin hatasını şimdi, kabul ettirme olanaklarının yokluğu hesap edilmeden özgürlükleri tanınan Kafkasya'nın küçük halkları ödüyor." (10 Kasım 1920)

"Müttefiklerin elinde şimdi hayali bir anlaşma var ve müttefiklerin bu işin çözümü için doğuda ortak ettikleri küçük milletler, Ermenilerin şahsında bunun cezasını ödüyorlar." (12/13 Kasım 1920) Gerçi o dönemdeki Avrupa basınında, böylesine bol özeleştiriye rastlanıyordu; ama, bütün suçları Türklere yüklenmek için söylenen ve yapılanların, bunların belki bin katı olduğunu belirtmek de, abartma sayılmamalıdır.


AMERİKAN KOMİSYONU
İngiliz resmi çevrelerinin, Sevr'i isteyen ve imzalayan sanki kendileri değilmiş gibi davranışlarına Amerikan tepkisi, Ortadoğu'yu gezen Amerikan Soruşturma Komisyonu ve Amerikan-Asya Birliği aracılığıyla geldi, hem de 'emperyalizm' sözcüğünü esirgemeden:
"Amerika'nın kaçındığı, geri kalmış halklara karşı sorumluluk değildir. Tedavi edilemez emperyalizmin akıl almaz karmakarışık oyunlarına gelmekten kaçınıyoruz. Ermenilerin yardım çağrıları, Büyük Britanya'nın emelleri için (Ortadoğu'nun doğal sınırları Kafkas Dağları'nı elde tutmak için) düzenlettirilmiştir. İngilizler hiçbir çıkarları olmasaydı, oralarda bulunmazlardı."
Amerikalıları rahatsız eden, bir yandan Bolşeviklerle savaş iddialarını ileri süren İngiltere'nin, diğer yandan Lenin'in temsilcisi Krassin ile mali konularda bir anlaşmaya varması olmuştu.
New York Times, 11 Mayıs 1920'de anımsatıyordu: "Ocak ayında İngilizler Kafkasya'ya ordu göndereceklerdi. Sonra Lloyd George birden vazgeçti. Bolşeviklerle ticaret yaparak anlaşmayı tercih etti. Denikin'e vermek istemediğini, şimdi Troçki'ye veriyor. Ermeniler için, elde edebilecekleri kadarını sağlamağa çalışmaktan başka yapacak şey kalmadı. Ve bu arada, büyük devletler bol suyla abdest alacak, temizlenecek ve birbirlerini ellerinin temiz olduğuna ikna edeceklerdir."
Aynı yayın organı, 13 Kasım 1920'de de ekliyordu: "Ermenistan'a dost görünen büyük Hıristiyan devletlerinden hiçbiri, herhangi bir şey yapmakla ilgili görünmüyor; umursamıyorlar bile."
1920-22 yıllarının Amerikan gazeteleri üzerinde yaptığım taramalarda, Ermeniler tarafından gönderilmiş okuyucu mektuplarında, ırkdaşlarını ileri itip sonra terk eden Batılılardan 'eli kanlı umursamazlar' diye bahsedildiğine çok rastlamışımdır...


Posted Image

Ermenilerden oluşan 'Doğu Lejyonu'nun geçtiği topraklarda uyguladığı vahşetin bir görüntüsü (Üstte). İngilizlerin geniş lojistik desteğiyle Doğu Cephesi'nde Türklere karşı savaşan bir Ermeni topçu birliği (altta).

Posted Image

AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#130 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 12:59

Ermeni Sorununa Giriş: Başlangıçtan Lozan Antlaşmasına kadar

M. Serdar PALABIYIK[1]

‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen konu yalnızca Türk tarihi açısından değil, özellikle ‘Doğu Sorunu’ ile yakın ilişkisinden dolayı, Yakın Doğu tarihi açısından da son derece önemli bir konudur. Bu nedenle günümüzde yaşanan gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için bu sorunun tarihsel kökenlerini incelemek zorunludur. Bu makalede başlangıcından –en azından hukuki olarak sona erdiği– Lozan Antlaşması’na kadar Ermeni sorununun tarihsel arka planı incelenecektir. Bu yapılırken, önce Ermeni tarihinin ana hatları değerlendirilecek, daha sonra da Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğundaki durumları gözden geçirilecektir. Bu genel değerlendirmeyi ‘Ermeni sorunu’ olarak tabir edilen meselenin ortaya çıkışı ve bu meselenin bölgesel ve uluslararası boyutlarının incelenmesi takip edecektir. Son olarak da Ermeni tehciri ve Birinci Dünya Savaşı’ndan Lozan Antlaşması’na kadar geçen dönemde Ermeni sorunu analiz edilecektir.

1.Antik Çağlardan Osmanlı İmparatorluğuna: Ermeni halkının İki Bin Yılı (M.Ö 13. yüzyıl, M.S. 15. yüzyıl):

Anadolu ve Kafkasların eski halklarından biri olan Ermeni halkının tarihi yaklaşık üç bin yıllık bir zamanı kapsar. Ermenilerin Doğu Anadolu ve Kafkaslara Trakya bölgesinden yaklaşık M.Ö 1200’lerde geldiği rivayet edilir. Her ne kadar varlığı Ermeniler tarafından iddia edilse de, M.Ö dokuz ila altıncı yüzyıllar arasında bu bölgeye hâkim olan Urartu medeniyeti ile Ermeni toplumu arasında tarihsel bir bağ olduğu kanıtlanamamıştır.

Ermeni efsanelerine göre, Ermeniler kendilerini Nuh Peygamberin soyundan gelen bir halk olarak nitelendirirler. Tektanrılı dinlerin ortak söylemine göre Nuh Peygamberin Büyük Tufan’da hayatta kalabilmek için tasarladığı gemi tufanın ardından Ağrı Dağı’nda karaya oturmuştur. Bu nedenle Ağrı Dağı ve civarı Ermeniler tarafından ‘medeniyetin beşiği’ olarak adlandırılır; zira Ermenilere göre insan nesli dünyaya bu bölgeden yayılmıştır.

Beşinci yüzyıl Ermeni tarihçilerinden Moses Khorenatsi ilk kez Ermenilerin Nuh peygamberin oğlu Yafes’in neslinden gelen Hayk’ın oğulları olduğunu iddia etmiştir[2]. Bu efsaneye dayanarak Ermeniler bugün bile kendilerine ‘Hay’, ülkelerine ise ‘Hayastan’ adını verirler. Ancak tüm bu tarihsel anlatı bilimsel değil efsanelere dayalı mitolojik bir anlatıdır. Batılı kaynaklara göre ‘Ermeni/Ermenistan’ kelimelerinin kökeni olan ‘Armen’ kelimesi eski Pers dilinde ‘yukarı ülke’ anlamına gelmektedir. Kısacası, tarihçiler ve antropologlar Ermenilerin yaşadıkları bölgeye atfen isimlendirildiklerini kabul etmektedirler.

Genel olarak, Ermeniler çeşitli bölgesel krallıklara bölünmüş halde ve çoğunlukla yabancı hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Bağımsız bir devlet olarak Ermenistan ilk defa M.Ö yedinci yüzyılda Medlerin Asur İmparatorluğunu yıkmasının ardından doğan kargaşa ortamında Birinci Tigran döneminde ortaya çıkmıştır. Ancak barış dönemi zayıf ve silik şahsiyetli kralların başa geçmesi ile sona ermiş ve krallık bağımsızlığını Pers hâkimiyetini kabul etmek ve Pers İmparatoruna vergi ödemek suretiyle yitirmiştir. Hayk sülalesi sona ermiş, Ermeni kralları bizzat Pers İmparatoru tarafından atanmaya başlamıştır.

Pers hâkimiyeti, Ermeniler tarafından en büyük krallardan biri olarak kabul edilen Büyük Tigran dönemine kadar sürmüştür. Tigran yaklaşık otuz yıl süren krallığı boyunca Ermenistan’ın sınırlarını genişletmiştir[3]. Ancak Roma ve Pers istilası bu ilerlemeyi durdurmuştur. M.Ö 69 yılında Romalı General Lucullus Ermenistan’a girmiş ve başkent Tigranakert’i kuşatmıştır. Bu iki saldırgan güç karşısında dayanamayan Ermeni krallığı bağımsızlığını tekrar kaybetmiş, hatta bununla da kalmayarak Roma ve Pers İmparatorlukları tarafından paylaşılarak varlığına son verilmiştir.

Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyanlık Ermenilerin yaşadığı bölgelerde yayılmış ve bölgede ilk gizli Hıristiyan cemaatleri görülmeye başlanmıştır. Bazı Ermeni tarihçileri M.Ö 301 yılında Ermeni Kralı Dırtad’ın, Ermenistan’ın ilk patriği Aziz Gregor tarafından vaftiz edilmesinin ardından Hıristiyanlığı Ermenistan’ın resmi dini olarak ilan ettiğini belirtmektedirler[4]. Ancak Batılı tarihçiler Ermenistan’ın Hıristiyan bir devlet olarak ortaya çıkışının daha geç bir tarihte, ancak Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu dâhilinde serbest bırakıldığı 313 yılından sonra olabileceğini dile getirmektedirler. Yine de, Ermeniler kendi Hıristiyan mezheplerini Aziz Gregor’a atfen Gregoryen olarak nitelendirirler. Ermenilerin Hıristiyanlaşmasından yaklaşık bir yüzyıl sonra Aziz Mesrob tarafından ilk Ermeni alfabesi tasarlanmıştır. Aziz Mesrob daha sonra 434 yılında İncil’i ilk kez Ermeniceye çevirecektir[5].

Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Ermenistan bu kez Bizans ve Sasani İmparatorlukları tarafından paylaşılmıştır. Bu paylaşım yedinci yüzyılda İran’da hüküm süren Sasani İmparatorluğunun Araplar tarafından yıkılması ile sona ermiştir.

Ermenistan’ın Araplar tarafından ilk kez ele geçirilmesi ise 640 yılındadır[6]. 652 yılında yapılan barış antlaşması ile Ermenilere din özgürlüğü getirilmiştir. Arap hâkimiyeti 882 yılında Ashot I’in Halife’nin hâkimiyetini tanıması koşulu ile Ermenistan Kralı olarak ilan edilmesi ile sona ermiştir[7]. Ancak yine de, Araplar bölgeyi kontrolleri altında tutmaya devam etmişlerdir. Ermenistan ise bağımsız değil, ancak Halife’ye bağlı bir devlet olarak varlığını sürdürebilmiştir.

Yeni bin yılın başlamasının hemen ardından Selçuk orduları Ermenistan sınırlarında görülmeye başlamışlardır. 1047 yılından itibaren Ermeni şehirleri birbiri ardına Türk kontrolüne girmiş; ancak Türklerin tüm Ermenistan’ı hâkimiyetleri altına almaları ancak 1071’de yapılan Malazgirt Savaşından sonra gerçekleşebilmiştir[8]. İki yüzyıl sonra, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve özellikle Moğol işgali nedeniyle, 1231’den itibaren Ermenistan Moğol hâkimiyetine girmiştir[9].14. yüzyıldan itibaren bölgedeki Moğol hâkimiyetinin zayıflamasının ardından çeşitli Türkmen boyları Ermenistan bölgesini kontrolleri altında tutmuşlardır.

11. yüzyılın başlarındaki Selçuklu akınları bir grup Ermeninin Toros ve Amanos dağları arasında kalan Kilikya bölgesine doğru göç etmelerine neden olmuştur. Ancak Ermenilerin çoğunluğu yine Doğu Anadolu ve Kafkasya bölgesinde kalmışlardır. 1080 yılında Ermeni Prens Ruben bölgedeki Rum ve Ermeni prensleri sindirerek kendi hâkimiyetini kurmuştur. Ruben’in kurduğu ve ona atfen Rubenidler olarak adlandırılan bu sülale yaklaşık 300 yıl boyunca bölgenin hâkimiyetini ellerinde tutmuşlardır. Aslında Kilikya bölgesinde kurulan bu krallık özünde bir Ermeni krallığı değildir; ancak yöneticileri Ermeni kökenli olduğu için Kilikya Ermeni Krallığı olarak adlandırılır. Kilikya Ermeni Krallığı özellikle Haçlı Seferleri sırasında önemli rol oynamış ve Haçlı orduları için önemli bir üs olmuştur. Bölgede Memlük İmparatorluğunun yükselmesi ile giderek zayıflayan krallık 1393 yılında Memlüklüler tarafından yıkılmıştır.

2. Osmanlı İmparatorluğunda Ermeniler (15 ve on dokuzuncu yüzyıllar)

Her ne kadar Osmanlı-Ermeni ilişkileri 1453 yılında İstanbul’un fethi ve hemen sonrasında Ermeni Patrikliği’nin kurulması ile başlatılsa da, iki toplum arasındaki ilişkiler en az bir yüzyıl öncesine dayanır. Osmanlılar 1326 yılında Bursa’yı fethettiklerinde burada önemli bir Ermeni nüfusu ile karşılaşmışlardır. Özellikle el sanatlarında uzmanlaşmış olan bu nüfus Osmanlı Sultanları tarafından el üstünde tutulmuştur. Hatta Edirne İmparatorluğun yeni başkenti olduğunda Bursa’dan pek çok Ermeni iskân edilerek şehrin ekonomik hayatı canlandırılmaya çalışılmıştır[10].

1453 yılında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle Anadolu’dan pek çok Ermeni aile İstanbul’a getirtilerek iskân edilmiş ve şehirde güçlü bir ekonomi tesis edilmeye çalışılmıştır. 1461 yılında Trabzon seferinden dönüşünde Fatih Sultan Mehmet Bursa’ya uğrayarak Bursa Ermenilerinin dini lideri Hovakim’i İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği kurması için beraberinde götürmüştür. İlber Ortaylı, Fatih’in bu kararının son derece stratejik bir karar olduğunu, kendisinin bu kararla İstanbul’da hâlihazırda var olan Hıristiyan Rum nüfusunu başka bir Hıristiyan nüfus ile, yani Ermenilerle, dengelemeyi amaçladığını yazmaktadır[11]. Böylelikle Ermeniler Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altındaki İstanbul’da bir Patriklik açmışlardır.

1473 yılında, Doğu Anadolu’daki Akkoyunlu devletinin Osmanlılara yenilmesinin ardından eski Ermeni başkenti Ani’nin de aralarında bulunduğu pek çok Ermeni kenti Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Özellikle İstanbul’un Ermeniler için bir dini merkez olmasından sonra kendi ülkelerindeki iç karışıklıklar nedeniyle hayatlarından endişe eden pek çok Ermeni daha huzurlu bir hayat için İstanbul’a göç etmeye başlamışlardır[12].

1514 yılında Yavuz Sultan Selim Safevi İmparatorluğunu yenmiş ve Ermenistan’ın batı ve güney kesimlerini hâkimiyeti altına almıştır. Özellikle Tebriz’de yaşayan Ermeni zanaatkârlar ve aileleri İstanbul’da iskân edilmeye başlanmıştır. 1516 yılında Kudüs’ün Osmanlı hâkimiyetine girmesinin ardından Kudüs Ermeni Patrikliğine daha Halife Ömer zamanında verilmiş olan dini işlerinde özerklik yetkisi yeniden garanti altına alınmıştır. 1534 yılında ise Kanuni Sultan Süleyman’ın İran seferi ile önemli ölçüde Ermeni nüfus barındıran Van, Erivan ve Nahçıvan da Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Babası gibi Kanuni Sultan Süleyman da bölgedeki en usta zanaatkârları beraberinde İstanbul’a getirerek iskân etmiştir.

Bu nüfus hareketlerinin sonucunda 1554 yılında İstanbul’daki Ermeni nüfusu 60.000’e ulaşmıştır[13]. 1567’de İtalya’da Ermenilere karşı uygulanan baskıdan kaçan bir Ermeni, Apkar Tıbir, İstanbul’a gelmiş ve burada ilk Ermeni matbaasını açmıştır. Bu matbaada basılan ilk kitabın adı “Keraganutyun Gam Ayppenaran”dır (Küçük Gramer Kitabı). Bu kitabı pek çok dini eserin baskısı izlemiştir[14].

Bu sıralarda Ermenileri yönetim çevrelerinde de görmeye başlıyoruz. Nitekim bazı Osmanlı tarihçileri 1581 yılında III. Murat tarafından Sadrazamlığa getirilen Doğancıbaşı Mehmet Paşa’nın Ermeni kökenli olduğunu söylemektedir[15].

17. yüzyılın ortalarında Güney Kafkasya bir kez daha Osmanlılar ve Safeviler tarafından 1639 yılında yapılan Kasr-ı Şirin antlaşması ile paylaşılmıştır. Bu tarihten on dokuzuncu yüzyıla kadar Ermeniler bu iki imparatorluğa bağlı olarak yaşamışlardır.

Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermeniler İmparatorluğun kültürüne büyük katkılarda bulunmuşlardır. Ermeni zanaatkârları İmparatorluğun belli başlı şehirlerinin ekonomilerine katkıda bulunmakla kalmamıştır; aynı zamanda Ermeni ailelerine darphane ve baruthane gibi Osmanlı ekonomisi ve ordusu için son derece önemli olan iki teşkilatın sorumluluğu verilmiştir[16]. Özellikle İstanbul, Bursa, Tokat, Kayseri, Ankara, Erzurum, Nahçivan ve Erivan gibi kentlerde Ermeni tüccar ve zanaatkârlar ciddi bir ekonomik gücü ellerinde bulundurmuşlardır[17].

Dahası, Ermeni sanatkârlar Osmanlı musiki ve mimarisine önemli katkı sağlamışlardır. Örneğin, Ermeni müzik bilimcisi Hamparsum Limoncuyan’ın icat ettiği nota sistemi olmadan İsmail Dede Efendi’nin de aralarında bulunduğu birçok Osmanlı bestekârının eserlerinin günümüze ulaşması imkânsız olurdu. Ayrıca Tatyos Efendi ve Bimençe gibi Ermeni bestekârların Türk musikisine katkıların da unutulmamalıdır. Mimari alanında, on dokuzuncu yüzyıl genel olarak Ermeni mimarların eserlerinin doruk noktasına ulaştığı bir yüzyıl olmuştur. Özellikle Balyan ailesinin çalışmaları dikkat çekicidir. Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarının yanı sıra Boğaz’ı süsleyen camilerin bir kısmı da bu aile tarafından tasarlanmıştır.

Osmanlı Ermenileri bürokraside de kilit noktalara gelmeye başlamıştır. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda 29 Ermeni’ye Paşa rütbesi tevcih edilmiş, 22 Ermeni de Bakan olarak atanmıştır. Bakan olarak atananlar arasında Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta Nazırı olarak atananlar mevcuttur. Bunların yanı sıra özellikle ziraat ve nüfus işleri ile ilgilenen devlet dairelerinde de pek çok Ermeni bürokrat görülmektedir. Ayrıca aynı yüzyılda Ermenilerden 33 Milletvekili, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos ve konsolos, 11 üniversite profesörü ve 41 yüksek rütbeli bürokrat vardır.

Kısacası Osmanlı idaresi Ermenilere huzur ve refah getirmiştir. Ancak bu ilişkiler on dokuzuncu yüzyılda önce gerilmeye daha sonra da tamamen kopmaya başlamıştır. Bu kopuşun nedenleri gelecek bölümün konusudur.



AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#131 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:01

3. Osmanlı İmparatorluğuna Karşı Ermeni Direnişinin Başlaması (1800–1878)

Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin neden bozulduğunu anlamak için hem iç hem de dış faktörleri bir arada analiz etmek gerekir. Öncelikle Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması ve hem Müslüman hem de gayrimüslim nüfusun durumunu iyileştirecek reformların yapılmaması toplumda genel olarak bir huzursuzluk yaratmıştı. Özellikle Doğu Anadolu’daki Osmanlı hâkimiyeti kâğıt üzerindeydi, gerçekte otorite boşluğunu bazı yerel yöneticiler ve aşiret reisleri dolduruyordu. Ermeni ve Kürtler arasındaki çatışmalar da Ermeni halkının huzursuzluğunu arttırmaktaydı.

İkinci olarak on dokuzuncu yüzyılda Ermeniler arasında mezhep mücadeleleri doruk noktasına ulaşmıştı. Her ne kadar Gregoryen Ermeniler, Ermeni nüfusunun büyük bir kısmını kapsıyorlarsa da güçlü bir Katolik Ermeni cemaati de ortaya çıkamaya başlamıştı. Öyle ki, bu cemaat 1831 yılında Fransız Büyükelçisinin baskısı ile İkinci Mahmut’un kendilerini ayrı bir cemaat olarak tanımasını sağlamış ve İstanbul’da ayrı bir kilise kurmuşlardır[18]. Bundan sonra Avrupalı Katolik misyonerler bu cemaate destek olmaya başlamışlardır.

Ancak özellikle on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru bu yeni mezhepten daha güçlü bir mezhep olarak Protestan Ermeni cemaati göze çarpmaktadır[19]. Özellikle Protestan misyonerlerin faaliyetleri sonucunda bu mezhebi kabul eden Ermenilerin sayısı hızla artmış ve bir cemaat oluşturacak raddeye gelmiştir. Bu cemaat İngiliz büyükelçisinin de desteğini alarak 1846 yılında ‘Protestan Yönetim Kurulu’ adı ile bir örgütlenme içine girmiştir[20]. Hemen sonrasında da kendi kiliselerini kurmayı başarmışlardır. Bütün bu bölünmeler sırasında Ermeni halkının halen daha büyük bir çoğunluğunu oluşturan Gregoryen Ermeniler bu bölünmenin müsebbibi olarak Osmanlı İmparatorluğunu suçlamışlardır. İlişkilerin bozulmasında bir diğer etken de budur.

Üçüncü olarak, Osmanlı İmparatorluğunu zayıflaması ve Fransız İhtilalinin milliyetçilik, eşitlik ve özgürlük gibi fikirlerinin yayılmasının çakışması İmparatorluğu son derece güç bir duruma düşürmüştür. Aslında 18. yüzyılın son çeyreğinden, özellikle de 1774’teki Rusya yenilgisinin ardından imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra Osmanlı devleti geri dönülemez bir sürecin içine girmiştir.

Bu çöküş süreci bütün Büyük Güçlerin gözlerini diktikleri dünyanın en stratejik noktalarından birinde bir güç boşluğu doğmasına neden olmuştu. Bunun sonucunda da Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü dönemin Büyük Güçleri arasında ateşli bir rekabete dönüşmüştü. Böylelikle ‘Doğu Sorunu’ olarak bilinen sorun gündeme gelmişti.

Özellikle milliyetçi fikirlerin İmparatorlukta yayılmaya başlamasıyla ilk milliyetçi hareketler Balkanlarda görülmeye başlamıştır. 1804’teki Sırp isyanı her nasılsa bastırılabildi ancak aynı şeyi Yunan isyanı için söylemek mümkün değildi. 1828–29 yılları arasında yaşanan Osmanlı Rus Savaşı sonucunda imzalanan Edirne antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Ruslar o dönemde yalnızca Osmanlı İmparatorluğunu değil İran’ı da yenmişler ve Ermenistan topraklarını geçerek Aras vadisine ulaşarak Tebriz’i tehdit etmeye başlamışlardı. İran Şahı barış istemiş ve Ruslarla Türkmençay antlaşmasını imzalamıştı. Bu antlaşma ile Doğu Ermenistan Rus kontrolüne girmiş ve Kuzey İran’dan önemli ölçüde Ermeni nüfus bu bölgeye yerleştirilmiştir. Bu da bugünkü Ermenistan topraklarına Ermeni yerleşiminin arttırılması konusunda atılan ilk adımlardan biridir. Böylelikle Ruslar Ermenilerin içişlerine karışmaya başlamışlar ve kendilerini Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermenilerin koruyucusu olarak ilan etmişlerdir.

Görüldüğü üzere, bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi Osmanlı İmparatorluğunun içişlerine yapılan müdahalelerdir. Diğer bir deyişle, Büyük Güçlerin çıkarları Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çatışmaya başlamıştır. Bir taraftan Rusya, Balkanlar ve Kafkaslar vasıtasıyla ‘Sıcak Denizler’e ulaşmaya çalışmakta diğer taraftan İngiltere Asya’daki dominyonlarını bu tehdide karşı korumak istemekteydi. Bu nedenle Rusya Balkanlardaki ayrılıkçı milliyetçi hareketleri desteklerken, İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü korumaya çalışıyordu.

İmparatorluğun aniden dağılmasını önlemek için tüm Büyük Güçler Osmanlı Sultanından İmparatorluğun gayrimüslim halklarına daha fazla hak tanımasını istediler; böylelikle bu tebaanın sadakati garanti altına alınabilecekti. Bu hedefe ulaşmak için devamlı surette Osmanlı Hıristiyanları için ayrıcalıklar ve otonomi taleplerinde bulunmaya başladılar. Tanzimat reformları böyle bir sürecin sonucudur ve İmparatorlukta yaşayan gayrimüslim nüfusa önemli haklar ve ayrıcalıklar getirmiştir. Ancak bu reformlar ne Büyük Güçleri ne de gayrimüslim nüfusu tatmin etmiştir.

1856 yılı Osmanlı tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarih Osmanlı İmparatorluğunun, İngiltere, Fransa ve yeni kurulan Sardunya (Piedmont) devletlerinin de desteğini alarak Rusya’yı yenilgiye uğrattığı Kırım Savaşı’nın bittiği yıldır. Bu savaş yalnızca Rusya’nın yayılmacı emellerine geçici bir süre için set çekildiği için değil, savaşın sonunda savaşa katılan Büyük Devletler arasında imzalanan Paris Antlaşması için de önemlidir.

Bu Antlaşmanın yedinci maddesine göre taraflar Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğünü garanti altına aldıklarını bildirmiş ve Osmanlı İmparatorluğunu Avrupa Uyumu adı verilen denge sistemininin bir parçası olarak gördüklerini dile getirmişlerdir[21]. Bu madde bazı yazarlara göre İmparatorluğun (ve daha sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin) bir Avrupa Devleti olarak kabul edildiğini göstermektedir. Yine de bu antlaşmanın ömrü çok kısa sürmüş ve barış dönemi 1877–78 savaşları ile son bulmuştur.

1856 yılı yalnızca Kırım Savaşının sonu ve Paris antlaşmasının imzalanma tarihi olduğu için önemli değildir. 18 Şubat 1856 tarihinde, yani Kırım Savaşı sonrası durumun tartışılacağı Paris Kongresinin başlamasından bir hafta önce, Sultan Abdülmecid bir Hatt-ı Hümayun yayınlayarak İmparatorluk sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlere son derece önemli haklar tanımıştır. Islahat Fermanı olarak anılacak bu ferman uyarınca Müslüman ve gayrimüslim nüfus kanun önünde eşit olarak kabul edilecekler, kimse kimseyi dinini değiştirmek için zorlamayacak, İmparatorluk tebaası arasında ırk, din ve mezhep yönünden herhangi bir ayrım yapılmayacak ve hem Müslüman hem de gayrimüslim nüfus kamu ve askerlik hizmetlerinde görev alabilecekti[22].

Detaylı incelendiğinde ve İngiltere’nin Hindistan’daki, Fransa’nın Cezayir’deki idareleri göz önüne alındığında bu düzenlemelerin zamanının bir hayli ötesinde olduğu açıktır. Zira hiçbiri kendi yönetimleri altında bulunan halklara bu denli geniş haklar tanımamıştır.

İronik olarak, bu ferman esasen bir Avrupa projesiydi. 1855 yılında Viyana’da, daha Kırım savaşı devam ederken İngiltere, Fransa ve Avusturya bir araya gelerek Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan gayrimüslimlere daha fazla hak tanınması için İmparatorluğa baskı yapmaya karar verdiler. Bunun sonucunda Paris antlaşmasının 9. maddesi gayrimüslimler için yapılacak ıslahata ayrıldı. Bu maddede amaçlanan Müslümanlar ve gayrimüslim nüfus arasında tam bir eşitlik sağlamaktı. Ancak bunun tam aksi gerçekleşti. Gayrimüslim topluluklar bu hakları genellikle kötüye kullandılar ve Büyük Güçlerin koruması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu bu kötüye kullanımı engelleyecek önlemler alamadı. Bunun sonucu olarak 1856’dan itibaren gayrimüslim topluluklar Müslümanlarla kıyaslandığında durumlarını bir hayli iyileştirdiler; hatta bu iyileştirme zaman zaman Müslümanların aleyhine oldu. Ekonomik olarak Müslüman nüfusa oranlandığında daha az sayıda nüfusa sahip olmalarına rağmen servet birikimi konusunda baskın sosyal gruplara dönüştüler. Siyasi olarak da çok sayıda bürokrat, diplomat hatta bakan çıkardılar. Kısacası, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkiler artık değişmeye başlamıştı.

Her ne kadar diğer gayrimüslim topluluklarla beraber Ermenilere de Islahat Fermanı ile pek çok hak tanınsa da, bu haklar Ermeniler için tatmin edici değildi. Bu nedenle 1862 yılında Osmanlı İmparatorluğundan daha fazla hak talep ettiler ve bu taleplerini bir nizamname taslağı şekline sokarak hükümete gönderdiler. Bu taslak değerlendirildi ve daha sonra “Ermeni Milleti Nizamnamesi” adıyla kabul edildi. Buna göre Ermeni topluluğunun içişlerinin idaresi Ermeniler tarafından teşkil edilecek 140 kişilik bir Meclise veriliyordu. Bu meclisin ancak 20 üyesi Patrik tarafından atanabilecekti. Diğerleri ise İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermeniler tarafından seçilecekti. Görüldüğü üzere, bu kanun Ermeni toplumu içindeki çatışmaları yansıtması açısından son derece önemlidir. Zira kanunname Ermeni toplumunun önde gelenlerinin Patrikliğin baskısına karşı harekete geçtiğini ve bu konuda ciddi önlemler alınması yolunda çaba gösterdiğini kanıtlamaktadır[23].

Bu dönemde Osmanlı-Ermeni ilişkileri her ne kadar gerginleşse de henüz tam bir Müslüman-Ermeni çatışmasından bahsetmek zordur. Milliyetçilik akımlarının Ermeni nüfusu içerisinde yayılması üzerine Ermeniler Osmanlılardan bir takım hak taleplerinde bulunmuşlar, Osmanlılar da ellerinden geldiğince bu talepleri yerinme getirmeye çalışmışlardır. Ancak yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ilişkiler daha da bozulacak, hatta kopma noktasına gelecektir.

4. Devrimci Ermeni Hareketleri ve İsyanlar (1878–1915)[24]

Ermenilerin Rusya’nın yardımı ve rehberliği altında bağımsızlıklarını kazanma rüyasının ortaya çıkması 1877–78 Osmanlı-Rus savaşında yaşanan büyük Osmanlı yenilgisi sonucundadır. Savaşın sonlarına doğru, Osmanlı yenilgisi kesinleştiğinde İstanbul’daki Ermeni Patriği Nerses Varjabedian, Rus Çarı ile iletişime geçerek Rusya’nın Doğu Anadolu’da işgal ettiği toprakları Osmanlılara geri vermemesini istedi. Savaşın hemen ardından ise Patrik İstanbul yakınlarındaki Yeşilköy’de bulunan Rus karargâhını ziyaret ederek Rus Başkomutanı Grandük Nikola ile görüştü. Orada da, Ermeniler işgal edilen Doğu Anadolu bölgesindeki topraklarda yönetici zümre olarak kabul edilmediği sürece Rus işgalinin sona erdirilmemesini talep etti. Ruslar bu teklifi kabul ettiler ve Osmanlılar ile Ruslar arasında imzalanacak olan Ayestefanos Antlaşmasına 16. madde olarak yerleştirdiler.

Ancak bu antlaşma savaşın sonunu belirleyen antlaşma olamadı. İngiltere bu antlaşmanın hükümleri uygulandığı takdirde Doğu Anadolu’nun Rus hâkimiyetine gireceğini, hatta kurulacak bir Büyük Ermenistan ile Rusların İran Körfezine kadar ulaşıp, Hint Okyanusuna açılarak İngiltere’nin Hindistan’daki varlığını tehlikeye atacağını fark etmiş ve antlaşmanın derhal yenilenmesi için Berlin’de bir kongre toplanmasını sağlayabilmişti. Osmanlılar Kıbrıs’ı İngiltere’ye kiralamak karşılığında, bu kongrede daha kabul edilebilir bir antlaşmaya varılması yolunda İngiliz desteği elde edebilmişti. Kongre sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Rusya Doğu Anadolu’da işgal ettiği bütün bölgelerden çekilecek ancak Kars, Ardahan ve Batum Ruslara verilecekti. Osmanlı İmparatorluğu ayrıca Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde reform yapacak ve bu reformlar Büyük Güçler tarafından denetlenecekti.

Berlin Kongresinde Osmanlı İmparatorluğunu Rus tehdidine karşı toprak bütünlüğünün korunması hususunda destekleyenler İngiliz Muhafazakâr Partisi ve Başbakan Benjamin Disraeli olmuştu. Ancak savaşın hemen ardından gerçekleşen bir kabine değişikliği ile iktidara 1880 yılında Liberaller ve William Gladstone gelmişti. Gladstone’un temel stratejisi ise Disraeli ile taban tabana zıttı. Gladstone Osmanlı İmparatorluğunun geri dönülemez bir çöküş sürecine girdiğini, bu süreçte İngiltere’nin izlemesi gereken politikanın Osmanlı topraklarında İngiltere’nin himayesini kabul eden küçük devletçikler kurulması olduğunu söylüyordu. Bu devletlerden biri de Ermenistan olacaktı. Bu politikanın bir gereği olarak 1880’lerde İngiliz basını Doğu Anadolu’yu Ermenistan olarak adlandırmaya başladı; bu bölgeye gönderilen Protestan misyonerlerin sayısı arttırıldı ve İngiliz kamuoyunu etkilemek amacıyla bir İngiliz-Ermeni Dostluk Komitesi kuruldu.

Kısacası 1877–78 Savaşı Osmanlı-Ermeni ilişkileri açısından bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna karşı Ermeni isyanları bu döneme başlamıştır. 1879’dan itibaren İngiltere ve Rusya Osmanlı İmparatorluğuna Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ıslahat yapması konusunda notalar yollamaya başlamışlardır. Ancak Osmanlı devleti reformları ancak sınırlı bir şekilde uygulayabilmekteydi, zira daha fazla reform bölgenin Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmasına yol açmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktı. Dahası, özellikle bu savaştan sonra Büyük Güçler Anadolu’nun pek çok kentinde temsilcilikler açarak olayı daha da karmaşık bir hale getirdiler. Bu temsilcilikler Müslüman ve gayrimüslim nüfus arasında yaşanan çatışmalarda arabulucu rolü üstleniyorlardı. Ancak neredeyse her zaman gayrimüslimler lehine karar verdikleri için Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin bozulmasına daha fazla katkı sağlamaktan başka bir işe yaramıyorlardı.

Bu dönemde görülen bir diğer gelişme de Ermeni siyasi ve sosyal örgütlenmelerinin hızla artmasıdır. Aslında 1860’lardan beri özellikle Adana, Van ve Muş gibi bölgelerde bir takım örgütlenmeler görülmekteydi ve bu örgütler 1880 yılında “Birleşik Ermeni Örgütleri” adı altında birleşmişlerdi. Dahası aynı on yılda, Van’da kurulan Kara Haç ve Erzurum’da kurulan Ulusal Muhafızlar gibi bazı devrimci örgütlenmelerde oluşmaya başlamıştı.

Yurt dışında, özellikle Büyük Güçlerin aktif ve doğrudan desteğinin sağlanmasıyla daha etkin çalışabileceklerini düşünen Ermeni milliyetçileri örgütlenmelerini Osmanlı sınırları dışına taşımaya karar verdiler. Böylelikle 1887’de Cenevre’de Hınçak, 1890’da da Tiflis’te Taşnak cemiyeti kuruldu. Her ikisinin de amacı Doğu Anadolu ve Osmanlı Ermenilerini Osmanlı hâkimiyetinden ‘kurtarmak’ ve bağımsız bir Ermenistan kurmaktı.

Ermeni propagandası konusunda derin araştırmalar yapmış olan Louis Nalbadyan'a göre Hınçak Partisinin programı son derece radikal bir programdır[25]:

“(Ermeni) Halkın(ın) duygularını harekete geçirmek için tahrik ve teröre ihtiyaç vardır. Halk, düşmanlarına karşı kışkırtılacak ve aynı düşmanın misilleme faaliyetinden yararlanılacaktı. Terör, halkı korumak ve Hınçak programına güven duymasını sağlamak için bir yöntem olarak kullanılacaktı. Parti (komite), Osmanlı Hükümetini terörize etmeyi amaçlamıştı. Bu suretle rejimin prestiji azaltılacak ve tam anlamıyla dağılması için çaba harcanacaktı. Terörist taktiklerin tek odak noktası hükümet olmayacaktı. Hınçaklar, o sırada hükümet hesabına çalışan en tehlikeli Ermeni ve Türkleri öldürmek istiyor ve bütün casus ve muhbirleri yok etmeye çalışıyorlardı. Parti (komite), bütün bu terörist faaliyetlerde bulunabilmek üzere kendisine özgü bir kuruluş mey dana getirecekti.”

Taşnak Partisi Hınçak Partisinde pek de farklı sayılmazdı. Nitekim K. S. Papazyan Taşnak Partisi ile ilgili şunları yazmaktadır[26]:

“Komitenin programı isyan yoluyla Türkiye Ermenistan’ına siyasi ve ekonomik özgürlük sağlamaktı... Komitenin 1892 yılında yapılan Genel Kurulunda kararlaştırılan programın 8. metodu Hükümet yöneticilerini ve hainleri terörize etmek, 11. metodu ise Hükümet kuruluşlarını tahrip etmek ve yağmalamaktı.”

Bu iki etkili siyasi örgütün kurulmasının ardından Ermeni ayaklanmaları başlamaktadır. 1889 ile 1909 yılları arasındaki yirmi yılda yaklaşık kırk adet Ermeni isyanı ve terörist faaliyeti ortaya çıkmıştır. Aşağıda bu isyanlar tarih sırasına göre listelenmektedir:

· Musa Bey Vakası (Ağustos 1889),

· Erzurum Ayaklanması (20 Haziran 1890),

· Kumkapı Gösterileri (15 Temmuz 1890),

· Merzifon, Kayseri, Yozgat Gösterileri (1892- 1893),

· First Sasun Ayaklanması (Ağustos 1894),

· Zeytun (Süleymanlı) Ayaklanması (1–6 Eylül 1895),

· Divriği (Sivas) Ayaklanması (29 Eylül 1895),

· Babıâli Baskını (30 Eylül 1895),

· Trabzon Ayaklanması (2 Ekim 1895),

· Eğin (Mamuratü’l Aziz) Ayaklanması (6 Ekim 1895),

· Develi (Kayseri) Ayaklanması (9 Ekim 1895)

· Akhisar (İzmit) Ayaklanması (9 Ekim 1895),

· Erzincan (Erzurum) Ayaklanması (21 Ekim 1895),

· Gümüşhane (Trabzon) Ayaklanması (25 Ekim 1895),

· Bitlis Ayaklanması (25 Ekim 1895),

· Bayburt (Erzurum) Ayaklanması (26 Ekim 1895),

· Maraş (Halep) Ayaklanması (27 Ekim 1895),

· Urfa (Halep) Ayaklanması (29 Ekim 1895),

· Erzurum Ayaklanması (30 Ekim 1895),

· Diyarbakır Ayaklanması (2 Kasım 1895),

· Siverek (Diyarbakır) Ayaklanması (2 Kasım 1895),

· Malatya (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (4 Kasım 1895),

· Harput (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (7 Kasım 1895),

· Arapkir (Mamuratü’l- Aziz) Ayaklanması (9 Kasım 1895),

· Sivas İsyanı (15 Kasım 1895),

· Merzifon (Sivas) Ayaklanması (15 Kasım 1895)

· Ayintab (Halep) Ayaklanması (16 Kasım 1895),

· Maraş (Halep) Ayaklanması (18 Kasım 1895),

· Muş (Bitlis) Ayaklanması (22 Kasım 1895),

· Kayseri (Ankara) Ayaklanması (3 Aralık 1895),

· Yozgat (Ankara) Ayaklanması (3 Aralık 1895),

· Zeytun Ayaklanması (1895–1896),

· Birinci Van Ayaklanması (2 Haziran 1896),

· Osmanlı Bankası Baskını (14 Haziran 1896),

· İkinci Sasun Ayaklanması (July 1897),

· II. Abdülhamid’e Suikast Girişimi (21 Temmuz 1905),

· Adana Ayaklanması (14 Nisan 1909)

Sonuç olarak, tüm bu isyanlar ve ayaklanmalar, Ermeni Devrimci örgütleri tarafından Avrupa ve Amerika’da Ermenilerin Türkler tarafından öldürülmesi olarak yansıtılmış ve bu propaganda Avrupa kamuoyunda ciddi tepkilere yol açmıştır.

Bu yanıltma haberler sonucunda Büyük Güçler hâlihazırda kabul edilen reformların uygulanması ve yeni reformların tasarlanması için Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskılarını arttırmaya karar verdiler. İngiltere Ermenilerin durumu ile ilgili olarak 11 Mayıs 1895 tarihinde bir memorandum göndererek hükümetten bütün Ermeni isyancıların salıverilmesi; reformların uygulanıp uygulanmadığının kontrol edilmesi için bir Yüksek Komiser atanması; Sasun, Zeytun ve diğer bölgelerde zarara uğrayan Ermenilere tazminat ödenmesi gibi kabul edildiği takdirde Doğu Anadolu’yu fiilen otonom yapacak düzenlemeler talep etti. Osmanlı İmparatorluğu bu talepleri kabul ettiyse de, gerek Doğu Anadolu’nun elden çıkmasını önlemek, gerekse de Ermeni isyanlarının bu reformların uygulanmasını imkânsız hale getirmesi nedeniyle uygulayamadılar[27]. Bununla ilgili olarak, Bitlis’te görev yapan Rus konsolosu General Mayewski 1912 yılında şunları kaydediyordu[28]:

“1895 ve 1896 yıllarında Ermeni komiteleri Ermenilerle yerel halk arasında öyle bir kuşku yaydılar ki, bu bölgelerde herhangi bir reformun yürütülmesi imkânsız hale gelmişti. Ermeni din adamları hemen hemen hiçbir dini eğitim gayreti içinde değillerdi. Buna karşılık, milliyetçilik fikirlerini yaymak için çok çalıştılar. Bu tür düşünceler esrarengiz manastırların duvarları içinde gelişti ve dini görevlerin yerini Hıristiyanların Müslümanlara olan düşmanlığı aldı. 1895 ve 1896 yıllarında Asya Türkiyesi’nin pek çok vilayetinde çıkan ayaklanmaların sebebi ne Ermeni köylülerin büyük sefaleti, ne de maruz bulundukları baskı idi. Zira bu köylüler komşularından çok daha zengin ve müreffehtiler. Ermenilerin ayaklanması şu üç sebepten ileri geliyordu: 1. Bunların siyasi konularda bilinen tekâmülleri, 2. Ermeni kamuoyunda milliyetçilik, kurtuluş ve bağımsızlık fikirlerinin gelişmesi, 3. Bu fikirlerin Batı hükümetlerince desteklenmesi ve Ermeni din adamlarının telkin ve çabalarıyla yayılması.”

1908 yılında, hemen hemen kansız bir darbe ile İttihat ve Terakki Partisi iktidarı ele geçirdi. Bir yıl sonra da Sultan Abdülhamid tahttan indirilerek yerine Mehmed Reşad geçirildi. İttihat ve Terakki bu değişikliğin ardından Alman yanlısı bir politika izlemeye başladı. Bunun sonucunda Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katıldı. Böylelikle Osmanlı- Ermeni ilişkilerinde yeni bir safha başlıyordu.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#132 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:01

5. Birinci Dünya Savaşı (1914–1918) ve Ermeni Tehciri (1915–1916)

Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşına Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında katılması Ermeni milliyetçileri tarafından büyük bir fırsat olarak kabul edildi. Aslında savaşa katılmadan önce Ağustos 1914’te, İttihat ve Terakki yetkilileri Erzurum’da Ermenilerle bir araya gelerek onların desteğini almaya çalıştı. Taşnaklar da Osmanlı İmparatorluğu savaşa girdiği takdirde sadık vatandaşlar olarak devletlerini destekleyeceklerini bildirdiler. Ancak bu sözlerini tutmayacaklardı, zira bu toplantıdan iki ay önce, Haziran 1914’te gizlice düzenlenen Taşnak Kongresi’nde yaklaşan savaşı Osmanlı Devletinden bağımsızlık kazanabilmek için kullanma kararı alınmıştı.

Rusya Osmanlı İmparatorluğuna karşı savaş ilan eder etmez Rus Ermenileri Rusya ordusuna katılarak Osmanlılara saldırı hazırlıklarına girişmeye başladılar. Eçmiyadzin Katogikosu Rusya’nın Kafkasya genel valisi Vranzof-Dashkof’a Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğuna Ermeniler konusunda reform yapmak üzere bakıda bulunması halinde bütün Rus Ermenilerinin Rusya’yı koşulsuz olarak destekleyeceğini bildirdi[29]. Savaş başlar başlamaz da Taşnak Cemiyeti hücre örgütlerine bir talimatname yollayarak Osmanlı İmparatorluğu içerisinde isyanlar çıkarmalarını emretti[30]: “Ruslar sınırı geçtiklerinde ve Osmanlı orduları geri çekilmeye başladıklarında her yerde isyanlar çıkarılmalı, Osmanlı orduları bu suretle iki ateş arasına alınmalıdır. Osmanlı ordularının ilerlemesi halinde ise Ermeni askerler silahlarıyla birlikte kıtalarını terk edecek ve çeteler teşkil edip Ruslarla birleşeceklerdir.”

Hınçak Komitesi de örgütüne gönderdiği talimatta, “komitenin bütün gücüyle mücadeleye katılarak itilaf Devletlerinin ve özellikle Rusya'nın müttefiki sıfatıyla Ermenistan, Kilikya, Kafkasya ve Azerbaycan'da zaferi temin için her türlü vasıta ile İtilaf Devletlerine yardım edeceğini” bildirmiştir[31].

Bu saldırgan açıklamalar yalnızca Ermeni siyasi organizasyonlarına has değildi. Meclis-i Mebusan’da görev yapan Papazyan, Pastırmacıyan ve Boyacıyan gibi Ermeni milletvekilleri de kısa süre içerisinde gerilla liderlerine dönüştüler. Ermeni toplumuna hitaben yazdığı bir bildiride Papazyan şunları söylüyordu[32]: “Kafkasya'da gönüllü Ermeni alaylarının hazır bulundurulmalı, bunlar Rus ordularının öncüleri olarak Ermenilerin yaşadıkları bölgelerdeki kilit noktaları ele geçirmeli ve Anadolu topraklarında ilerleyecek Ermeni alayları ile hemen birleşmelidirler”

Rus orduları Doğu Anadolu içlerine doğru ilerledikçe gönüllü Osmanlı ve Rus Ermenileri tarafından oluşturulmuş birlikler tarafından karşılanıyor ve yönlendiriliyordu. Osmanlı ordusunda görev yapan Ermenilerin büyük bir kısmı da orduyu terk ederek silah ve cephaneleri ile Rus ordusuna katılıyorlardı. Ayrıca yıllardır Amerikan misyoner okullarında depolanan silah ve mühimmat bu gönüllü ordusunu silahlandırmak için kullanılıyordu. Savaş başladıktan bir kaç ay sonra, Rus ordusu tarafından desteklenen Ermeni gerilla birlikleri Doğu Anadolu’daki şehir ve kasabalara saldırmaya başladılar. İşgal ettikleri kentlerdeki Müslüman halka büyük zulümlerde bulundular, pek çoklarını vahşice öldürdüler. Aynı zamanda yolları ve köprüleri tahrip ederek Osmanlı ordularının ilerlemesini engellemeye başladılar. Ermenilerin gerçekleştirdikleri zulümler o derece ileri boyutlardaydı ki, bölgede görev yapan Rus komutanların raporları bile bu vahşeti anlatmakta yetersiz kalıyordu.

1915 Martında Rus orduları Van’a doğru ilerlemeye başladılar. Bunu fırsat bilen Ermeniler 11 Nisan 1915’te Van’da büyük bir ayaklanma başlattılar, Türk mahallelerine girerek büyük katliamlara giriştiler ve şehrin kolayca teslim olmasını sağlamaya çalıştılar. O dönemde Amerika’da yayınlanmakta olan Ermeni gazetesi Goçnak 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında “Van'da yalnızca 1.500 Türk'ün kaldığını"” iftiharla bildirmekteydi[33].

Van’daki bu ayaklanma ve katliamdan sonra bile Osmanlı Hükümeti Ermenilerin ayaklanmalarına ve Rus ordularına verdikleri desteğe son vermek amacıyla son bir şans vermeye karar verdi. Patrik ve Ermeni kökenli milletvekillerinin de aralarında bulunduğu Ermeni kanaat önderleri ile bir toplantı düzenledi ve bu saldırılar önlenemezse ciddi önlemler alınacağını bildirdi. Toplantıdan sonra da saldırıların azalma yerine artma eğiliminde olması üzerine hükümet sonunda harekete geçti. 24 Nisan 1915’te Ermeni devrimci komiteleri kapatıldı ve bu komitelerin ileri gelen 235 üyesi devlete karşı suç işlemekten tutuklandı. İşte her yıl Ermenilerin soykırım günü olarak andıkları bu tarihte değil bir soykırım, bir idam dahi yaşanmamış olup, tutuklamaların tehcir ile bir bağlantısı da yoktur.

Bu tutuklamaların ardından 27 Mayıs 1915 tarihinde hükümet savaş bölgelerinde yaşayan Ermeni nüfusun tehcirine ilişkin bir kanun kabul etti. Ermeniler bu kanunu soykırım kanunu olarak algılamaktadırlar. Oysa kanun maddeleri incelendiğinde tehcirin İmparatorluğun devamının sağlanması için geçici bir önlem olduğu ve Ermenilere zarar verilmeden uygulanması konusunda düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. Kanunun bazı maddeleri aşağıda gösterilmektedir[34]:

Bahsi geçen kasaba ve köylerde yerleşik ve nakli gereken Ermenilerin yeni yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır.

Varışlarından yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar iaşeleri mülteci tahsisatlardan karşılanmalıdır; bunlara daha önceki mali durumları ve hali hazır ihtiyaçlarına göre mal ve toprak dağıtılmalıdır; ihtiyaç sahipleri için Hükümet evler yapmalı, çiftçi sahibi zanaatkârlara tohum, alet, teçhizat temin etmelidir.

Bu emrin tamamıyla Ermeni isyancı komitelerinin genişlemesine karşı bir önlem olması nedeniyle, Müslüman ve Ermeni gruplarının karşılıklı katliama girişimlerine yol açacak şekilde yerine getirilmesinden kaçınılmalıdır.
Yeniden yerleştirilen Ermeni gruplarına refakat etmek üzere özel görevliler temini için düzenlemeler yapılacak, bunların yiyecek ve diğer ihtiyaçları sağlanacak, bu amaçla gerekecek harcamalar göçmenlere ayrılan hükümet tahsisatından karşılanacaktır.

Göçmenlerin yolculukları sırasında varış yerlerine kadar gerekli iaşeleri sağlanmalıdır. Yoksul göçmenlere yerleşebilmeleri için kredi verilmelidir. Yolculuk halindeki kişiler için kurulan kamplar muntazaman denetlenmelidir; bu kişilerin refahı için gerekli önlemler alınmalı, ayrıca asayiş ve güvenlikleri sağlanmalıdır.
Yoksul göçmenlere yeterli yiyecek verilmeli ve sağlık durumları her gün doktor tarafından denetlenmesidir... Hasta, kadın ve çocuklar trenle, diğerleri ise dayanıklılıklarına göre katırla, araba içinde veya yaya olarak gönderilmelidir.

Her konvoya bir müfreze muhafız refakat etmeli, her konvoyun yiyecek malzemeleri varış yerine kadar korunmalıdır... Kamplarda veya yolculuk sırasında göçmenlere karşı bir saldırı vuku bulursa, bu saldırılar derhal püskürtülmelidir.

Sonuç itibariyle tehcir edilen Ermenilerin güvenliği ve rahatı için devlet elinden geldiği kadar tedbir almaya çalışmıştır. Ancak savaş koşulları altında yeterli yiyecek, temiz su, ulaşım araçları ve hijyen koşulları olmadığı için büyük sorunlar yaşanmıştır. Bunun yanı sıra ordu savaşta olduğundan iç güvenlik yeterince sağlanamamış ve çeteler tehcir konvoylarına saldırılarda bulunmuşlardır. Açlık ve salgın hastalıklar gibi Müslüman nüfusun da muzdarip olduğu felaketler Ermenileri de vurmuş ve tehcir sırasında binlerce Ermeni ölmüş veya öldürülmüştür.

Ermeni ölümlerinin sayısı günümüzde bile ciddi bir tartışma konusudur. Bu sayı 250.000 ila 3.000.000 arasında değişmektedir. Özellikle Ermeni propagandacılar devletin organize olarak düzenlediği katliamlar sonucunda yaklaşık 1,5 milyon Ermeninin öldüğünü dile getirmektedir. Ancak bu rakamlar başında Ermeni veya diğer gayrimüslim tebaadan yetkililerin bulunduğu Osmanlı nüfus idaresinin istatistikleriyle çelişmektedir. Fransız din adamı Monseigneur Touchet 1916 Şubatında Oeuvre d'Orient kurumunda verdiği bir konferansta 500 bin Ermeninin öldüğünün sanıldığını, ancak bunun abartılmış olabileceğini ifade etmiştir. Toynbee Ermeni kaybını 600 bin olarak göstermektedir. Encyciopedia Britanica'nın 1918 baskısında da aynı rakam vardır. Ermeniler de önce bu rakamı ileri sürmüşlerdir. Paris Barış Konferansına katılan Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar o sırada Türkiye'de hala 280 bin Ermeni bulunduğunu, 700 bin Ermeninin ise başka ülkelere göç ettiğini söylemiştir. Bogos Nubar'ın bu hesabı doğru ise, toplam Ermeni nüfusu 1.300.000 olduğuna göre, Ermeni kaybı yine 300 bin dolaylarındadır[35].

Rusya’daki 1917 Ekim Devriminin ardından Rusya Brest-Litowsk antlaşmasını imzalayarak savaştan çekilmiş ve Doğu Anadolu’yu boşaltmaya başlamıştır. Çekilirken bölgeyi Ermeni gerilla liderlerinin insafına terk etmiş, onlara silah ve mühimmat da sağlamıştır. Ermeni çeteleri bu güç boşluğundan yararlanarak pek çok şehir ve kasabayı işgal ederek büyük zulümlerde bulunmuşlardır. Arşiv belgelerine göre 1914 ila 1921 arasında Ermeniler tarafından katledilen Müslüman nüfusun sayısı 518.000’i bulmuştur.

Savaşın sonlarına doğru toparlanan Osmanlı ordusu Ermenileri geri püskürtmeyi başarmış ve Erivan ve Eçmiyadzin dışında kalan topraklarda ilerleyerek Bakû’ye kadar olan bölgeyi kontrollerine almışlardır. Ancak Mondros mütarekesinden sonra bir kez daha geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Artık Ermeni meselesi savaş alanında değil diplomatik konferanslarda, masada çözümlenecektir.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#133 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:03

6. Ermenilerin ‘Büyük Ermenistan’ Hayali (1918–1922)

Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde savaşın tüm tarafları Paris’te Avrupa’nın ve Osmanlı Devletinin savaş sonrası durumunu tartışmak üzere bir araya geldiler. 1919 yılında düzenlenen Paris Barış Konferansına Ermeniler de Bogos Nubar Paşa’nın başkanlık ettiği bir heyetle katıldılar. Konferansta Bogos Nubar Paşa neredeyse Doğu Anadolu’nun tümünü talep etti. Talep ettiği bölge Artvin, Kars, Rize, Trabzon, Giresun, Tokat, Sivas, İçel, Adan, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Ağrı, Van, Diyarbakır, Batman, Siirt ve Muş’tan müteşekkil bir bölgeydi. Bu illerin kapladığı alan da yaklaşık 390.000 km2’ye ulaşmaktaydı ki bu neredeyse Anadolu’nun yarısı demekti. Osmanlı İmparatorluğunun azılı düşmanlarından İngiliz Başbakanı Lloyd George bile Bogos Nubar’ın bu taleplerine Bogos’un peri masalları diyerek dalga geçecekti.

1920 yılında Osmanlı İmparatorluğu Sevr antlaşmasını kabul etmek zorunda kaldı; ancak bu anlaşma asla uygulanamadı. Antlaşmanın altıncı bölümü Ermenistan’la ilgili düzenlemelere ayrılmıştı. Antlaşmanın 89. maddesinde şunlar yazmaktadır: “Öteki Bağıtlı Yüksek Taraflar gibi, Türkiye ile Ermenistan da, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis İllerinde, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın saptanması işini Amerika Birleşik Devletleri Başkanın hakemliğine sunmayı ve bu konudaki kararını olduğu kadar, Ermenistan’ın denize çıkışı ile sözü geçen sınıra bitişik bütün Osmanlı topraklarının askersizleştirilmesine ilişkin ileri sürebileceği bütün hükümleri kabul etmeyi kararlaştırmışlardır. ABD Başkanı Woodrow Wilson kendisine verilen hakemlik görev sırasında hazırladığı raporda Ermenilere Doğu Anadolu’dan yaklaşık 120.000 km2’lik alan verilemesini istedi. Bu da şu illeri kapsıyordu: Van, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Bingöl, Muş, Bitlis, Siirt, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize ve Sivas’ın bir bölümü.

Sevr antlaşmasının ardından Ermeniler bir kez daha kendilerine vaat edilen toprakları işgal etmek üzere Doğu Anadolu’ya girdiler. Ancak Aralık 1920’de Türk orduları Ermenileri geri püskürttü ve Gümrü Antlaşması imzalanarak bugünkü Türk-Ermeni sınırı çizildi. Ermenistan o günlerde Sovyetler Birliği’ne katıldığı için bu antlaşma uygulanamadı. Ancak daha sonra 1921 yılında Rusya ile yapılan Moskova ve Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile yapılan Kars antlaşmalarıyla Gümrü Antlaşmasındaki hususlar kabul edildi.

Kurtuluş Savaşındaki Türk zaferinin ardından Ermeni meselesi ile ilgili yeni bir sayfa açılıyordu. Bu sorun Lozan Antlaşması ile hukuken çözülecekti. Lozan Konferansı sırasında Ermeni meselesinin nasıl ele alındığı ise E. Büyükelçi Gündüz Aktan tarafında yazılan ve bu CD’de de mevcut olan bir diğer makalenin konusu olacaktır.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#134 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:04

Lozan Barış Antlaşması ve Ermeni Sorunu

Gündüz AKTAN

Ermeniler, dolaylı yollardan tekrar Sevr Antlaşması’ndaki genel yaklaşıma dönme çabasındadır. Bu amaçla Lozan Barış Antlaşması’nın kendileri açısından geçersiz olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Ancak Lozan Barış Antlaşması’nın, Ermenilerin sübjektif istek ve değerlendirmelerine göre değil, kendi içinde yazılı özel ilke ve kurallar ile, Antlaşmalar hukukunun genel esas ve yöntemlerine göre incelenmesi ve değerlendirilmesi mümkün olabilir.

Ermeni sorunu, Lozan Barış Antlaşması çerçevesinde genelde sözü edilmeyen bir konudur. Buna karşılık ,son zamanlarda Ermeniler, soykırımı dünyaya kabul ettirmek, dolaylı yollardan tekrar Sevr Antlaşması’ndaki genel yaklaşıma dönme imkanlarını araştırmak, bu bağlamda, Lozan Barış Antlaşması’nın kendileri açısından geçersiz olduğunu kanıtlamak için yoğun bir çaba içine girmiş görünmektedirler.

Ermenilere göre , ortada bir soykırım vardır. Soykırım suçu zaman aşımına tabi olmayan bir suçtur. Soykırım gerçeği bir Antlaşmayla ortadan kaldırılamaz. Bu nedenle Lozan Antlaşması hukuka aykırı bir Antlaşmadır. Dolayısıyla, “Ermeni soykırımı” açısından hükümsüzdür, uygulanamaz. Bu durumda, Sevr Antlaşması’nın bu konudaki maddeleri kendiliğinden geçerlilik kazanır ve uygulama alanı bulur.

Acaba böyle midir? Böyle olabilir mi? Lozan Barış Antlaşması, usulüne göre onaylanarak yürürlüğe girmiş ve halen de yürürlükte bulunan; Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’ne ardıl olmasına ilişkin tüm siyasî, askerî, ekonomik, malî, hukukî ve insanî sorunları kapsayan, bu bakımdan objektif bir statü yaratan ve dolayısıyla üçüncü ülkelere de yönelik sonuçları söz konusu olabilen önemli bir bağıttır. Bu antlaşmanın gözden geçirilmesi, değiştirilmesi veya sona erdirilmesi gibi konuların, Ermenilerin sübjektif istek ve değerlendirmelerine göre değil, kendi içinde yazılı özel ilke ve kurallar ile, Antlaşmalar hukukunun genel esas ve yöntemlerine göre incelenmesi ve değerlendirilmesi mümkün olabilir.

Esasen Lozan Barış Antlaşması, çok taraflı ilişkileri düzenleyen genel bir hukukî çerçevedir. Buna nazaran Türkiye ve Ermenistan ilişkileri, ikili ve özel ilişkilerdir. Nitekim Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkiler, Lozan Barış Antlaşması’ndan önce, 2 Aralık 1920’de Gümrü’de imzalanan Türkiye-Ermenistan Barış Antlaşması’na, 16 Mart 1921 ‘de Moskova’da imzalanan Türkiye-Ermenistan Barış Antlaşması’na, 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türkiye - Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’na ve son olarak da 13 Ekim 1921 tarihinde Kars’ta imzalanmış olan Türkiye ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Antlaşması’na konu olmuştur. Bunlardan ilki olan Gümrü Antlaşması -Sevr Antlaşması gibi- imzadan sonra Güney Kafkasya’nın Sovyetler tarafından işgali üzerine onaylanamamış ve yürürlüğe girememiştir. Buna karşılık, son iki Antlaşma halen yürürlüktedir.

Görüldüğü üzere, Türkiye açısından Ermeni sorunu, Lozan Barış Antlaşması’ndan önceki dönemde çözümlenmiş bir konudur. Lozan sürecindeki Ermeni çabalarını, yeni bir politik ve diplomatik girişim olarak değerlendirmek gerekir. Bu da başarılı olamamıştır.

Bu hususlar saklı kalmak kaydıyla, Lozan sürecindeki Ermeni olayları tartışmalarını da açıklamakta yarar vardır. Bilindiği üzere, 1. Dünya Savaşı 1914’de başlamıştı. 1915 yılında, Osmanlı orduları üç büyük cephede savaşmaktaydılar. Gelibolu’da İngiliz ve Fransızlarla, Doğu Cephesi’nde Rusya’yla; nihayet güneyde, -önce Süveyş’te sonra da Irak’ta- yine İngilizlerle muharebeler devam etmekteydi.

Tehcir, yani Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’nun bir bölü­münden diğer bölümüne taşınmaları işlemi 1915 yılının Mayıs ayında başlamıştı. İtilâf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) hemen bir bildiri yayımlamışlardı. 24 Mayıs tarihli bu bildiride, Osmanlı İmparatorluğu’nun insanlığa ve uygarlığa karşı işlemekte olduğu suçlara atıfta bulunulmakta ve Osmanlı kabinesinin -yani Bâb-ı Âli’nin- Ermenilere yapılanlardan kişisel olarak sorumlu olacakları belirtilmekteydi. Bu bildiri, Sevr Antlaşması bakımından büyük önem taşımıştır.

1916 yılında, bir İngiliz ve bir Fransız (Sykes ve Picot), daha sonra kendi adlarıyla anılacak olan, Os­manlı İmparatorluğu’nun -savaş sonunda nasıl olsa yenileceği varsayımıyla parçalanması konusunda Antlaşmalar hazırlamakla görevlendirilmişlerdir. Bu antlaşmalar, İtilâf devletleri arasında (Fransa-İngiltere, İngiltere-Rusya ve Fransa-Rusya) imzalanmıştır. Bu Antlaşmalar ile, Anadolu’nun doğu bölümünün Rusya’ ya bırakılması ve Ermenilerin de o bölgede yer alması düşünülmüştür[1].

Bununla beraber, 1917’de Rus ihtilâlinin olması, Rusya’nın savaşı bırakması, bu defa ABD’nin savaşa girmesi, durumu tamamen değiştirmiştir. Ancak ABD bu sırada Almanya’ya savaş açarken, Osmanlı Devleti’ne savaş açmamıştır. Sonuçta, İttifak Devletleri (Almanya-Avusturya-Osmanlı İmparatorluğu) 1918’de savaşı kaybetmişlerdir. Os­manlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzalamıştır.

Bu dönemde, ABD Başkanı Wilson, barışla ilgili olarak 14 mad­delik bir bildiri yayınlamıştır. Başkan Wilson, “kendi kaderini tayin” (self-determination) ilkesinin uygulanmasını savunmuştur. Wilson Bildirisi’nin 12. maddesi, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgi olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda kalacak bölgede Türklere kendi kaderini tayin hakkını tanımıştır. Ancak bildiri bu bölgenin sınırlarından söz etmemiştir. Türklere bırakılacak yerler, Sevr Antlaşması’nın konusu olmuştur. Wilson, Osmanlı’dan ayrılacak halkların -Ermeniler dahil- özerk bir siyasî varlık ve yaşam hakkına sahip olacaklarını ilan etmiştir. Sevr Antlaşması ile sonuçlanacak barış konferansı, Ocak 1919’da işte bu koşullar altında açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, bu konferansa ve müzakerelerine fiilen katılamamıştır[2]. Buna rağmen konferansın sonuçlanması çok uzun sürmüştür. Ocak 1919’da başlayan bu konferansın, ciddi müzakerelere sahne olmadığı halde, Ağustos 1920’de bitmesinin nedeni Ermeni sorununa bir türlü çare bulunamamış olmasıdır. Görüldüğü üzere, Ermeni sorunu Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılı­şında bizim sandığımızdan çok daha önemli bir etken olmuştur.

Sözü geçen konferansa, Ermeniler iki delegasyonla katılmışlardır. Bunlardan biri Ermenistan Cumhu­riyeti, öteki de onun dışında kalanları temsilen gelen ve “Millî Ermeni Delegasyonu” olarak adlandırılan heyetler olmuştur. Osmanlı paşası olduğu iddia edilen ünlü Bogos Nubar Paşa -ki bir Mısır Ermenisi’ydi­ bu heyete başkanlık yapmıştır. Bogos Nubar Paşa, daha toplantının başında, “Biz Osmanlı’yla savaştık. Bu nedenle muhasım tarafız. Bu sıfatla konferansa katılmak istiyoruz” şeklinde beyanda bulunmuştur. Bu beyan, -uygulama kabiliyeti olsaydı- 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi kapsamında yapılacak hukuki bir değerlendirme açısından bile çok ilginç bir durum yaratabilirdi.

Zira anılan sözleşmeye göre, belli bir grup silahlı bir çatışmanın taraf ise, Soykırım Sözleşmesi çerçe­vesinde korunacak kişiler kapsa­mında değerlendirilmemektedir[3]. Dolayısıyla, Bogos Nubar Paşa, Ermenilerin bir harpte muhasım taraf olduğunu söylemekle, Ermenilerin Türklerle savaştıklarını itiraf etmiş, ilerde söz konusu edilebilecek bir soykırım iddiasını da daha baştan dayanaksız bırakmış olmaktadır.

Bu süreç boyunca Ermeniler, mevcut Ermenistan Cumhuriyeti’ne ek olarak, Osmanlı Devleti’nin altı vilayeti ve Kilikya’da yani Adana-Maraş arasındaki bölgede- bir Ermeni devleti kurulmasını istemişlerdir. Sözü geçen altı vilayet, yaklaşık olarak şu andaki 18 vilayetimize tekabül etmektedir. Bu topraklar, yaklaşık 250-300 bin km’lik bir alanı kapsamakta, Batılılarca da sempa­tiyle karşılanmakta, fakat anılan bölgede, bu büyüklükte bir devleti oluşturabilecek ve yönetebilecek sayıda Ermeni nüfusu bulunmamaktaydı. Bu nedenle, Rusya savaşta kalsaydı , Ermenistan’ın mandasının Rusya’ya verilmesi düşünülmüştü. Rusya savaştan çekildiğinde, bölgenin bu defa ABD’ye verilmesi söz konusu edilmiştir. ABD Başkanı Wilson, bu fikri sıcak karşılamış, ancak tasarıyı ABD Kongresi’nden geçirememiştir. ABD Kongresi, Amerikan mandasında bir Ermenistan istememiş, bağımsız bir Ermenistan kurulması fikrinin destekçisi olmuştur.

Sevr Antlaşması 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır. Bu Antlaşmanın çok sayıda maddesi Ermenistan’la ilgilidir. Bunlardan en önemlisi olan 88. maddede, Türkiye’nin, -daha Ermenistan ortada yokken- kurulacak Ermenistan Devleti’nin bağımsızlığını ve özgürlü­ğünü şimdiden kabul edeceği yazılıdır. 89’uncu maddeye göre de, Ermenistan’ın sınırlarını çizme yetkisi ABD Başkanı Wilson’a bırakılmak­tadır. Sınırların nerelerden geçmesi gerektiği de açıkça belirtilmektedir: Sınırlar, “Erzurum-Trabzon-Van-Bitlis-Van Gölü’nün çok önemli bir kısmını içine alarak çizilecektir” denmektedir. Ermenistan’ın ismi geçen vilayetlerin tümünü mü yoksa bir kısmını mı içine alacağı sorusunun cevabını Wilson’ın vermesi istenmekte, Türkiye, elinden çıkacak olan bu vilayetlerdeki tüm hak ve sıfatlarından önceden vazgeçmekteydi.

Sevr’de Ermenilere ilişkin ikinci bölüm hükümler, madde 226 - 230 arasındaki kısımda yer almaktaydı. Bu maddelerde, “Ermeni olaylarından” sorumlu olanların İtilâf Devletleri tarafından gösterilecek mah­kemelerde yargılanmaları öngörülmekteydi[4].

Bu arada, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Sevr Antlaşması’nı onaylamamış, Türk Millî Mücadelesi başlamıştır. Doğu Cephesi’ndeki silahlı mücadele diğerlerinden daha önce ve genç Türk Devleti’nin zaferiyle sona ermiştir. Doğu Cephesi’ndeki savaşın kazanılmasının ardından, önce Gümrü, arkasından da Moskova ve Kars Antlaşmaları imzalanmıştır. Ancak, yukarıda da ifade edildiği üzere, imzadan iki gün sonra Bolşeviklerin Güney Kafkasya’ya hâkim olmaları sonucunda Gümrü Antlaşması yürürlüğe girememiştir. Buna karşılık, önce Moskova Antlaşması, daha sonra da, Moskova Antlaşması’nın 6. ve 15. maddeleri uyarınca- Kars Antlaşması yapılmıştır.

Bu özel hukukî çerçevede, Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır sorunu Moskova Antlaşması’nın 1. ve 2. maddeleri ve Kars Antlaşması’nın 2. ve 4. maddeleri ile çözümlenmiştir. Keza, Ermeni iddialarının aksine, gerek Sevr Antlaşması, gerek Gümrü Antlaşması, usulüne uygun olarak onaylanıp yürürlüğe girmiş olsalardı dahi; Moskova Antlaşması’nın 6. ve Kars Antlaşması’nın 1. maddeleri gereğince, taraflar arasındaki ilişkiler bakımından geçersiz sayılacaklardı[5].

Öte yandan, Kars Antlaşma­sı’nın 15. maddesine göre, bağıtlı taraflardan her biri, bu Antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra, Kafkas Cephesi’ndeki savaş nedeniyle işlenen cinayet ve cürümler için öteki taraf uyrukları yararına tam bir genel af ilan etmeği yükümlenmişlerdir[6].

Türkiye, sonraki aşamalarda Sakarya ve Dumlupınar savaşlarını kazanmıştır. Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi yapılmıştır. Kasım ayında TBMM Hükümeti Lozan Barış Konferansı’na çağırılmıştır. Türk heyeti Lozan’a giderken TBMM tarafından heyete verilen müzakere talimatı da bir rastlantı sonucu on dört maddeden oluşmuştur. Talimat daha ziyade sınırlar, kapitülasyonlar ve azınlıklarla ilgili olmakla birlikte, İsmet Paşa ve heyetine verilen bu talimatının iki maddesi, merkeze ayrıca sormaya dahi gerek olmaksızın Türk heyetine toplantıları terk edebilme yetkisini kapsamıştır. Yani muhatap devletler bu iki konuda ısrar ederlerse, Türk heyeti “teşekkür ederim” diyerek ayrılmak yetkisine sahip kılınmıştır. Bu iki önemli noktadan biri Ermeni yurdu sorunu, diğeri kapitülasyonlardır. Görüldüğü üzere, -üstelik Misak-ı Millî ölçütüne rağmen- TBMM Hükümeti sınırlarda bile taviz vermeye hazır iken, baştan itibaren, Ermeni yurdu ya da kapitülasyonlar konularında herhangi bir tavize yanaşmak eğiliminde olmamıştır.

Ermeniler, Lozan Konferansı’na da katılmak istemişler, ancak bu defa, “hasım taraf olarak savaşa katılmıştık” gibi beyanlarda bulunmamışlardır. Türk tarafı bu katılımı kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Sonuçta, Ermeniler ana komisyonlara değil, ancak özel bir alt komisyona katıl­mayı başarmışlardır. Rıza Nur’un Türk heyetinin başkanlığını yaptığı bu alt komisyonda en zorlu diplomatik çatışmalar cereyan etmiştir. Rıza Nur -meslekten diplomat da olmadığından- sert bir üslup kullanmıştır[7]. Rıza Nur muhataplarına âdeta ağzına geleni söyledikten sonra, İsmet Paşa karşı taraftan -yüzeysel bir şekilde- özür dilemiş, ardından aynı uygulamalar tekrarlanmıştır[8].

Sonunda Lozan Barış Antlaşması imzalanabilmiştir. Metinde, Ermenilerden hiç söz edilmemiştir. Buna karşılık ırk, dil, din vb. ayırım gözetmeme temeline dayalı insan hakları hukuku kapsamındaki konular ve hükümler, Ermenileri de dolaylı olarak ilgilendirmektedir[9].

Lozan Barış Antlaşması’nın eki olan, “Genel Affa İlişkin Bildiri ve Protokol” -sanılanın aksine- Türk tarafının değil, İtilâf Devletleri’nin ısrarıyla hazırlanmıştır. Bu suretle, savaş sırasında işlenen suçların tümü affedilmiştir. Anadolu’da Yunan ordusunun işlediği suçlar da, Ermenilere karşı işlenen suçlar da af kapsamına sokulmuştur[10].

Anılan Bildiri’nin 6 no’lu paragrafı ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşı kaybettiği 1918 yılından 1922 yılı sonuna kadar, özellikle İstanbul’un ve Osmanlı Mebusan Meclisi’nin işgal altında bulunduğu süre zarfında, Türkiye sınırlarının dışında kalmış (Suriye gibi) yerlerdeki Ermenilerin geriye dönmeleri, mal ve mülklerinin iade edilmesi konularında İngilizlerin ve Fransızların aldığı kararların olduğu gibi uygulanması, Türkiye Devleti’nce kabul edilmiştir. Buna göre, geri gelmek isteyen Ermeniler gelebilecek, Türkiye sınırları içinde olup da mal ve mülkleri iade edilmiş Ermenilere ilişkin işlemler de geçerliliğini koruyacaktır[11].

Ermenileri dolaylı olarak ilgilendiren diğer bir hüküm de vatandaşlığa ilişkin 31. maddedir. Vatandaşlığını kaybetmemiş bütün Ermeniler zaten geri gelebileceklerdir. Vatandaşlığını kaybetmiş olanların da çocukları, 18 yaşına geldikleri zaman, belli bir süre içinde Türk vatandaşlığını tercih ederlerse, aynı şekilde geri gelebileceklerdir.

Ermenilerle dolaylı olarak ilgili olan en ilginç hükümler, iktisadî bölümde yer alan 65-72. maddelerin hükümleridir. İktisadî hükümlerin Ermenilerle ilişkisi hemen kavrana­mayabilir. İnsan hakları hukukunun genel anlamı ye işlevinin doğal sonucu olarak bu şekilde atıfta bulunulması esasen gerekmemekle birlikte, Türk heyetinin Lozan Barış Antlaşması’nın içinde Ermenilere ayrıca ve açıkça atıfta bulunulmasından kaçınmış olduğu da söylenebilir. İktisadî hükümler içinde, “mallar, haklar, menfaatler” olarak isimlendirilen bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölümde, tehcire tabi tutulmuş olanların tüm hukuku ve tüm çıkarları korunmaktadır[12].

Burada ilginç olan nokta, 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin ba­şına gelenlerle Balkan savaşlarında Türklerin başına gelenler aynı hukuki esas ve usullere tabi kılınmıştır. Yani bu halklardan birinin maruz kaldığı uygulamaya soykırım denecekse, diğerinin maruz kaldığı uygulamanın da soykırım olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, Ermenilere ve Türklere, maruz kaldıkları olaylar dolayısıyla aynı hukuk kurallarının uygulanması gerekmektedir. Bu nedenle, söz konusu olabilecek eylemlerin de aynı ölçülere göre nitelendirilmesi gerekmektedir.

Lozan Barış Antlaşması’nda, ge­nel olarak sigorta sözleşmeleri, özel olarak da hayat sigortası sözleşmeleri konusunda, Ermenilerin yararlanabilecekleri bazı hükümler vardır[13]. Ancak sonuç olarak bu, özel hukuk çerçevesinde kişiler arası özel hukuk ilişkilerinin hukukî çerçevesini oluşturmaktadır. Burada bu teknik konunun ayrıntısına girmek hem gereksizdir, hem bu makalenin amacını aşmaktadır.

Hatırlanmalıdır ki, yeni bir devlet kurulmaktadır. Geçmişe dönük sorunların, hesapların, alacakların, borçların ve sorumlulukların bu süreçte tasfiye edilmesi gereklidir. Ancak bu şekilde -güncel deyimle ­“beyaz bir sayfa” açılabilir. Yeni bir dönem başlatılabilir. Hukuk düzeninde, bu gibi konulardaki hakların kullanımı belli sürelerle sınırlandırılır. Kullanımın sonsuza kadar açık tutulması, hukuk ilişkilerini ve geleceğe yönelik planlamaları belirsiz bırakır. Bu nedenle, “zaman aşımı” kavramı çerçevesinde, eylemlere ve işlemlere süreklilik kazandırılabilir. İşte bu çerçevede, örneğin bir Ermeni tarafından Türk kamu yönetimine başvurulduğunda, altı ay içinde olumlu bir cevap alınması gerektiği, aksi halde, bundan sonraki bir yıl içinde muhtelit hukuk mahkemesine başvurulabileceği kabul edilmiştir. Şu halde, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı tarihten itibaren toplam on sekiz ay içinde, mülkiyet sorunlarının çözümlenmesi sürecinin sonuçlandırılmış, gerekli idiyse konunun mahkeme önüne götürülmüş olması gerekmektedir. Uyuşmazlık, bu melez (hybrid) mahkemelerin kararı ile kesin olarak çözümlenecektir. Şu halde, zaman aşımı süreleri nedeniyle, günümüzde artık bu hükümlerin uygulama alanı kalmamıştır.

Burada bir benzer durum hatıra gelebilir: Birkaç yıl önce, ABD ile İsviçre arasında, Yahudilere ilişkin olarak bir sorun kamuoyunun gündemine girmişti. İkinci Dünya Savaşı sırasında başlarına gelenlerden dolayı Yahudiler, İsviçre Federal Bankası, İsviçre bankaları ve İsviçre hükümetinden tazminat almışlardı.

Tazminat miktarları da sembolik değil, ciddi rakamlardı. Bunu örnek alan Ermenilerin, aynı yöntemi uygulamak istemeleri mümkündür. Yukarıda açıklanan nedenlerle, buna hukukî açıdan imkan olmadığını söyleyebiliriz. Zira Lozan Barış Antlaşması, bu gibi konulara ilişkin olarak kişilerin özel hukuka ilişkin hak ve çıkarlarını yeterli kapsamda düzenlemiştir.

Bu gibi özel hukuk konularında, ancak hakları zarar gören gerçek veya tüzel kişiler taraf olabilirler. Bir devlet olarak ABD’nin Lozan Barış Antlaşması’na taraf olup olmaması, onun bu konularda davaya taraf olma ehliyetinin mevcut olup olmaması açısından belirleyici değildir.

Atatürk, “Büyük Nutuk”ta Lozan Antlaşması’nın sağladığı başarıları sayarken, Ermeniler konusunda iki şey söylüyor: Sevr’de savaş hukukunu çiğneyerek suçlar işlendiği söylenmiş ve Osmanlı’ya ceza veril­mesi öngörülmüştü. Lozan’da bu tümüyle kalkmıştır. Sevr’de, Doğu Anadolu’da Rus ordularının ulaştığı en ileri noktalardan geçirilen sınırla bir Ermenistan yaratılmak istenmişti. Bu da tümüyle ortadan kalkmıştır. Yani Ermeni yurduna ilişkin olarak Türk heyeti, TBMM’nin talimatını harfiyen uygulamıştır. Burada hiçbir taviz verilmemiştir. Ama Ermeniler, Antlaşmada tanınan azınlık hakları çerçevesinde, Türk vatandaşları olarak Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yerlerini almışlardır.

Lozan Barış Antlaşması’na ilişkin müzakere sürecinde, gerçekçiliğin bir gereği olarak, pek çok önemli konuda tavizler verilmiş olabilir. Ancak bu tavizlerin hiçbiri, meşrû haklarımızın geleceğini olumsuz etkilememiştir. Tersine, şartlar elverişli olduğunda, haklarımızı ve menfaatlerimizi daha da ileriye götürmek mümkün olabilmiştir: boğazların statüsü gibi. Kesinlikle taviz verilmemiş olan belki de tek konu, Ermeni yurduna ilişkin niyet ve talepler olmuştur. Bu bağlamda, İsmet Paşa ve Türk heyetinin, diplomatik kariyerlerinin zirvesine çıkmış oldukları söylenebilir.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#135 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:05

Lozan'dan Günümüze Ermeni Sorunu

Ömer Engin LÜTEM


Bu yazımızda Sevr Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a toprak verilmesi planlarının gerçekleşmediğine, ayrıca Ermenilerin toprak taleplerinin 1921 Moskova ve Kars ile 1923 Lozan Antlaşmalarıyla hukuken ortadan kalktığına değinecek, daha sonra sırasıyla, Lozan Antlaşması’ndan 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde Ermeniler ve Ermenistan’ın durumu, savaşın bitiminde Sovyetlerin Ermenistan’a toprak vermek amacıyla Türkiye’den toprak istemesinin Ermeni milliyetçiliğini canlandırması ve soykırım iddialarıyla beslenerek Türk diplomatlarını hedef alan Ermeni terörünün ortaya çıkması anlatılacaktır. Ermeni terörünün sona ermesinden sonra ise Ermeni sorununun siyasi alana kaydığı ve toprak ve tazminat taleplerine temel teşkil etmek üzere, soykırım iddialarının bazı ülkeler ve uluslararası kuruluşlarca resmen tanınması girişimlerinin başladığı ve bunların Türkiye’nin AB üyeliği süreciyle ivme kazandığı ele alınacaktır.

I. Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Ermenistan’ın toprak talepleri

Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, 1915’te, Müttefik Ülkeler olan İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun taksimi için görüşmeler başlamış, bu konuda taraflar 1916 yılında anlaşmaya varmışlar ve İtalya’da 1917 yılında onlara katılmıştır (Harita 1). Bu taksimde Ermenilere toprak verilmesi öngörülmemiştir. Ermenilerin istedikleri Doğu Anadolu toprakları Rusya’ya ayrılmıştır. Rusya’nın ise bu topraklar üzerinde bir Ermenistan kurmaya niyeti yoktu ve Ermeniler için en fazla özerklik öngörülüyordu.

Rusya’nın 1917 yılında savaştan çekilmesinden sonra Doğu Anadolu’nun bir bölümünün Ermenistan’a verilmesi gündeme gelmiştir. Ancak Ermenistan için bağımsızlık değil manda idaresi düşünülmüş ve ABD’nin bu mandayı üstleneceği hesabı yapılmıştı[1].

Savaştan sonra Paris’te Barış Konferansı’nda, 28 Şubat 1919 tarihinde, Osmanlı Ermenileri adına söz alan Boğos Nubar Paşa Kafkasya’daki Ermenistan ile Türkiye’de Ermenilerin yerleşik olduğu toprakların birleştirilmesini istemiştir. Türkiye’de Ermenilerin yerleşik olduğu toprakları ise Altı Vilayet (Osmanlıların Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Harput ve Sivas Vilayetleri) Trabzon vilayetinin bir bölümü ve Kilikya ile Maraş sancağı olarak ifade etmiştir. Nubar Paşa’nın talepleri günümüz Türkiye’sinde, 24 ile tekabül etmektedir. Söz konusu iller şunlardır: Artvin, Kars, Rize, Trabzon, Giresun, Tokat, Sivas, İçel, Adana, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Ağrı, Van, Diyarbakır, Batman, Siirt ve Muş). Bu talepler esas alınarak tarafımızdan çizilmiş bir harita eklidir (Harita 2). Boğos Nubar Paşa’nın istediği topraklar yaklaşık 390.000 kilometre kare yapmakta olup bu rakam günümüz Türkiyesi’nin yaklaşık yarısını oluşturmaktadır.

Bu geniş toprakların hiçbir yerinde Ermeniler çoğunlukta olmadığından Nubar Paşa’nın önerisi kabul edilmemiştir. Bu yerlerde milyonlarca Müslüman yaşıyordu. O itibarla empoze edilse bile bir Ermeni idaresinin uzun sürmesi olası değildi. Bu da büyük devletlerin devamlı olarak bu bölgelerde Ermenilere yardım etmesini gerektirecekti ki, kimse böyle bir yük altına girmek istemiyordu. Bunun yanında Nubar Paşa’nın unuttuğu veya bilmediği husus, istediği toprakların büyük bir kısmının yukarıda değindiğimiz 1916 anlaşması gereğince Fransızlara bırakılacağı idi.

İngiltere Başbakanı Lloyd George’un “Boğos’un peri masalları” diye nitelendirdiği[2] bu öneriler kabul edilmedi ancak hangi toprakların Ermenistan’a verileceği sorunu da çözülemedi. Müttefikler sonunda 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşmasına bir madde koyarak (madde 89) Ermenistan sınırlarının çizilmesini ABD Başkanı Wilson’a bıraktılar [3]. Başkan Wilson’un saptadığı sınırları gösteren Harita eklidir ( Harita 3 ) .

Ermenistan’a verilmek istenen Türk toprakları yaklaşık 120.000 km2’dir. Boğos Nubar Paşa’nın istediği toprakların % 30’u kadardır. Ancak burada da Ermeniler, savaştan önce olduğu gibi savaştan sonra da, azınlıktadır. Bu topraklarda günümüz Türkiye’sinin Van, Ağrı, Kars, Artvin, Erzurum, Bingöl, Muş, Bitlis, Siirt, Erzincan, Sivas’ın bir bölümü, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon ve Rize bulunmaktadır.

Büyük bir kısmı Türk kuvvetlerin elinde bulunan bu topraklar nasıl Ermenilere verilecekti? Normal koşullarda Osmanlı İmparatorluğu’yla savaşan ve halen de bölgede bulunan Fransa ve İngiltere’nin bu toprakların Ermeniler tarafından işgal edilmesine yardım etmeleri beklenirdi. Oysa bu iki ülke de savaştan hemen sonra askerlerinin büyük bir bölümünü terhis etmiş olduklarından buraya gönderecek kuvvetleri yoktu. Bu durumda Wilson’un çizdiği sınırların ele geçirilmesi Ermeni güçlerine kalıyordu. Ne var ki daha ziyade çete niteliğinde olan bu güçlerin sayısı az da olsa nizami ordu düzenine sahip Türk kuvvetlerini yenmesi mümkün değildi. 1920 Eylül ayı sonunda başlayan çarpışmalar iki ay kadar sürdü ve Ermeniler her yerde yenildiler. 3 Aralık’ta Ermenistan’ın Gümrü şehrinde imzalanan bir antlaşma ile Ermenistan, Sevr ile verilmek istenen toprakların hepsini kaybetti. İki ülke arasında bugünkü sınır kabul edildi. Ermenistan ayrıca Sevr’in geçersizliğini de kabul etti.

Aynı günlerde Ermenistan Sovyetler Birliği’ne katılmak durumunda kaldığından Gümrü Antlaşması onaylanmadı ve yürürlüğe giremedi. Dört ay sonra artık bu toprakların sahibi durumuna gelmiş olan Sovyetler Birliği’yle Mart 1921’de Moskova’da yapılan bir antlaşma ile iki ülke arasında bugünkü sınırlar kabul edildi; diğer bir deyimle sınırlar bakımından Gümrü Antlaşması hükümleri teyit edildi. Sovyetlerin federal yapısının bir gün başka yorumlara yol açabileceği endişesiyle Ankara Hükümeti doğu sınırlarının Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan Sovyet idareleri tarafından da kabul edilmesini istedi; bu da 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması’yla sağlandı [4].

Kars Anlaşması halen yürürlüktedir, o nedenle de Ermenistan’ın hukuken Türkiye’den toprak talep etme hakkı bulunmamaktadır.

II. Lozan’dan 2. Dünya Savaşı Sonuna Kadar Olan Dönemde Ermeniler

Lozan Antlaşması’nın müzakeresi sırasında İngiltere Ermeni sorununu açmak istediyse de Türk Heyeti buna izin vermedi. Ermenistan ile olan sınırlar hem Moskova hem de Kars Antlaşmalarıyla saptanmış olduğundan artık ortada sınır sorunu yoktu. Türkiye’de kalan Ermeniler ise Lozan’ın azınlıklıklarla ilgili hükümlerinden yararlanacaklardı. Sonuçta Lozan Antlaşması metninde ne Ermenistan ne de Ermeni sözcükleri yer aldı ve Ermeni sorunu da böylelikle hukuken son buldu[5].

Lozan ile başlayan yeni dönemde Ermeni sorununun siyasi yönden de ortadan kalktığını görüyoruz. Gerçekten de, “tehcir“ olarak adlandırılan Ermeni sevk ve iskânının, diğer bir deyimle başka bir yere gönderilip orada yerleştirilmelerinin sonucu olarak Ermeniler bir çok ülkeye dağılmıştı. Türkiye’den toprak talebinde bulunan Ermenistan da, bağımsız bir ülke olarak, ortadan kalkmıştı. Son olarak, Ermeni sorununun ortaya çıkmasının sorumlusu olan başta Rusya ve İngiltere ile Fransa ve Almanya gibi büyük devletler de, Lozan’da yeni ve güçlü bir Türk devleti kurulmasından sonra Ermenilerle ilgilenmiyorlardı.

Lozan’dan sonra geçen yaklaşık yirmi yıl içinde Ermenilerden çok az, Ermenistan’dan ise hemen hiç bahsedilmemiştir. Diaspora Ermenileri gittikleri ülkelere alışmak ve yerleşmek kaygısı içinde siyasi faaliyetlere nispeten az yer vermişler, ancak zaman zaman Türkiye aleyhinde çalışmışlardır. Bunun en iyi örneğini ABD’nin yeni Türk Devleti ile 6 Ağustos 1923 tarihinde Lozan’da imzaladığı Dostluk ve Ticaret Antlaşması’nın, Ermenilerin etkisi altında Kongre tarafından onaylanmaması ve bunun sonucu olarak da Amerikan Hükümeti’nin Türkiye ile diplomatik ilişki kuramamasıdır. Bu sorun Lozan’da beş yıl sonra, 1927’de çözümlenebilmiştir[6].

Ermenistan ise Sovyet Cumhuriyeti olduktan sonra dünya siyaset sahnesinden tamamen kaybolmuş, ülke şiddetli bir şekilde kolektifleştirmeye tabi tutularak Komünistler dışındaki tüm siyasi güçler ve özellikle Taşnaklar tasfiye edilmiş ve kısa süre içinde, tüm Sovyet toprakları için olduğu gibi, dünya ile teması kesilmiştir.

III. Sovyetler Birliği’nin Ermenistan Hesabına Türkiye’den Toprak Talebi (1945-1946)[7]

Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasından aldığı güçle Çarlık Rusyası sınırlarına ulaşmak gayreti içine girmişti. Ayrıca kendi güvenliği bakımından da Doğu Avrupa’da uydu komünist rejimler kurdurmaya başlamıştı.

Sovyetler Birliği ayrıca o zamana kadar Türkiye’ye karşı sürdürmüş olduğu dostluk ve işbirliği politikasına da son vermiş, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı yenilemeyerek Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmış ve ardından 1878 Berlin Muahedesi’yle Rusya’ya verilen ve 1918 Brest Litovsk Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğunca geri alınan toprakları ve ayrıca Boğazların kontrolünü istemiştir. Sovyet Dışişleri Bakanı toprak talebini, 1921 Moskova Antlaşması’nın Sovyetler Birliği’nin zayıf olduğu bir zamanda yapıldığını, şimdi durumun düzeltilmesi gerektiğini ifade ederek açıklamış ve ayrıca Ermenistan’ın ve Gürcistan’ın toprağa ihtiyacı olduğunu ileri sürmüştür.

Bu talepler Ermenistan’da yeni seçilen Eçmiyazin Katogikosu tarafından da desteklenmiş ve ayrıca Ermenistan ve Gürcistan dahil, tüm Sovyetler Birliği’nde bu taleplerin desteklenmesi için bir basın kampanyası açılmış ve bu kampanya diaspora aracılığı ile Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde de yürütülmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Diaspora Ermenileri 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurulmasına ilişkin San Fransisco toplantısına bir muhtıra vererek “işgal edilmiş Ermeni topraklarının” Ermenistan’a geri verilmesi talebinde bulunmuşlardır[8].

Bu girişimlere paralel olarak çeşitli ülkelerde bulanan Ermenilerin Sovyet Ermenistan’ına gelip yerleşmesi için de bir kampanya açılmıştır. Bu kampanyanın amacı, Türkiye’den toprak alındığı taktirde, bu topraklara yerleştirilecek yeterli sayıda Ermeni Sovyet Ermenistan’ında bulunmadığından bu kişilerin diğer ülkelerden getirilmesidir.[9]. Bu kampanya sonucunda Türkiye dahil, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerden Sovyet Rusya’ya göçenler olmuştur.

Türkiye, Sovyetlerin Doğu Anadolu’dan toprak ve Boğazların kontrolü taleplerini kabul etmemiştir. Ancak savaş sonrasında çok güçlenmiş bulunan Sovyetlere karşı ülkenin güvenliğinin sağlanması için, o zamana kadar izlenen ve bir tür tarafsızlık olarak nitelendirilebilecek olan politika terk edilerek Batılı ülkelerle işbirliği yapılmaya başlanmıştır. Truman Doktrini’nden ve Marshall Planı’ndan yararlanan Türkiye, Kore Savaşı’na katılmakla Doğu Bloğuna karşı Batılıların yanında yer almış ve 1952 yılı Şubat ayında NATO üyesi olmuştur.

Böylelikle Türkiye’den toprak alınamadıktan ve Boğazların kontrolü de elde edilemedikten başka Türkiye’nin Batılı ülkeler saffında yer alması Sovyetler bakımından büyük bir başarısızlık olmuştur. Nitekim Sovyetler, aleyhlerine sonuç veren bu politikayı Stalin’in 1953 yılında ölümünden hemen sonra değiştirmişler ve Türkiye’ye bir nota vererek Boğazlar üzerindeki iddialarından ve Ermenistan ve Gürcistan adına ileri sürdüğü toprak taleplerinden vazgeçtiklerini bildirmişlerdir. Ancak güvenliğini Batılı ülkelerin yanında yer almış olmakla sağlamış bulunan Türkiye’nin tutumunda bir değişiklik olmamıştır.

IV. Ermeni Milliyetçiliğinin Tekrar Canlanması (1946-1973)

Sovyetlerin talepleri kabul edilmemiş olsa da bu talepler Ermenistan’da, Sovyetlerin izin verdiği ölçüde, milliyetçilik akımlarının güçlenmesine neden olmuştur. Bazı kaynaklara göre Sovyet Devlet Başkanlığı’na kadar yükselen Politbüro üyesi Anastas Mikoyan Ermeni milliyetçiliğinin canlanmasında etkin bir rol oynamıştır[10]. Diğer yandan Sovyetler, ellili yılların sonunda, muhtemelen Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı kriz ve daha sonraları da Türkiye’nin U2 Amerikan casus uçaklarının uçuşuna izin vermesinin etkisiyle, o zamana kadar yasaklanmış olan Taşnakların faaliyetlerine bir ölçüde müsamaha etmişler [11] bu da milliyetçi akımları güçlendirmiştir.

Taşnaklar, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, diğer Ermeni siyasi partilerine karşı üstünlüklerini diasporada da korumuşlar ve Ermeni milliyetçiliğinin başlıca temsilcisi olarak Türkiye aleyhindeki faaliyetlerin odak noktasını oluşturmuşlardır.

Diğer yandan Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra Sovyet Ermenistan’ındaki Eçmiyazin’de Katogikos’un[12] Sovyet telkin ve baskılarına açık olacağı düşüncesiyle diaspora Ermenilerinin başka dini makama bağlanması fikri gündeme gelmiş, Taşnakların gayretleri ve ABD ve başlıca Avrupa ülkelerinin teşvikiyle Lübnan’da Beyrut yakınlarındaki Antilyas’da bir “Kilikya Katogikosluğu” kurulmuş ve diaspora Ermenilerinin bir kısmı bu makama bağlanmıştır. O zamandan günümüze Kilikya Katogikosluğu Taşnakların dini alandaki organı gibi çalışmaktadır. 1991 yılında Ermenistan bağımsız olduktan sonra diaspora Ermenilerinin yeniden Eçmiyazin’e bağlanması gerekirken Kilikya Katogikosluğu faaliyetine devam etmiş, Eçmiyazin’in ruhani üstünlüğünü tanımakla beraber aslında ona rakip olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ermeni milliyetçiliğinin süratle güçlenmesinin başlıca nedeni diasporadaki Ermeni kiliselerinin, siyasi partilerinin ve derneklerinin münhasıran etnik karakteri ile açıklanabilir. Yabancı ülkelerde Ermeni kiliselerinin var olabilmesi Ermeni cemaat olmasına, siyasi partilerinin ve çeşitli derneklerinin faaliyetlerini sürdürebilmeleri de Ermeni üyeleri olmasına bağlıdır. Oysa Ermeniler, her göç eden halk için olduğu gibi, ikinci kuşaktan itibaren göç ettikleri ülkenin halkı arasında erimeye başlamışlardır. Bu, Ermeni kiliselerin cemaatinde ve parti ve derneklerin de üye sayısında azalmaya neden olmuş, söz konusu örgütlerde gelecekleri için endişeler yaratmış ve Ermenileri bir arada tutabilmek ve onlarda Ermeni bilincini yaşatabilmek için çare arayışları başlamıştır. Bulunan çare, Holokost’un Yahudilere sağladığı prestij ve İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadığı önemli rol dikkate alınarak, 1915 tehcirinin Yahudi soykırımı ile aynı nitelikleri taşıdığını ileri sürüp bir “Ermeni soykırımı” yaratmaya çalışmak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, tedricen, Ermeni kiliselerinde, okullarında, siyasi partilerinde ve derneklerinde Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıkları teması sürekli işlenmeye ve böylelikle Ermeni gençleri bir beyin yıkamaya tabi tutmaya başlamıştır. Kişilerin baba veya dedelerinin soykırıma uğradığına inanmaları ise Türklerden intikam almak fikrini doğurmuş ve ayrıca büyük Ermenistan’ın kurulması hayallerini canlandırmıştır.

Böylece Ermenilerin Türkler tarafından soykırıma uğratıldığı iddiası diasporada yeniden Ermeni bilincinin oluşmasına yardım etmiş ancak diaspora Ermenilerini ortak kültürel değerleri temelinde değil yapay olarak yaratılan bir düşmana, günümüz Türkiyesine karşı birleşmelerini sağlamıştır.

Yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama”nın Türklere karşı beslenen duygular bakımından Ermeni kuşakları arasında farklar yarattığı görülmektedir.

Tehcire tabi olmuş bulunmasıyla, mantıken, Türklerden en fazla yakınması gereken birinci kuşak Ermenilerinin, aşırı olanları hariç, Türkleri bir bütün olarak suçlamadıkları, tehcirden sorumlu tutulan kişilere karşı olumsuz duygular benimsedikleri, ayrıca genellikle Türklere karşı bir yakınlık duydukları görülmektedir. Bunun en iyi kanıtı 1954 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ABD’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında Kaliforniya’ya gidince Türkiye’den göç eden Ermenilerin “Cumhurbaşkanımız geldi” diyerek kendisine çok büyük ilgi göstermeleri ve hatta Bayar’ın ziyaretinin bu eyaletteki tanıtım faaliyetini üstlenmeleridir.[13]

İkinci kuşak diaspora Ermenilerine gelince onlar göç edilen ülkede doğmuşlar ve orada eğitim almışlardır. 1915 olayları ile ilgilerinin anne ve babalarının anlattıklarından ibaret bulunması gerekir ve o itibarla da, normal olarak, Türklere karşı duygu ve davranışlarında daha ılımlı olmaları beklenir; oysa, yukarıda değindiğimiz “beyin yıkama” ikinci kuşağın, anne ve babalarından daha fazla Türklere karşı olumsuz hisler beslemelerine neden olmuştur.

Üçüncü kuşak ise bulundukları ülkenin koşullarına tamamen uymuştur. Artık çoğu Ermenice dahi bilmemektedir. 1915 olayları onlar için çok uzaktadır. O nedenle de Türklere karşı bir tür tarafsız bir tavır sergilemeleri normaldir. Oysa, Ermeni kiliseleri siyasi partileri ve derneklerinin artık etkili olarak uyguladıkları beyin yıkama sayesinde tamamen tersine bir durum mevcut olup Türklerden en fazla nefret edenler, çoğu yaşamları boyunca bir Türk bile görmemiş olan üçüncü kuşak Ermenileridir. Nitekim Türk diplomatlarının katilleri bu kuşak arasından çıkmıştır.

Sonuç olarak diaspora Ermeni kuşaklarının Türkiye’ye karşı duygu ve tutumlarının tersine orantılı olduğu görülmektedir. 1915’ten uzaklaştıkça kin ve nefret duyguları azalması gerekirken artmaktadır. Bu psikolojik yönden doğal olmayan bir durumdur[14] ve ileride Türkler ve Ermeniler arasında bir uzlaşmaya varılmasının önündeki en büyük engeldir.

Ermenistan’da milliyetçiliğin yeniden belirmesinin ilk meyvesi Erivan’da sözde soykırımın 50. yıldönümünde Erivan’da yüz binleri bir araya getiren büyük anma törenleri yapılması olmuştur. Ayrıca 1967 yılında ise Erivan’da bir Ermeni soykırımı anıtı törenle açılmıştır. Bu olaylar Ermeni diasporasında o zamana kadar pek görülmeyen Türkiye ve Türkler karşıtı duyguların güçlenmesine, bu da 1915 tehcirini bir soykırım olduğunu kabul ettirmeyi amaçlayan faaliyetlerin büyük ölçüde artmasına neden olmuştur.

Yeniden güçlenen Ermeni milliyetçiliği 1970 ve 1980’lerde 32’si Türk diplomatı ve yakınları olmak üzere toplam 70 kişinin canını alan Ermeni terörünü yaratmıştır.

Soykırım iddialarının diaspora Ermenilerinin milli bilincinin korunması yanında bazı siyasi amaçlara hizmet etmek için de ortaya atılmış olduğu görülmektedir. Bu amaç, Türkiye’den tazminat almak ve Doğu Anadolu’dan bazı toprakların Ermenistan’a verilmesini sağlamak olarak özetlenebilir.

Bu bağlamda diaspora Ermenilerinin ve özellikle Taşnakların Türkiye’ye karşı dört aşamalı bir strateji izlemeye çalıştıkları gözlemlenmektedir [15].

1. Birinci Aşama 1915 tehcirinin aslında bir soykırım olduğunu dünya kamuoyuna duyurmak ve buradan gelecek baskının etkisiyle çeşitli ülkelerin ve bazı uluslararası kuruluşların Ermeni soykırımını resmen tanımalarını sağlamak.

Aralıksız devam eden Ermeni propagandasının ve Ermeni iddialarını duyurmayı amaçlamış olan Ermeni terörünün etkisiyle, özelikle Batılı ülkeler kamuoyunda, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı içinde Türkler tarafından soykırıma uğratıldığına dair bir kanı yerleşmiş bulunmaktadır.

Ermeni soykırım iddialarının bazı ülke ve uluslararası kuruluşlar tarafından tanınmasına gelince, aşağıda açıklayacağımız gibi, şimdiye kadar 17 ülke parlamentosu ve bir uluslararası kuruluş bu tanımayı yapmıştır.

Buna göre Ermeniler dört aşamalı stratejinin halen ilk aşamasında olup tüm gayretlerini “soykırımı” tanıyan ülke ve uluslararası kuruluş sayısını arttırmak noktasında yoğunlaştırmışlardır.

2. İkinci Aşama 1915 tehcirin bir soykırım olduğunun Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye’nin bu hususta Ermenilerden özür dilemesidir.

Ermeniler, sözde soykırımı tanıyan ülke sayısı artarsa ve özellikle bunlar arasında ABD ve diğer büyük devletler bulunursa Türkiye’nin sözde soykırımı resmen tanımak mecburiyetinde kalacağı kanaatindedir. Oysa Türkiye’de, soykırım iddialarını tanıyan ülkelere karşı kamuoyunda gösterilen büyük tepki, TBMM Ermeni iddialarına karşı kesin tutumu ve birbirini izleyen Türk Hükümetlerinin de bu iddiaları reddetmesi Türkiye’nin böyle bir tanımayı yapmasını beklemenin gerçekçi olmadığını göstermektedir.

Halen Türkiye’de 1915 tehcirini bir soykırım olarak gören bir siyaset adamı yoktur. Buna karşılık son yıllarda bazı yazar ve bilim adamlarının soykırım hakkındaki Ermeni iddialarını benimsediği ve savunduğu görülmektedir. Ancak bu kişilerin görüşleri büyük tepki toplamakta olduğundan kamuoyu üzerinde kayda değer bir etki yaratmamaktadır [16].

3. Üçüncü Aşama “soykırıma” maruz kalan kişilere veya onların mirasçılarına Türkiye tarafından tazminat ödenmesidir.

Bu konuda göz önünde bulundurulması gerekli olan husus, soykırımı tanımanın doğrudan sonucunun tazminat ödenmesi olduğudur. Zira, zarar verenlerin (bir ulusu soykırıma tabi tutanların) o zararı tazmin etmeleri, her ülkenin kanunları arasında yer alan bir hukuk kuralıdır. Diğer bir deyimle, soykırımı tanımak ama bunun için tazminat ödememek, ilke olarak, mümkün olmayıp bu ancak karşı tarafın tazminat hakkından vazgeçmesi ile gerçekleşebilir.

Tazminat konusunda bilinmesinde yarar olan bir diğer husus Ermenistan Devleti’nin, 1915 yılında mevcut olmadığı için, kendi adına tazminat talep edemeyeceğidir. Bu bizzat başkan Koçaryan tarafından bir Türk gazetecisine ifade edilmiştir[17]. Lozan Antlaşması’na göre ise kişilere tazminat ödenmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye “soykırımı” tanırsa kendi rızasıyla tazminat ödemesi talepleriyle karşılaşacaktır.

4. Dördüncü aşama ve son aşama Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a toprak verilmesidir.

Bu konuda ilk önce dikkate alınması gereken nokta, yukarıda da izah ettiğimiz gibi, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak istemek için hukuksal bir dayanağı olmadığıdır. Başkan Koçaryan da bu hususu teyit etmiştir[18]. Hukuksal dayanaktan yoksun olmanın yanında Ermenistan böyle bir talebi askeri yönden destekleyecek durumda da değildir ve öngörülebilir bir gelecekte böyle bir olanağa kavuşması da beklenmemektedir. Son olarak, Ermenistan’ın nüfusu devamlı azaldığından ve diaspora Ermenileri de Ermenistan’a gelip yerleşmediğinden Türkiye’den alınması düşlenen topraklara iskân edecek Ermeni de bulunmamaktadır.

Kanımızca Ermenilerin Türkiye’den olan taleplerinin hiçbiri gerçekçi değildir. Toprak talebi için ise fantezi demek daha doğrudur. Herhalde bu husus diaspora Ermenileri tarafından da biliniyor olmalı ki toprak talebinden gitgide daha az söz edilmektedir.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#136 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:06

V. Ermeni terörizmi dönemi (1973-1986)

Ermeni milliyetçiliği 1965 yılından itibaren önemli bir canlanma yaşamışsa da artık ana amaç olarak benimsenen 1915 tehcirinin aslında bir soykırım olduğu görüşünün kamuoyuna benimsetilmesinde o yıllarda fazla bir mesafe alınamamış, elli-altmış yıl önce vuku bulmuş olaylar genelde bir ilgisizlikle karşılanmıştı. 1973 yılında Los Angeles’te yaşlı ve yarı meczup bir Ermeni Türk Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Yardımcısı Bahadır Demir’i katletmiştir. Katilin kurbanlarıyla hiçbir sorunu olmaması ve onları sadece, sözde Ermeni soykırımından “sorumlu” bir devletin temsilcileri olduğu için öldürmüş bulunması ilgi uyandırmış ve Amerikan basını, olayın evveliyatını hakkında bilgi vermek için, soykırımı iddialarından uzun bahsetmiştir. Bu olay Ermeni militanlarında “davalarını” duyurmak için Türk diplomatlarını katletmek yolunun denenmesi fikrini doğurmuştur.

1974 Kıbrıs Barış Harekatı Ermeni militanlarının Türk diplomatlarını katletmek fikrinin yaşama geçirilmesi için uygun ortamı yaratmıştır.

Kıbrıs Barış Harekatı gerek Yunanistan’da gerek Kıbrıs’ta büyük bir moral çöküşüne neden olmuştur. Bu harekat Türkiye’nin Yunanistan’a galip gelmesi gibi algılanmış ve ayrıca Türkiye’nin, gerektiğinde, Güney Kıbrıs ile Ege Adalarını ve Batı Trakya’yı da ele geçirebileceği endişesini yaratmıştır. Diğer yandan ne Yunanistan’ın ne de Güney Kıbrıs’ın Türkiye’ye karşı koyacak güce sahip olmaması bu endişeleri daha da arttırmıştır. Bu psikolojik durum iki ülkenin de Türkiye’ye karşı, adını söylemeden, bir tür savaş içine girmelerine neden olmuştur. Ancak bu savaş cephede olmayacak, sıcak çatışma hariç, her alanda Türkiye’ye zarar verilmeye çalışılacaktır. O dönemde Türkiye’nin Kıbrıs harekatı nedeniyle çok eleştirilmesi, Türkiye’nin hukuken bu müdahalede bulunma hakkı olduğu göz ardı edilip bağımsız bir devlete saldırı yapıldığının esas alınması ve ABD’nin de Kıbrıs harekatı nedeniyle Türkiye’ye silah ambargosu koymuş olması Yunanistan’ın bu yeni politikayı uygulamasını kolaylaştırmıştır.

Yunanistan Türkiye’ye karşı yürüttüğü bu mücadelede kendisine üç müttefik bulmuştur: Suriye, Kürtler ve Ermeniler.

ASALA ve PKK Kıbrıs barış harekatından bir yıl sonra 1975’te kurulmuşlar ve Yunanistan’ın ve Suriye’nin desteğini sağlamışlardır.

Türkiye’ye karşı savaşmak üzere kurulan ilk Ermeni terör örgütü ASALA’dır (ASALA: Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia; Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu) ASALA Lübnan’da George Habbas grubu tarafından eğitilmiş, Abu Nidal Grubu ve FKÖ tarafından da desteklenmiştir. Abu Nidal grubu siyasi faaliyetten ziyade terör eylemleri yapmaktadır. FKÖ’nün ise siyasi yönü güçlüdür. FKÖ 1980’lerin başında tamamen siyasi alana yönelmiş ve ASALA’ ya verdiği desteği çekmiştir.

Bu konuda 1970’li yıllarda Lübnan’daki durumun terör örgütlerinin buraya yerleşmesine ve gelişmesine çok uygun olduğunu belirtelim. Filistinliler, İsrail’in baskısı üzerine, Ürdün’den çıkmak mecburiyetinde kalınca Lübnan’a yerleşmişlerdi. Lübnan Devleti’nin bir millet değil dini gruplar tarafından kurulmuş olması, bir yandan İsrail baskısının diğer yandan ülkedeki Filistinlilerin yarattığı sorunların üstesinden gelinmesini önlemiş kısa sürede asayiş bozulmuş, ülkede “kurtarılmış bölgeler” kurulmuş ve dini gruplar arasında çatışmalar başlamıştı.

Lübnan’daki bu otorite boşluğu terör örgütlerinin burada kolayca faaliyette bulunmalarına imkan sağlamıştır. Lübnan’daki 200.000 kadar Ermeni’nin varlığı da ASALA ve diğer Ermeni terör örgütlerine lehine olmuştur. ASALA örgütü aşırı sol eğilimlidir. Bu yapısı itibariyle de geleneksel Ermeni Partilerinden Hınçaklara yakındır.

İkinci Ermeni Terör örgütü JCAG’dır. (Justice Commandos for Armenian Genocide; Ermeni Soykırımı için Adalet Komandoları) Bu örgüt 1975 yılında Beyrut’ta Taşnaklar tarafından kurulmuştur. Ancak Adalet Komandoları, ASALA gibi Marksist-Leninist olmayıp milliyetçidir. Yabancı devletlerden değil sadece Ermeni diasporasından destek aldığını iddia eder ve Türkiye ve Türkler dışındaki hedeflere saldırmamakla övünür.

Bu iki örgütten en fazla bahsedileni ASALA’dır. Ancak Adalet Komandoları en az ASALA kadar zararlı olmuştur. Nitekim Türk diplomatlarına yapılan saldırıların %52’si Adalet Komandolarının faaliyetidir. Bombalama olaylarının %45’i de Adalet Komandoları gerçekleştirmiştir. Adalet Komandoları 1983’te faaliyetlerine son vermişlerdir. Bunun nedeni Taşnak Partisinin gerek ABD gerek Avrupa’da gördüğü büyük baskıdır.

Ermeni Terör örgütleri bunlardan ibaret değildir. Adalet Komandoları faaliyetlerini tatil etmiş olsa da o tarihlerde kurulan ARA (Armenian Revolutionary Army; Ermeni İhtilalci Ordusu’nun ) aslında Adalet Komandolarının devamı olduğu düşünülmüştür. Ayrıca 3 Ekim örgütü, 9 haziran Örgütü, Orly Grubu ,Fransız Eylül Örgütü, Yeni Ermeni Direniş Örgütü gibi bazı diğer terör kuruluşları varsa da bunların etkisi sınırlı kalmıştır. Bunlardan bazılarının ASALA veya Adalet Komandoları tarafından, güvenlik makamlarını şaşırtmak üzere kurulmuş olması muhtemeldir. Bunlardan ASALA-RM ASALA’nın parçalanmasından sonra kurulmuş olduğu için önemlidir.

Ermeni terör örgütleri 1975’te başlayan ve 1986’da sona eren eylemleri sırasında, 32’si Türk diplomatı, görevlisi ve aile ferdi olmak üzere toplam 70 kişinin ölümüne, 524 kişinin yaralanmasına neden olmuşlar, 105 kişiyi rehin almışlar ve 208 bombalama eylemi gerçekleştirmişlerdir [19].

Ermeni terörüne destek vermemekle beraber bu hareketlere bir tür sempatiyle bakan ülkeler de olmuştur.

1981 yılında Sosyalistlerin iktidara gelmesinden sonra Fransa’nın Ermeni talep ve girişimlerine karşı daha anlayışlı bir tutum içine girdiği görülmüştür. Ancak Fransa, Ermeni terörü kendi topraklarına yayılmaya başlayınca buna karşı durmuş ancak terörü teşvik eden Ermeni siyasi faaliyetine engel olmamıştır. Aksine Fransız medyası o yıllarda soykırım iddialarını ön plana çıkaran yayınlar yapmıştır.

Sovyetler Birliği NATO’nun güney kanadını zayıflatacağı düşüncesiyle Ermeni terörüne sempati ile bakmış, Türkiye’ye uygulanan Amerikan silah ambargosunun sona ermesiyle beraber Türkiye’nin Orta Avrupa’ya kısa menzilli nükleer silahlar konuşlandırmasında Amerikan tezlerini desteklemesi de bu sempatiyi daha da arttırmıştır.

İran, Ermenilerin talep ve eylemlerini açıkça desteklememekle beraber, ülkesindeki Ermenilerin Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliğine saldırmaların önlemekte isteksiz davranmakla Humeyni rejiminin laik Türkiye’yi zora sokmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığını göstermiştir.

Ermeni terörü döneminde ilginç olan nokta, Batı dünyasında herkes, ilke olarak teröre karşı iken, Ermeni terörünün, tasvip edilmemekle beraber, kınanmamasıdır. Bu, Osmanlılar zamanında ABD, Fransa, İngiltere gibi büyük devletlerin Ermenilerin hamisi durumunda olmalarından ve bu nedenle de bu ülkeler kamu oylarında Ermenilere karşı bir sempati bulunmasından, bu sempatinin Ermenilerin Hıristiyan olmasıyla daha güçlenmesinden ve son olarak da Ermeni propagandası sayesinde Ermenilerin soykırıma uğramış olduğuna dair bir kanıya sahip olunmasından ileri gelmektedir. Bu nedenlerle Ermenilere bir tür hoşgörü ile bakılırken masum insanların katline, sırf Türk oldukları için, kayıtsız kalınmıştır. Bu çelişkili tutum Batı dünyasında ciddi bir etik değerlendirme sorunu mevcut olduğunu göstermektedir.

Ermeni terörü 1986 yılı sonunda durmuştur. Bunu başlıca nedeni teröristlerin Türk olmayanlara da zarar veren eylemlere girişmeleridir. Bu eylemlerin en büyüğü Paris’te Orly Hava Meydanında 15 Temmuz 1983 tarihinde gerçekleştirmiştir. Hava Meydanında Türk hava Yolları gişesinin önüne bırakılan bir bavulun infilak etmesi sonucunda 8 kişi ölmüş 60 çıvarında da yaralanan olmuştur. Ölenlerden sadece ikisi Türk’tür. Bu olay Ermeniler lehine olan havayı değiştirmiş, Ermeni çevrelerinde ciddi tartışmalara ve özellikle ASALA’da bölünmelere neden olmuş ve Ermeni terörizminin sona eriş sürecini başlatmıştır. Diğer yandan bu olaydan sonra başta Fransa olmak üzere çeşitli ülkelerde güvenlik makamlarının Ermeni militanları daha yakın takibe aldığı ve Ermeni teröristlerin mahkemelerinde de salt adalete daha fazla dikkat edildiği görülmüştür[20].

Ermeni terörizminin sona ermesinin ikinci nedeni Fransa dahil bazı ülkelerde resmi makamların terörist metotları kabul etmeyeceklerini açıkça ifade etmeleridir[21]. Bu özellikle terörizmi finanse edenler için caydırıcı olmuştur.

Üçüncü neden Türk devletinin yurt dışında görev yapan memurlarını daha iyi korumaya başlamasıdır.

Dördüncü ve son neden Ermeni terörizmin, Ermenilerin 1915 yılında Türkler tarafından soykırıma uğratıldığının dünya kamuoyuna duyurulması şeklinde özetlenebilecek olan amacına ulaşmış bulunmasıdır.

VI.Ermeni Sorunun Siyasallaşması (1987... )

Terör eylemleri durduktan sonra diaspora Ermenilerinin siyasi faaliyetlere yöneldikleri görülmektedir. Bu faaliyetlerin amacı Ermenilerin soykırıma uğramış oldukları iddiasını dünya çapında mümkün olduğu kadar fazla duyurmak ve bazı ülke parlamentolarının “soykırımı” tanıyan kararlar almasını sağlamaya çalışmak olarak özetlenebilir.

Diğer yandan Ermeni diasporası 1991 yılında Ermenistan’ın kurulmasından sonra bu devletin çıkarlarını korumak için ve mali yardım sağlamak için seferber olmuştur.

Diaspora Ermenilerinin 1915 tehcirini bir soykırım olarak kabul ettirme gayretleri ikiye ayrılmaktadır: Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ve siyasal faaliyetler.

A. Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler

Ermeni terörü sayesinde Batılı ülkelerin kamuoyunda Ermenilerin Türkler tarafından bir soykırıma uğratıldıkları hakkında bir kanı yerleşmiş olmakla beraber, kamuoyu belliğinin zayıf olması Ermenileri soykırım iddialarını devamlı olarak tekrarlamaya götürmüştür.

Ermenilerin soykırıma uğramış olduğunu kanıtlamak için, özellikle son 25 yılda, bir çok kitap yazılmış bulunmaktadır. Bunlar genelde bilimsel görünüştedir. Vaktiyle bu konuda, bir iki istisna dışında, Ermeniler eser verirken son yıllarda Ermeni kökenli olmayanların da yazmaya başladıkları gözlemlenmektedir. Ayrıca bazı Türk yazarlar da Ermeni görüşlerini benimseyen kitaplar yayınlamışlardır. Bazı Türk bilim adamları Ermeni sorunu konusunda hiç kitap veya uzun makale yazmadan da Ermeni görüşlerini desteklemişlerdir.

Kitaplara paralel olarak bilimsel dergilerde çok sayıda makale yayınlanmış ve yayınlamaya devam etmektedir. Ayrıca “soykırım” hakkında gazete ve günlük dergilerde yazılar yayınlanmasına özellikle önem verilmektedir

Diğer yandan, hedef olarak seçilen bazı ülkelerde ”soykırım” konusunda bir çok konferans, panel vb toplantılar düzenlenmektedir.

Soykırım konusu edebiyat alınanda da, romanlarda, şiir kitaplarında ve piyeslerde işlenmektedir. Bu konuda yazanların hemen hepsi Ermeni kökenlidir.

Filmlere gelince çok sayıda “belgesel” film mevcut olup bunlar, genellikle Nisan ayında, başta ABD, Fransa ve Lübnan olmak üzere bir çok ülke televizyonunda gösterilmektedir. 1915 yılına dair görsel malzeme çok az olduğundan bu filmlerde kullanılanların bir kısmının uydurma, bir kısmı ise gerçekliği tartışmalıdır. Görsel malzeme hakkındaki bu hususlar yine her yıl Nisan ayında açılan “soykırım” sergileri için de geçerlidir.

Konulu filmlerden büyük bütçeli olan ikisi özellikle dikkat çekmektedir. Bunlar Ermeni asıllı Fransız Yönetmen Henri Verneuil (Aşot Malakyan) tarafından 1991 yılında çevrilen Mayrig (Anne) filmi ile Ermeni asıllı Kanadalı Yönetmen Atom Egoyan’ın 2002‘de gösterime giren Ararat (Ağrı Dağı) filmidir. Mayrig, sözde soykırıma temas etmekle birlikte, esas konusu tehcir sonrasında Fransa’ya göçmüş bir ailenin yaşam mücadelesidir. Ararat ise, karma karışık bir senaryo içinde, bir takım vahşet sahneleriyle, sadece sözde soykırımı ele almaktadır. Mayrig’ın göreceli başarısına karşın Ararat’ın Ermeniler dışında ilgi gördüğünü söylemek mümkün değildir[22].

Ermenilerin bu faaliyetler için yaptıkları harcamaların kaynağı bağışlardır. Soykırım iddialarının tetiklediği milliyetçilik Ermeniler arasında esasen yaygın olan bağış geleneğini daha da güçlendirmiştir. Günümüzde varlıklı Ermeniler için bağışta bulunmak bir milli görev addedilmektedir.

Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ile aşağıda açıklayacağımız siyasi faaliyetler için ne kadar harcama yapılmaktadır? Ermeni kaynakları bu konuda bilgi vermemektedir. Ancak, kesin sonuçlara varılamasa da, bir tahmin yapmak mümkündür. Bir yazar[23] Ermenilerin ABD Kongre üyelerini etkileyebilmek için yılda 14 milyon dolar sarf ettiklerini yazmıştır. Bir diğer kaynak Ararat filminin maliyetinin 15 milyon dolardan fazla olduğunu belirtmiştir[24]. Bunlara yukarıda değindiğimiz bilimsel kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar da eklenirse ve bu tür faaliyetlerin sadece ABD’de değil Fransa, Kanada, Avustralya ve Lübnan başta olmak üzere diğer bazı ülkelerde de yapıldığı düşünülürse, bulunabilecek rakamın yılda herhalde yüz milyon dolardan daha az olamayacağı sonucuna varılmaktadır.

Söz konusu faaliyetlerin yapılması için Ermeni çevrelerinden büyük talep vardır. Bu faaliyetlerin üretilmesinin gerekmesi, bu üretimin yukarıda değindiğimiz büyük mali boyutları olması ve bu üretimden gelir sağlayan çok denebilecek sayıda kişi bulunması beraberce ele alındığında ortada bir “Ermeni Soykırım Endüstrisi” bulunduğunu ifade etmek abartma olmayacaktır. Diğer yandan bu endüstrinin bir çok kişiye gelir sağlaması soykırım iddialarının ısrarla ileri sürülmesinin, ikincil de olsa, sebeplerinden birini oluşturmaktadır.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#137 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:07

B. Siyasal Faaliyetler

Diaspora Ermenilerinin siyasi faaliyetlerinin büyük bir kısmını, bazı ülke parlamentolarının ve uluslararası kuruluşların soykırım iddialarını destekleyecek kararlar almasına çalışmak oluşturmaktadır.

a. Bazı Ülke Parlamentoları Kararları

Bu konuda dikkati ilk çeken husus Ermeni “soykırımı”nı kabul eden kararlar alınması talebinin hükümetlere değil parlamentolara yöneltilmiş bulunmasıdır. Bu hükümetlerin ülkenin dış ilişkilerini yürütmek görev ve sorumluluğuna sahip olmalarından ileri gelmektedir. Herhangi bir hükümetin sözde soykırım hususunda alacağı bir kararın o ülke ile Türkiye arasında bir soruna dönüşmesi muhakkak gibidir. Hükümetler böyle bir durumu arzu edilmediklerinden kendilerini, olanakları ölçüsünde, Ermeni soykırım iddialarının dışında tutmaya çalışmaktadır. Buna mukabil parlamentolar yabancı ülkelerin doğrudan muhatabı olmadıklarından herhangi bir ülke veya bir uluslararası bir sorun hakkında fikir beyan etmekte veya tavsiye niteliğinde olan bazı kararlar almakta bir sakınca görmemektedir. Karar alınmasını talep edenlerin oy potansiyeli de varsa Parlamentoların bu tür kararları almaları kolaylaşmaktadır.

Parlamentolarının aldığı kararlarla sözde Ermeni soykırımını tanıyan on yedi ülke şunlardır [25]:

1. Uruguay – 1965, 2004, 2005
2. Kıbrıs Rum Yönetimi - 1982
3. Arjantin – 1993, 2003, 2004, 2005
4. Rusya – 1995, 2005
5. Kanada – 1996, 2000, 2004
6. Yunanistan – 1996
7. Lübnan 1997 ve 2000
8. Belçika – 1998
9. İtalya – 2000
10.Vatikan 2000
11.Fransa 2001
12.İsviçre 2003
13.Slovakya 2004
14.Hollanda 2004
15.Polonya 2005
16.Almanya, 2005
17.Venezuela 2005
18.Litvanya 2005

Görüldüğü üzere bu kararların çoğu 1990’larda alınmıştır. Bu, Ermeni terörizminden sonra diaspora faaliyetlerinin soykırımı resmen tanıtmak noktasında toplanmasından ve aynı yıllarda Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra diasporanın bu çabalarına destek olmasından ileri gelmektedir.

Kararların 2000 yılından sonra yoğunluk kazanması da, esas itibariyle Türkiye’nin AB adaylığıyla ilgilidir. Ermeni “soykırımı” hakkında o zamana kadar bir karar kabul etmekten çekinen AB üyesi ülkeler Türkiye artık aday ülke olduğu için fazla bir itirazı olamayacağı düşüncesiyle hareket etmişlerdir.

Ülke parlamentolarının aldığı kararların önemli noktaları şu şekilde özetlenebilir[26].

Uruguay (1965, 2004, 2005)

Ermenilerin soykırım iddialarını kabul eden ilk ülkedir. Uruguay Parlamentosu’nun (Senato ve Temsilciler Meclisinin) böyle bir kararı kabul etmesinin nedeni ülkede küçük ve fakat zenginliği nedeniyle etkili bir Ermeni topluluğu olmasına karşın hiç Türk varlığı bulunmamasıdır. Uruguay Parlamentosu söz konusu kararında 1915’te öldürülenlerin onuruna 24 Nisan’ı Ermeni Şehitlerini Anma günü olarak ilan etmiştir.

Uruguay Parlamentosu bu ararı 2004 yılında teyit etmiş, 2005 yılında alınan bir diğer kararda ise 24 Nisan’ın Birleşmiş Milletler tarafından “Her Türlü Soykırımın Kınanması ve Reddedilmesi “ günü ilan edilmesi için Uruguay Dışişleri Bakanlığının girişimde bulunması istenmiştir.

Güney Kıbrıs (1982)

Güney Kıbrıs Temsilciler Meclisi kararında “Ermeni halkına karşı işlenmiş olup Ermenileri ata topraklarından söküp çıkaran ve soykırım boyutlarına ulaşmış olan suçun çekincesiz kınandığı” belirtilmektedir. Aynı kararda, neler olduğu belirtilmeden, “Ermeni halkının vazgeçilemez haklarının tam olarak geri verilmesinden” de bahsedilmektedir. Bu kararın önemli yönü Ermeni terörizminin en yoğun olduğu bir dönemde alınmış olması ve bu nedenle de teröristler için bir tür cesaretlendirme teşkil etmiş olmasıdır.

Arjantin (1993, 2003, 2004, 2005)

Bu ülke Senatosu “1915- 1917 yıllarında Türk Hükümeti eliyle öldürülen 1.500.000 milyon Ermeninin” anılması ve “20. asrın ilk soykırımının kurbanları olan Ermeni Cemaati ile tam bir dayanışma içinde olunduğunun” beyan edilmesi ile ilgili bir karar almıştır. Senato bu kararını 2003, 2004 ve 2005 yıllarında teyit etmiştir. Arjantin Senatoyu bu kararı almaya götüren nedenler, Uruguay gibi, ülkedeki etkin Ermeni azınlığına karşın Türkiye’nin bir ağırlığı olmamasıdır. Uruguay’dan farklı olan husus ise Türkiye’nin Arjantin ile öneli sayılabilecek ticaret ilişkileri bulunmasıdır.

Rusya (1995, 2005)

Rus Duma’sı 1995 yılında, 1915 ila 1922 yılları arasında Ermeni halkının imha edenleri kınayan ve 24 Nisan’ı soykırım kurbanlarını anma günü olarak tanıyan bir karar kabul etmiştir. Kararda ‘Türk İmparatorluğu’ sözcükleri vardır. Bu kararının temelinde biri Rusya’da 1 milyondan fazla olduğu söylenen Ermeni azınlığının etkisi; diğeri de, özellikle o yıllarda, Türkiye’nin Çeçenistan’a yardım ettiği yolundaki iddialar olmak üzere iki neden bulunduğu düşünülmüştür.

Ancak Türkiye’nin Çeçenistan’a yardım ettiği iddialarının ortadan kalktığı 2005 yılında Rusya Duma’sı aldığı bir diğer kararla “soykırımın” 90. yıldönümümde kardeş Ermeni halkına üzüntülerini ifade etmiş, bu “soykırımını” şiddetle kınamış ve bütün dünyada da anılmasını istemiştir.

Kanada (1996, 2000, 2004)

Kanada Avam Kamarası bu konudaki 1996 yılı kararında, 1,5 milyon kişinin canını alan Ermeni “trajedisi”ve insanlığa karşı diğer suçlara atıfla her yıl 20-27 Nisan haftasını halkların diğer halklara karşı insanlık dışı davranışını anma haftası olarak kabul etmiştir. Türkiye ve Türklerden hiç bahsedilmemesi ve diğer olaylarla birleştirilmesi nedenleriyle bu karar Ermeni militanları tarafından yetersiz bulunmuş ve sadece Ermenileri ele alan yeni bir karar kabul edilmesi için aralıksız süren çabalar sonuç vererek Kanada Senatosu 2002 yılında Ermeni soykırımının tanınmasını, her türlü inkar girişimlerinin kınanmasını ve 24 Nisan’ın “soykırıma kurban giden 1,5 milyon Ermeniyi” anma günü olarak kabul edilmesini öngören bir diğer karar kabul etmiştir[27]. Avam kamarası da 2004 yılında “Bu Meclis, 1915 Ermeni soykırımını resmen tanır ve insanlığa karşı suç olan bu hareketi kınar” ifadesini içeren bir başka karar almıştır.

Kanada Dışişleri Bakanı Bill Graham kararın kabulünden sonra yaptığı açıklamada “Kanada Hükümetinin 10 Haziran 1999 tarihinde konuya ilişkin tutumunun değişmediği ve kabul edilen önergenin hükümeti bağlamadığını” bildirmiştir[28]. Kanada Hükümetinin sözü edilen 1999 tarihli tutumu ise 1915 yılı olaylarının bir trajedi olmakla beraber bir soykırım teşkil etmediği şeklindedir[29].

Türkiye Dışişleri Bakanlığı 22 Nisan 2004 tarihinde yaptığı bir açıklamada Kanada Federal Parlamentosu’nun, marjinal görüşlerin peşine takılarak bu kararı kabul etmesinin kınandığını, Parlamentoların tarihin tartışmalı dönemlerine ilişkin bir yargıya varma görevleri bulunmadığını, bu tür kararların değişik kökenli insanlar arasında nefret duyguları uyandırarak toplumsal ahengi bozabileceği, bu kararın ne Kanada’daki Ermenilere ne de Ermenistan’a bir yarar sağlayacağı, kararın getireceği tüm olumsuzlukların sorumluluğunun Kanadalı siyasetçilere ait olduğu bildirilmiştir.

Kanada Meclislerinin Ermeni görüşlerini yansıtan kararlar almasının başlıca nedeni bu ülkedeki Ermeni azınlığıdır. Kanada’daki Türklerin sayısı da küçümsenmeyecek boyutta olmakla beraber etkili bir örgütlenme içinde değildirler.

Yunanistan (1996)

Yunan Parlamentosu 25 Nisan 1996 tarihinde kabul ettiği bir kanunla 24 Nisan’ı “Türkiye’nin Ermenilere uyguladığı soykırımı anma günü” olarak belirlemiştir. 1973 Kıbrıs barış harekatından sonra Ermenilere her türlü yardımı yapan Yunanistan’ın “soykırımı” tanımak için acele etmemiş olduğu görülmektedir. Bunun başlıca nedeni Yunanistan’ın el altından Ermenilere her türlü yardımı yapmakla beraber, bu tutumunu açıkça ortaya koymak istememesidir. 1996 Ocak ayında çıkan ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren Kardak krizinin bu ihtiyatlı davranışı değiştirerek Ermeni “soykırımı” hakkındaki kararın alınmasında başlıca amil olduğu anlaşılmaktadır.

Lübnan (1997, 2000)

Lübnan Parlamentosu 1997 yılında aldığı bir kararla Lübnan halkını 24 Nisan münasebetiyle Ermeni halkı ile dayanışma içinde olduğunu beyan etmeye çağırmıştır. Kararda, asrın başında sömürgeci (Osmanlı İmparatorluğu) tarafından Lübnan-Ermeni halklarına ve bölgenin diğer halklarına karşı girişilen örgütlü yok etme hareketlerinden bahsedilmektedir. Lübnan parlamentosu 2000 yılında bu konuda aldığı diğer bir kararda, Osmanlılar tarafından yapılan ve 1.500.000 Ermeni’nin öldüğü katliamlara değinerek Ermeni halkına karşı girişilen soykırımın tanınmakta ve kınanmakta, ayrıca bu soykırımın uluslararası alanda tanınmasının benzer suçların önlenmesi için gerekli olduğu ifade edilmektedir.

Böylece Lübnan Parlamentosu, söz konusu iki kararıyla Ermenilerin tüm görüşlerini benimsemiş bulunmaktadır. Bunda, Lübnan’ın dini cemaatler üzerine kurulmuş bulunmasının ve sayıları 200.000 kadar olan Ermenilerin de bu çerçevede, meclis ve hükümette, belirli mevki ve makamlara sahip olmasından ileri gelmektedir. Ermenilerin ülkedeki bu durumu Lübnan’ın Ermeni terörizminin merkezi haline getirmiş olduğu hatırlanacaktır.

Belçika (1998)

Belçika Senatosu, sözde Ermeni soykırımını, Avrupa Parlamentosu’nun bu konudaki kararına atfen tanımış, soykırımın tarihsel kanıtları hakkında şüphe olmadığı ve halklar arasında barışma olması için geçmiş suçların tanınması gerektiği gibi bilinen Ermeni tezlerini tekrarladıktan sonra, “Osmanlı İmparatorluğu’nun son hükümeti tarafından 1915’te yapılmış soykırımının tarihi gerçekliğini” kabul etmesini Türk Hükümetinden istenmiştir.

Belçika’daki Ermeniler ve Ermeni yanlıları o tarihten sonra Belçika Millet Meclisinin de benzer bir karar almasına çalışmışlar, daha sonra soykırımı inkar edenlerin cezalandırılmasını ön gören kanuna Ermeni “soykırımını” dahil etmek için uğraşmışlar[30] ancak şu ana kadar başarı sağlayamamışlardır. Bunda Belçika’daki Türklerin bilinçli bir şekilde çalışmalarının rol oynadığı anlaşılmaktadır.

İtalya (2000)

İtalyan Parlamentosu, Ermeni taraftarı bazı milletvekillerinin ısrarlı girişimleri sonucunda ancak İtalya’nın Türkiye ile yakın ilişkileri nedeniyle bir çok erteleme ve duraksamadan sonra, Avrupa Parlamentosu’nun 1999 yılı Türkiye İlerleme Raporunun sözde Ermeni soykırımı ve Türkiye-Ermenistan ilişkileri hakkındaki paragraflarına gönderme yaparak, İtalyan Hükümetinden Kafkas bölgesinde halklar ve azınlıklar arasında gerginliğin azaltılmasını ve iki devlet (Ermenistan ve Türkiye) arasında toprak bütünlüğüne riayetle, barış içinde bir arada yaşama ve insan haklarına saygı konularını güçlü bir şekilde takip etmesini istemiştir. Görüleceği üzere İtalyan Millet Meclisinin sözde Ermeni soykırımını, Avrupa Parlamentosu kararına atfen dolaylı bir şekilde tanımakla bu konun iki ülke ilişkileri üzerinde olumsuz bir etki yapmasını önlemiştir.

Vatikan (2000)

Eçmiyazin Katogikos’u Karekin II’nin 2000 yılı Kasım ayında Vatikan’da Papa Jean-Paul II’ye yaptığı ziyaret sonunda yayınlanan ortak bildiri de yer alan “ Asrı başlatan Ermeni soykırımı onu takip edecek olan dehşetlerin öncüsüydü” sözleriyle Ermenilerin soykırım iddiaları Vatikan tarafından tanınmıştır. Papa’nın 2001 yılı Ekim ayında Ermenistan’ı ziyaretinde soykırım anıtında yaptığı duada ve Karekin II ile olan görüşmesinden sonra yayınlanan bildiride de bu Ermeni “soykırımıyla” ilgili ifadeler kullanmıştır. Vatikan tüm Hıristiyanların Papa’nın dini önceliğini (primacy) tanıması için çaba sarf etmektedir. Büyük kiliseleri buna ikna etmenin imkansızlığı karşısında Ermeni, Süryani, Keldani, Maruni ve diğer küçük Doğu kiliselerine yakınlaşma politikası izlenmektedir. Bu itibarla sözde soykırımın tanınmasını Ermeni kilisesini memnun etmek için yapılan bir jest olarak kabul etmek doğru olur. Bu jestin 2000 yılında yapılmasının nedeni de Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye İlerleme Raporunda sözde soykırımı tanıyan ifadelerdir; diğer bir deyimle Vatikan bu konuda, İtalya gibi, Avrupa Parlamentosu’nun arkasına sığınmak yolunu seçmiştir.

Fransa (2001)

Fransa’daki sayılarıyla (350–400 bin) orantılı olmayan derecede siyasi nüfuz sahibi olan Ermeniler öteden beri malarıdır Ermeni “soykırımının” bu ülkede tanınması için faaliyet göstermişlerdir. Bu konu 1998 yılında Fransız Meclisi’nin gündemine girmiş ancak Türkiye’nin AB adaylığının kabulünden sonra ve 2001 Mart’ında yapılacak olan mahalli ve belediye seçimlerinde Fransa’da iktidar ve muhalefet partilerinin başa baş durumu Ermenilere bu tavizin verilmesine gerektirmesiyle sonuçlanabilmiştir. Fransız Parlamentosu 29 Ocak 2001 tarihinde bir cümleden oluşan şu kanunu kabul etmiştir: “ Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır”[31] .

Türkiye’de tepkiler daha kanunun kabulünden önce başlamıştır. TBMM 9 Ocak 2001 tarihinde kabul ettiği bir önergede yasa tasarısının oy kaygısıyla gündeme geldiğini, tarihin tahrif edilmesine ve önyargılara dayandığını, tasarı kabul edildiği taktirde Fransa’da bu konuda düşünce ve ifade özgürlüğüyle bilimsel araştırma ve bulguları yayınlama özgürlüğünün ortadan kalkacağını, Türkiye’nin Fransa ile olan ilişkilerini geliştirmeyi arzuladığını ancak bu alanda olumlu sonuçlar alınmasının iyi niyetin karşılıklı olmasına bağlı olduğunu, bu yasanın kabulü halinde Fransa’nın tarafsızlık ilkesine bağlı kalamayacağını, bu nedenle Fransa’nın atacağı her adımın Türkiye tarafından kuşkuyla karşılanacağını, Fransız Parlamentosu’nun vaktiyle Cezayir’de vuku bulan acı olayları değerlendirmeyi reddederek bunların incelenmesini tarihe bırakmış olduğunu, şimdi Fransa’dan aynı davranışın beklendiğini, tarihin uluslar arasında nefret yaratmak için kullanılmaması gerektiğini ve bu bağlamda Türk diplomatlarına ve bazı Fransız vatandaşlarına karşı girişilen cinayet kampanyasının bir kez daha hatırlandığını bildirmiştir.

Tasarının kanunlaşmasından sonra yayımlanan bir hükümet açıklamasında ise kabul edilen kanun kınanmış, bütün sonuçlarıyla reddedilmiş ve kanunun Fransa ile olan ilişkilerde ciddi bir krize yol açacağı belirtilmiştir.

Dışişleri Bakanlığı ise aynı gün yayınladığı bir basın açıklamasında bu kanunu Ermeni terörizmini yeniden harekete geçirecek sorumsuz bir davranış olduğunu bildirmiş ve bu ortamda Türk diplomatlarının ve Fransa’daki Türk vatandaşlarının güvenliği için önlem alınmasını Fransız Hükümetinden talep etmiştir.

Bu kanunun kabulünden sonra Türkiye ve Türk-Fransız ilişkilerinde ciddi bir gerileme yaşanmıştır. Dışişleri Bakanı İsmail Cem Fransız Büyükelçisine bu yasanın Fransa’da yabancı düşmanlığını ve Ermeni terörünü yeniden harekete geçirebileceğini söylerken Başbakan Ecevit sayasının Türk-Fransız ilişkilerine zarar vereceğini belirtmiş, Cumhurbaşkanı Sezer Fransız Meclisinin kararını sağduyudan yoksun olarak tanımlamış, hükümet Fransa’ya karşı ne gibi yaptırımlar uygulanabileceğini görüşmüş ve Fransa’dan askeri alımlarda bir kısıntıya gidilmiştir. Diğer yandan medyanın da etkisiyle Türk kamuoyunda Fransa’ya karşı olumsuz görüşler yerleşmiştir. Bu durum Fransa’da şaşkınlık yaratmış, ancak kanundan geri dönülemediği için de iki ülke ilişkilerindeki gerginlik devam etmiştir. Fransız hükümetinin Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı konusunda olumlu tutum ve faaliyeti iki ülke ilişkilerinin ağır bir şekilde normale döndürmüştür.

Bu arada söz konusu kanunun Fransız Ermenilerini tam olarak memnun etmediğini de belirtelim. Kanunun Ermenilerin soykırıma uğramadıklarını savunan kişilere karşı bir yaptırım öngörmemesi Ermenilerce eleştirilmiş ve Yahudi Holokostunu inkar edenleri cezalandıran”Gayssot kanunu”na benzer bir kanunun Ermeni “soykırımı” için de çıkarılması talep edilmiştir.

Yaklaşık üç yıl sonra, 2004’te Avrupa Anayasası’nın kabulü etrafında Fransa’da başlayan tartışmalarda Fransızların büyük çoğunluğunun Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı olduğu görülmüştür. Fransız siyasi partileri de bu durumdan etkilenmişlerdir. Sağ ve merkez partileri Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkarken Sosyalist Parti, ilke olarak, bu üyeliğe taraftar olmayı sürdürmüş, ancak bu üyeliğin gerçekleşmesini insan haklarında, demokrasi uygulamalarında ve Ermeni “soykırımı” konusunda ilerlemelere bağlamıştır[32]. Türkiye “soykırım” iddialarını kabul etmediğine göre, aslında Sosyalistler de aslında Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı olmuşlardır.

Bu olgu Fransız Hükümeti’nin tutumunu da etkileyerek Fransa 17 Aralık 2004 tarihli AB zirve toplantısında Türkiye’ye tam üyelik değil, özel bir statü verilmesi için uğraşmış, bu sağlanamayınca, müzakerelerin ucunun açık olması, diğer bir deyimle, müzakerelerin mutlaka tam üyelikle bitmemesi ve mesela Türkiye’ye özel statü de tanınması olanağının mevcut olması koşuluyla, Türkiye ile müzakerelere başlanmasını isteksiz bir şekilde onaylamıştır.

Bu tarihten sonra Fransız hükümetinin Ermeni sorunundaki tutumunda da değişiklik olmuştur. O zamana kadar Türkiye’nin bu sözde soykırımı tanımasından bahsedilmezken Başkan Chirac dahil Fransız siyaset adamları Türkiye’nin “Ermenilerle ilgili hafıza çalışması” yapmasından söz etmeye başlamışlardır. Ermeni “soykırımı” konusu Kopenhag kriterleri arasında yer almadığından, ayrıca Türkiye ile yapılacak müzakereleri düzenleyen AB belgelerinde de bu konu bulunmadığından müzakereler sırasında bu konun AB’nin tutumu olarak ortaya atılması beklenmemektedir. Buna karşın Fransa’nın tek taraflı olarak Türkiye’den “soykırımı” tanımasını istemesi mümkündür. Türkiye bunu reddederse Fransa’ya Türkiye’nin adaylığını veto etmekten gibi, büyük sorumluluk gerektiren bir yola başvurmak zorunda kalabilir.

Bu vesileyle Fransız Hükümetinin. Avrupa Anayasası için yapılacak referandumu tehlikeye atmamak için, 2007’den sonra Avrupa Birliğini girecek ülkelerin adaylığını referanduma sunulması için Fransız Anayasasında değişiklik yaptığını, diğer bir deyimle ileride Türkiye’nin tam üye olması konusunda Fransız halkına veto kullanmak hakkı tanıdığını, ancak , 29 Mayıs 2005 tarihinde yapılan referandumun %55 “hayır” oyları ile reddedildiğini, Fransızlara “hayır” dedirten nedenler arasında beşinci sırada , oyların %14’üyle Türkiye’nin Avrupa Birliğine girişi yer almadığını, diğer bir deyimle Türkiye karşıtlığının referandum sonuçlarını nispeten az etkilediğini de belirtelim.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#138 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:12

İsviçre (2003)

İsviçre Parlamentosu 16 Aralık 2003 tarihinde aldığı bir kararla sözde Ermeni soykırımını tanımıştır [33].

İsviçre’de, sayıları ile orantılı olmayan bir ölçüde nüfuz sahibi bulunan Ermeni azınlığının devamlı uğraşıları ve bölücü Kürt unsurları ile onları destekleyen bazı siyasetçilerin katkılarıyla bir süreden beri Parlamento’nun Ermeni soykırımı iddialarını benimseyen bir karar kabul etmesine çalışılıyordu. Buna karşın İsviçre Hükümetleri, Türkiye ile ikili ilişkileri göz önünde bulundurarak, böyle bir karara karşı çıkıyordu. 1995 ve 2000 ve 2001 yıllarında yapılan girişimler sonuçsuz kalmış, 13 Mart 2001 tarihinde yapılan bir oylamada bu konudaki bir karar tasarısı ancak üç oy farkla reddedilmişti. 20 Mart 2002 tarihinde 201 sandalyeli Parlamento’nun 115 üyesi tarafından, sözde soykırımın tanınmasını ve bunun Türkiye’ye bildirilmesini öngören bir önerge, Hükümetin aleyhte görüş bildirmesi üzerine oylamaya konmamıştı[34]. Ancak Parlamento’nun yaklaşık yarısının taraftar olması nedeniyle böyle bir kararın er geç kabul edileceği anlaşılıyordu.

Bu arada Cenevre Kantonu 10 Aralık 2001 tarihinde Ermeni soykırımı iddialarını benimseyen bir karar kabul etmişti. Vaux Kantonu da 23 Eylül 2003’de benzer bir karar almıştı. Bu karar bazı Ermeni basınında, Ermenistan’ı haritadan silen antlaşma bu şehirde imzalandığı için (Lozan şehri bu Kantondadır) kararın sembolik bir yönü olduğu şeklinde[35] yorumlanmıştı.

İsviçre Dışişleri Bakanı Micheline Calmy-Rey 6 Ekim’de Türkiye’ye resmi bir ziyaret yapacak ve İsviçre basın haberlerine göre Ankara ve İstanbul’dan başka “Kürt Bölgelerine” de gidecekti. Ancak Ankara, Vaux Kantonunun aldığı kararı gerekçe göstererek bu ziyareti iptal etti.

İsviçre Parlamentosu’nun kabul ettiği karar “İsviçre Milli Konseyi (parlamentosu) 1915 Ermeni soykırımını tanır. Federal Konseyden (hükümetten) bu tanımayı not etmesini ve mutat diplomatik yollarla iletmesini ister” şeklindedir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı İsviçre Parlamentosu’nun aldığı karar hakkında bir açıklama yaparak bu kararın şiddetle kınandığını ve reddedildiğini, olayların çarpıtılarak tek tarafa bir soykırım olarak takdiminin kabul edilemeyeceğini, kamuoyunun yanıltılmaya teşebbüs edilmesinin hayretle karşılandığını, İsviçre Parlamentosu’nun, iç siyasal mülahazalarla, Türkiye-İsviçre ilişkileri ile ülkesindeki Türklerin duygu ve düşüncelerini göz ardı ederek aldığı bu kararın yol açacağı olumsuz sonuçları bakımından sorumluluk yüklenmiş bulunduğunu bildirmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi de, 22 Aralık 2003 tarihinde, AKP ve CHP grupları tarafından ortaklaşa kabul edilen ve İsviçre Parlamentosu’nun kararını kınayan bir bildiriyi oybirliği ile kabul etmiştir. Bu bildiride şu hususlar yer almıştır:

“Parlamentolar, uygarlıklar arasında çatışma isteyen çevrelerin emellerine hizmet eder durumlara düşmekten kaçınmalıdır. Uluslararası terörizme karşı dayanışma ve işbirliği içinde olunması gereken hassas dönemde, alınan yanlış kararlar çok sayıda masum insanın hayatına kıymış, İsviçre dahil birçok ülke çıkarlarını hedef almış olan ırkçı Ermeni terörünün ödüllendirilmesi olarak değerlendiriyoruz. Ulusal Meclis, Türk Milleti'ni derinden yaralayan kararıyla son yıllarda birçok alanda olumlu ilerlemeler kaydeden Türkiye-İsviçre ilişkilerinde meydana gelebilecek olumsuz gelişmelerin sorumluluğunu da üstlenmiş olmaktadır. Meclis, İsviçre Ulusal Meclisi'nin tarihi gerçekleri kasıtlı biçimde çarpıtan, hatalı ve tek yanlı kararını kınamakta ve kabul edilemez olarak değerlendirmektedir”[36].

İsviçre Parlamentosu’nun ülkesinde 20 bini kendi vatandaşı olan toplam 100 bin Türkü ihmal ederek 5 bin Ermeni’yi tatmin etmeye çalışmasını ilk bakışta anlamak güçtür. İsviçre Parlamentosu’nun hangi cemaatin daha kalabalık olduğunu değil, hangisinin daha etkili olduğunu dikkate alarak hareket ettiği anlaşılmaktadır.

Türkiye-İsviçre ilişkileri iki yıl kadar bir durgunluk yaşamıştır. İsviçre’den gelen ısrarlı talepler üzerine Bayan Calmy-Rey’in Mart ayında Türkiye’yi ziyaret etmesi kabul edilmiştir.

Bu ziyaretin kısa süre sonra Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ile Türkiye İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek’in değişik tarihlerde İsviçre’de Ermenilerin soykırıma uğramadıkları yolunda İsviçre’de yapmış oldukları konuşmalar nedeniyle haklarında adli soruşturma başlatmaları yeni bir krize neden olmuştur. Bu olayın siyasi alanda da etkisi görülmüş, dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, 22-24 Haziran günlerinde yapılacak Türkiye-İsviçre İş Konseyi toplantısının iptal edilmesini istemiş ve ayrıca İsviçre Ekonomi Bakanı Joseph Deiss’in Eylül ayında Türkiye’ye yapacağı ziyaret de iptal edilmiştir.

Halaçoğlu ve Perinçek bir konuda düşüncelerini açıkladıkları için haklarında soruşturma açılmış olması İsviçre’de ne ölçüde ifade özgürlüğü bulunduğu tartışılmalarını başlatmış ve böylelikle demokrasinin beşliği olmakla övünen bir ülke için hazin bir durum ortaya çıkmıştır.

Slovakya (2004)

Slovakya Parlamentosu 30 Kasım 2004 tarihinde sözde Ermeni soykırımı konusunda şu kararı almıştır: “ Slovakya Parlamentosu, 1915 yılında, Osmanlı İmparatorluğu zamanında yüz binlerce Ermeninin öldürüldüğü Ermeni soykırımını tanır ve bu olayı insanlığa karşı suç olarak kabul eder” [37].

Slovak Parlamentosu’nun bu kararı, hiç beklenmediği için, bir sürpriz etkisi yapmış ve nedenleri de hemen anlaşılamamıştır. Zira Slovakya’da kayda değer Ermeni yoktur ve bu ülkenin Ermenistan ile de yakın ilişkisi mevcut değildir. Sonraları Slovakya’nın tarihin bazı olayları hatırlandığında bu kararın nedeni ortaya çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çek ve Slovakların aynı devlet içinde birleştirilmiş, daha kalabalık ve daha zengin olan Çekler bu devlet içinde etkili bir konum kazanınca Slovakya’da aşırı sağcı ve ırkçı akımlar belirmişti. Naziler 15 Mart 1939 tarihinde Çekoslovakya’yı işgal edince Çeklerin oturduğu bölge Bohemya Protektorası adı altında Almanya’ya bağlanırken aynı gün sözde bağımsız bir Slovak Devleti kurulmuştu. Bu devlet Nazi Almanyası ile aynı politikaları izlemiş ve bu çerçevede ülkedeki seksen bini aşkın Yahudi’nin tüm hakları elinden alınmış, daha sonra da, Yahudilerin büyük kısmı, sınırının hemen ötesinde bulunan Auswichz toplama kampına gönderilerek ortadan kaldırılmıştı. Slovakya 1944 sonuna doğru Sovyet orduları tarafından işgal edilmiş ve bu bölge Çeklerle birleştirilerek Çekoslovakya yeniden kurulmuştur. Sovyetler yeni müttefikleri olan Polonya ve Çekoslovakya’dan asıllardan beri bu ülkelerde yaşayan Almanları çıkarmalarını istemişlerdir. Böylece milyonlarca Alman, gayet güç koşullarda Almanya’ya sürülmüştür. Slovaklar da Karpat dağları bölgesinde yaşayan Almanların sürülmesini sağlamışlardır.

Sovyetlerin dağılması aşamasında Slovaklar, Almanya’nın desteğiyle, tekrar bağımsız bir devlet olmuşlardır. Ancak gerek Yahudilere gerek Karpat Almanlarına yaptıkları muamelenin Avrupa’da saygın bir ülke olarak kabul edilmelerini engelleyeceğinin bilinci içinde Slovakya Parlamentosu, 1990 yılı Aralık ayında Yahudilerden, iki ay kadar sonra da Karpat Almanlarından özür dileyen iki karar kabul etmiştir [38].

Slovakya’nın bundan sonra da insan haklarına duyarlı bir şekilde davranmaya veya öyle görünmeye özen göstermiştir. Bu çerçevede Slovak Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımını kabul eden bir karar alması, AB kapısında bekleyen Türkiye’nin fazla bir tepki gösteremeyeceği inancının da yardımıyla, fazla zor olmamıştır. Diğer yandan, Alman Hıristiyan Demokratlarının bazı Slovak partilerine bu yönde telkinde bulunmuş olmaları da olasıdır.

Hollanda (2004)

Hollanda Parlamentosu 21 Aralık 2004 tarihinde aldığı bir kararla hükümetten “Türkiye ile görüşmelerde Ermeni soykırımı konusunu devamlı olarak ve açıklıkla ele alınmasını” istemiştir [39]. O tarihte AB dönem başkanı olan Hollanda, iki gün önce, Avrupa Zirvesinde Türkiye ile müzakerelerin başlaması kararının alınmasında önemli bir rol oynamıştı. Hollanda’ya teşekkür etmek için de bu ülkenin Büyükelçiliğinin bulunduğu caddeye “Hollanda Caddesi” adı verilmesi kararlaştırılmıştı. O itibarla Parlamento’nun beklenmeyen bu kararı Türkiye’de şaşkınlık yaratmıştır.

Hollanda Parlamentosu’nun bu kararının nedenleri pek açık değildir. Hollanda’da, fakat gayet aktif ve geniş mali imkanlara sahip bir Ermeni azınlığı bulunmaktadır. Ancak sayıları az olduğundan Hollanda Ermenilerinin Parlamentodan karar çıkartacak bir gücü yoktur ve Hollanda Parlamento’nun tüm üyelerinin de mali yönden etki altına alınması mümkün değildir. Hollandalı milletvekillerinin, Ermeni propagandası nedeniyle, gerçekten Ermenilerin soykırıma uğradığına inandıkları için bu şekilde hareket ettikleri düşünülebilir. Ancak bu durumda neden komşuları Belçika’nın Kongo’da yaptıkları veya Fransızların Cezayir’deki katliamları ile ilgilenmedikleri, neden kendi sömürgecilik geçmişine bu açıdan bakmadıkları buna karşın neredeyse bir asır önce, Hollanda’dan uzak bir ülkede, güvenlik nedenleriyle yapılmış bir göç ettirme olayını, hiçbir araştırma yapmadan, soykırım olarak nitelendirmek için ısrar ettiklerini açıklamak mümkün olamamaktadır. O nedenle Hollanda Parlamentosu’nun bu kararının temelinde başka sebepler aranması gerekecektir.

Orta ve Kuzey Avrupa’nın insanları, Güney Avrupalıların aksine, genelde yabancılara ve o onların kendilerine benzemeyen örf ve adetlere karşı duyarsız ve müsamahasızdır. Hollandalılar gibi sömürgeci geçmişleri olanlar ise genelde kendilerini “Şarklılardan” üstün görmektedir. Ne var ki, büyük sermaye birikimine karşın yeter nüfusları olmaması Hollandalıları, Avrupa’nın diğer ekonomik yönden gelişmiş ülkeleri gibi, hemen tümü “şarklı” yabancı işçilere muhtaç bırakmış bu da söz konusu işçiler ve ailelerinin Hollanda’ya entegrasyonu sorunu doğurmuştur. Halen bu sorunun çözümlendiğini söylemek mümkün değildir ve Hollandalılar ülkelerindeki yabancı işçilerden ve onların ailelerinden rahatsızdır. Oysa asgari on yıl sonra olsa da, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması olasıdır; bu da Avrupa Birliği’nde Türklerin sayısını arttıracaktır. Tutucu Hollandalılar böyle bir durumu önlemeye çalışmaktadırlar. Ancak Türkiye olmadan AB’nin Orta-Doğu ve Kafkaslar politikalarını başarı ile yürütmesi mümkün olmadığı da bir gerçektir. Buna göre Hollandalılar bir yandan Türkleri ülkelerinde istemezken diğer yandan Türkiye’ye ihtiyaç duymaktadırlar. Bu çelişkili durum Hollandalıları çelişkili davranmaya götürmüştür. Hollanda hükümeti Türkiye ile müzakerelerin başlaması için çaba sarf ederken, Hollanda milletvekillerinin çoğunluğu müzakereleri zorlaştıracak tertipler peşinde olmuşlardır. Ermeni “soykırımı”nın Türkiye tarafından tanınması da bu çerçevede bir çare olarak görülmüştür.

Polonya (2005)

Polonya Parlamentosu 19 Nisan 2005 tarihinde oybirliğiyle şu kararı almıştır: “Polonya Cumhuriyeti Parlamentosu Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de Ermeni halkına karşı yapılmış olan soykırımın kurbanlarını saygıyla anar. Bu cürümün hatırlanması ve kınanması tüm insanlığın, tüm ülkelerin ve iyi niyetli kişilerin görevidir” [40].

Polonya Parlamentosu’nun bu kararı Türkiye’de gerek kamuoyunda gerek Hükümette büyük tepki ile karşılanmıştır. Türkiye’deki bu tepkilerin nedenini kamuoyunda Polonya hakkında mevcut olumlu imajdır. Bu imajın temelinde tarih boyunca iki ülkenin ortak bir düşmanı (Rusya) olması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Polonya’nın Rusya ve Prusya arasında taksim edilmesini kabul etmemesi bulunmaktadır. Bu kadar olumlu duygular beslenen bir ülkenin parlamentosu Türkiye’nin çok duyarlı olduğu bir konuda, Ermeni görüşlerini aynen benimseyen bir kararı oy birliğiyle alması Türk kamuoyu tarafından bir tür ihanet olarak algılanmıştır.

Polonya Parlamentosu’nun bu kararı Türkiye’de büyük tepki ile karşılanmış ve Dışişleri Bakanlığı ertesi gün (20 Nisan) şu açıklamayı yapmıştır:

“Polonya Meclisi 19 Nisan 2005 tarihinde, 1915 yılındaki olayları soykırım olarak tanımlamayı da içeren bir karar kabul etmiştir. Bu kararı kınıyor ve reddediyoruz.

Birinci Dünya Savaşı koşullarında cereyan eden ve Türklerle Ermenilerin büyük acılar çekmesine yol açan olayların çarpıtılarak, tek taraflı bir yaklaşımla soykırım olarak nitelendirilmesi sorumsuz bir davranıştır.

Türkiye, ulusal parlamentoların tarihin tartışmalı dönemleri hakkında hüküm verilecek yerler olmadığını ve parlamentoların halklar arasında kin ve nefret duygularını besleyen girişimlerden kaçınmaları gerektiğini savunmuştur.

Tarihi olaylar hakkında en sağlıklı kararın tarihçiler tarafından verilebileceğine olan inançla Türkiye, Ermenistan’a, Türk ve Ermeni tarihçilerden bir grup oluşturarak, 1915 yılındaki gelişme ve olayları, sadece Türk ve Ermeni arşivlerinde değil, ilgili diğer bütün ülkelerin arşivlerinde araştırarak, vardıkları sonuçları uluslararası kamuoyuna açıklamalarını önermiştir”

Polonya Meclisi’nin tarihi önerimizi kabul etmesi için Ermenistan Hükümeti’ne tavsiyede bulunmak yerine, 1915 olayları hakkında tahrif edilmiş bilgilere dayalı bir karar alması Türk halkını derinden üzmüştür. Polonya Meclisi’nin bu davranışı, Türk ve Polonya halkları arasında sekiz yüzyıla yakın bir süredir gelişen dostluk duyguları ile de bağdaşmamaktadır. “

Polonya Meclisi’nin bu kararı almasının çeşitli nedenleri vardır.

Önce Türkiye’dekinin aksine Polonya’ya Türkiye’ye karşı özel bir sempati beslenmediğini belirtelim. Osmanlı-Rus savaşları ve Polonya’nın taksimi gibi olaylar çok eskidir, bunlar nedeniyle vaktiyle Polonya’da Türkiye’ye için bir sempati var idiyse bunun Sovyetler Birliği döneminde silinmiş olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de Sovyetlerin Polonya’da, NATO’nun sadık üyesi Türkiye hakkında, hem de Çarlık Rusyasının ortak düşman olmasından kaynaklanan sempati tezahürlerine izin vermemiş olduğu muhakkaktır.

Polonya’da büyük sayılabilecek bir Ermeni azınlığı olmaması ve bu ülkenin Ermenistan ile de özel denebilecek ilişkilerde bulunmaması söz konusu kararın başka nedenlerle alındığını düşündürmektedir. AB’ne yeni katılan tüm eski Komünist ülkelerde olduğu gibi, Polonya’da da, herhalde kendi eksikliklerini telafi etmek için, insan haklarının savunulmasında aşırı bir çaba gözlemlenmektedir. Diğer yandan Polonya’nın eski düşmanı yeni dostu ve hamisi Almanya’dan gelen bazı telkinlerin de söz konusu kararın alınmasını etkilemiş olması olasıdır. Polonya Parlamentosu’nun Türkiye’den gelen uyarılara rağmen bu kararı almasının başlıca iki nedeni vardır: Birincisi tüm AB üyesi ülkeler gibi Polonya’nın da Türkiye’nin AB’ye katılım süreci içinde bir çok kez veto kullanmak hakkına sahip olmasıdır. Bu durumun Türkiye’yi AB üyeleri ile iyi ilişkiler içinde olmaya zorlayacağı ve mesela bu çerçevede Polonya Parlamentosu’nun aldığı karara fazla tepki gösteremeyeceği düşünülmüş olsa gerektir. İkincisi ise Türkiye’nin itiraz ettikten sonra kısa zamanda olayları unuttuğuna inanılmasıdır. Nitekim Polonya Parlamentosu Başkanı Wlodzimierz Cimoszewicz iki ülke arasındaki bu sorunun birkaç gün içinde ortadan kalkacağını söylemiştir[41].


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#139 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:13

Almanya (2005)

Alman Parlamentosu 16 Haziran 2005 tarihinde “1915 Ermeni Sürgün ve Katlinin Hatırlanması ve Anılması: Almanya Türkler ve Ermenilerin Barışmasına Katkıda bulunmalıdır” başlığını taşıyan bir karar kabul etmiştir. Bu karar, bu konuda şimdiye kadar kabul edilen kararların en uzunudur. Türkiye için Almanya ile olan ilişkilerin önemi ve Almanya’da üç milyon kadar Türkün varlığı dikkate alınarak bu karar aşağıda ayrıntılı bir şekilde incelenmektedir.

XIX. asrın son yarısında Almanya’da ırkçılık akımları oluşmuş ve bu akımlar, I. Dünya Savaşı’nı kaybetmenin getirdiği düş kırıklığının da yardımıyla, Nazi rejiminin doğmasına neden olmuştu. Nazi rejiminin ırkçılığın doruğuna çıkarak altı milyon kişiyi sırf Yahudi oldukları için öldürdüğü bilinmektedir. Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nda büyük bir yenilgiye uğraması, parçalanması, yıllarca galip güçlerin işgali altında kalması bu hazin olaylara neden olan ırkçılığı tamamen ortadan kaldırmasa da çok geriletmiştir.

Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa ülkeleri için tehlike oluşturması karşısında Almanya’nın yardımına ihtiyaç duyulmuş ve bu ülkenin geçmişi bir yana bir yana bırakılarak Almanya Avrupa’nın hür ülkeleri arasına alınmıştır. Almanya kısa zamanda kalkınmaya başlamış, ancak sermaye olmasına karşın savaş nedeniyle yeterli sayıda iş gücü bulunmaması bir sorun teşkil etmiş, el emeği açığı diğer ülkelerden getirilen “misafir” işçilerle kapatılmış ve Almanya kısa sayılabilecek bir zaman içinde Avrupa’nın en güçlü ekonomisine sahip olmuştur.

Büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu “misafir” işçilerin başka gelenek ve kültürden gelmesi, ırkçı temelleri nedeniyle genelde hoşgörüye sahip olmayan Almanlar için bir sorun yaratmış, bu durumun çözümü için yabancı işçilerin Almanya’da erimesi anlamına gelen “entegrasyon” fikri ortaya atılmış, ancak bundan beklenen sonuç alınamamış, az sayıda yabancı işçi asimile olmuş ve büyük çoğunluk, aradan üç kuşak geçmesine rağmen milli benlikleri ile örf ve adetlerini korumuştur. Almanya’nın birleşmesinden sonra, demokrasi ve insan hakları değerlerini özümsememiş Doğu Almanyalıların Alman toplumuna katılması ırkçı davranışları ve yabancı düşmanlığını arttırmıştır.

Alman Hıristiyan Demokrat Birliği ile Hıristiyan Sosyal Birliği partilerinden oluşan ve kısaca Hıristiyan Demokratlar olarak adlandırılan siyasi oluşum, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Federal Almanya’nın kurulmasında başlıca rolü oynamıştır. Hıristiyan Demokratlar savaş sonrasında Türkiye ile Almanya arasında her alanda yakın ve dostane ilişkiler kurulmasının da mimarıdır. Hıristiyan Demokrat hükümetler Türkiye’ye mali ve askeri yardım yapmış ve Alman ekonomisinin ihtiyacı olan yabancı işçilerin büyük kısmının Türkiye’den getirilmesi kararını da Hıristiyan Demokrat hükümetler almıştır.

Bu olumlu tablo Sovyetler Birliğinin dağılması ve Almanya’nın birleşmesinden, diğer bir deyimle Avrupa’nın stratejik alanda Türkiye’ye olan ihtiyacının azalmasından ve ekonomik durgunluk nedeniyle Almanya’da işsizliğin başlamasından sonra, değişmiştir. Hıristiyan Demokratlar, Türk işçilerinin Almanya’ya entegrasyon sorunlarını gündeme getirmeye başlamışlar, ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliğim üyeliğine kabul edilmemesine karşı çıkmışlardır. Ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkisinin azalması da sakıncalı gördüklerinden Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” tanınması fikrini ortaya atmışlar bu fikir gerçekleşmeyince başka bir formül arayışına girmişler ve Türkiye’yi Ermenilerin kıyımı ile suçlamanın gelecek parlamento seçimlerinde Sosyal Demokratlara oy kaybettirebileceği düşüncesiyle bu konuyu işlemeye başlamışlardır.

Bu arada Almanya’da genelde sağ kesime mensup kişilerin Yahudi soykırımı suçlamalarından çok rahatsız olduğunu belirtmek gerekmektedir. Ne var ki bu suçlamaları reddetmek mümkün değildir. Buna karşın soykırım suçu Almanlardan önce başkaları tarafından da işlenmişse bu, Almanların suçunun azalması şeklinde algılanmaktadır. Bu nedenle Almanya’da sağ kesimde başkalarını soykırım yapmakla suçlamak eğilimi vardır. Hıristiyan Demokratlar Türkiye’yi suçlarken bu kesimden de destek alacaklarını düşünmüşlerdir.

Hıristiyan Demokratlar bu hususları dikkate alarak 23 Şubat 2004 tarihinde Alman Parlamentosuna Ermeni sorunu hakkında bir karar tasarısı sunmuşlardır. Bu tasarı Alman Hükümetinin Ortağı Yeşillerce desteklenmiş ancak Sosyal Demokratlar karşı çıkmıştır. Kuzey Ren-Vestfalya Eyaletinde yapılan seçimleri Sosyal Demokratların kaybetmesi sonuncunda Parlamento seçimlerinin yenilenmesi kararı alınınca Sosyal Demokratlar, kendilerine genel seçimlerde oy kaybettireceği düşüncesiyle Hıristiyan Demokratların tasarısına karşı çıkmaktan vazgeçmişlerdir.

Söz konusu tasarı, bazı önemsiz değişikliklerden sonra, Alman Parlamentosunda 16 Haziran 2005 tarihinde oylama yapılmadan, diğer bir deyimle oybirliğiyle, kabul edilmiştir.

Alman Parlamentosu’nun bu kararında soykırım sözcüğü yoktur. Buna karşın, “Ermenilerin neredeyse tamamen imha edilmeleri”, “Ermenilerin sürülüp yok edilmeleri” gibi deyimler soykırım kavramını ile aynı anlamı taşımaktadır. Kararda soykırım sözcüğünü kullanılmamasının nedeninin Almanya’da yaşayan Türklerin sert tepki göstermesinden duyulan endişe olduğu yorumu yapılmaktadır.

Karar, tarihin dürüst bir şekilde ele alınmasının gerekli olduğuna ve bunun barışmanın en önemli temelini teşkil ettiğine inanıldığını, bu hususun özellikle Avrupa hatırlama kültürü çerçevesinde geçerli olduğunu ve ulusal tarihin karanlık sayfalarıyla açık bir şekilde yüzlenilmesinin de buna dahil bulunduğunu ifade etmektedir. Almanya, Avrupa kıtasında çeyrek asırlık bir dönemde (1914-1839) iki büyük savaş çıkartmış, milyonlarca sivil ve askerin ölmesine neden olmuş ve ayrıca Yahudilere soykırım uygulamıştır. Sonunda uğradığı yenilgi o kadar büyük olmuştur ki, tekrar bağımsız bir devlet olarak kabul edilebilmesi için, topraklarının büyük kısmından vazgeçmesi, yıllarca yabancı kuvvetlerin işgali altında kalması ve her şeyden önce işlediği tüm suçları kabul etmesi ve tazminat ödemesi gerekmiştir.

Ancak Almanya’nın bu özel durumunun diğer ülkeler için örnek teşkil etmediği görülmektedir. Özellikle savaşta yenilmemiş ülkelerin sömürgeci geçmişlerini veya tarihlerinin karanlık sayfalarını tanımak gibi bir eğilimleri bulunmamaktadır. Bunun en çarpıcı örneği Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları katliam ve mezalimi tanımayı reddetmeleri oluşturmaktadır.

Kararda Alman Parlamentosu’nun Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen olaylar hakkında kapsamlı bir tartışma sürdürülmesinin hala mümkün olamamasından ve Türk tarihinin bu bölümünü ele alan bilim adamları ve yazarların cezai takibata maruz kalmalarından üzüntü duyduğu bildirilmektedir. Bu kararı kaleme alanların Türkiye’deki durumdan hiç haberdar olmadıkları görülmektedir. Son birkaç yıldır Türkiye’de 1915 tehcirinin soykırım olup olmadığı hakkında yoğun bir tartışma sürmektedir. Soykırım taraftarlarından hiç biri takibata uğramamıştır. Yves Ternon ve Vahank Dadrian gibi soykırım iddiasının şampiyonu yazarların eserleri başta olmak üzere, Ermeni görüşlerini yansıtan pek çok kitap Türkiye’de yayınlanmıştır. Ayrıca Almanya’da pek revaçta olan Franz Werfel’in “Musa Dağında Kırk Gün “adlı romanı da yayınlanmıştır.

Karar bu gibi haksız ve yanlış ifadelerden sonra, herhalde bir denge kurmak amacıyla, Türkiye’de Avrupa hatırlama kültürü anlamında Ermeni sorunuyla giderek daha fazla ilgilendiği yönünde ilk olumlu işaretlerin de ortaya çıkmaya başladığının görüldüğünü bildirmekte ve örnekler vermektedir.

Birinci örnek olarak TBMM’in, “Ermenilere karşı gerçekleştirilen suçlar” ve Türk-Ermeni ilişkileri hakkında görüşmeler yapmak üzere Ermeni kökenli Türk vatandaşlarını davet etmesi gösterilmektedir. Bununla TBMM’nin AB uyum ve Dışişleri Komisyonunun 4 Nisan 2005 tarihinde yapmış olduğu ve Türk ve Ermeni asıllı bazı yazarların çağrıldığı toplantı kastedilmektedir. Ancak bu toplantı, Ermeni sorunu hakkında bir görüş alış verişi şeklinde olmuş “Ermenilere karşı işlenen suçları” gibi bir konu görüşülmemiştir.

İkinci örnek, Viyana’da Türk-Ermeni kadınlar diyalogu gibi kamuoyunda iz bırakmamış bir olay gösterilmiştir.

Üçüncü örnek Türk ve Ermeni tarihçileri arasında gerçekleştirilen ilk temaslar sonucu belge alış-verişi yapılmış olmasıdır. Bununla Türk ve Ermeni tarihçiler arasında Viyana’da yapılan bazı temaslar kastedilmektedir. Ancak kararda , Ermenilerin çekilmesi sonucunda bu girişimin sona erdiğinden bahsedilmemektedir.

Dördüncü örnek olarak Başbakan Erdoğan’ın Ermeni Patriği Mesrob ile birlikte Türkiye’deki ilk Ermeni müzesini İstanbul’da açmış olması gösterilmektedir. Başbakanın bu jesti tamamen Türkiye Ermenilerine yöneliktir. Türkiye Ermenileri de, kendilerin bir çok kez de ifade ettiği gibi, Ermeni sorunun bir parçası değildir.

Son örnek olarak Başbakan Erdoğan’ın bir Türk-Ermeni tarihçiler komisyonu kurulmasını önermesi gösterilmiş ancak bunun da hür ve kamuoyuna açık bilimsel tartışmalar temelinde gerçekleştirildiği takdirde başarıya ulaşabileceği belirtilmiştir.

Kararda Almanya’da Türkiye’den gelen çok sayıda Müslüman’ın yaşıyor olması nedeniyle tarihi anımsamanın ve bu suretle barışmaya da katkıda bulunmanın önemli bir görev olduğu belirtilmektedir. Bu ifadeler, dolaylı bir şekilde, Almanya’da çalışan Türklerin Ermenilerin soykırıma uğramış olduğunu kabul etmelerinin onlar için bir görev olduğunu anlamına gelmektedir. Almanya’daki Türklerin böyle bir görevi yoktur. Almanya’da git gide artmakta olan yabancı düşmanlığının etkisiyle Almanya’daki Türklere Ermeni sorunun bahane ederek baskı yapmaya çalışıldığı görülmektedir.

Kararda Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi bölgenin geleceği açısından büyük önem taşıdığı bu bağlamda acilen AGİT ilkeleri temelinde her iki tarafta güven artırıcı önlemler gerektiği, örneğin Türkiye’nin sınırları açmasının Ermenistan’ın tecridine son verebileceği ve diplomatik ilişkilerin başlatılmasını teşvik edebileceği kayıtlıdır. Ayrıca Almanya’nın AB komşuluk inisiyatifi çerçevesinde özel bir yükümlülük altında bulunduğu, hedefin, Ermenistan ile Türkiye arasındaki durumun normalleşmesi ve iyileşmesine yardımcı olma ve böylece Kafkasya bölgesinde istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü üzere kararda Güney Kafkasya’da istikrarın neden bozulduğu hususuna hiç değinilmeden bu istikrarın sağlanması için Türkiye’nin sınırlarını açması ve Ermenistan ile diplomatik ilişki kurması istenmektedir. Oysa Kafkasya’da istikrarı bozan ülke, Karadağ ve diğer Azerbaycan topraklarını işgal eden, Türkiye’nin sınırlarını resmen tanımayan ve siyasi çıkar sağlamak amacıyla Türkiye’ye karşı soykırım iddiaları ileri süren Ermenistan’dır. Ermenistan’ın bu hareketlerinden hiç bahsedilmemesi Alman Parlamentosu’nun bu kararının inanırlığını ortadan kaldırmaktadır.

Kararda Federal Eyaletlerin, eğitim yoluyla, Ermenilerin sürülüp yok edilmeleri konusunun Almanya’da da ele alınmasına katkıda bulunmaları gerektiği kayıtlıdır. Bu ifade Ermenilerin soykırım iddialarının Almanya’da okullarda okutulması anlamına gelmektedir. Böylece Alman öğrencilerde bir Türk düşmanlığı belirecek Türk asıllı öğrenciler ise suçluluk duygusuna kapılacaklardır. Bu duygunun Türk asıllı öğrencilerden bazılarının zamanla milli benliklerini terk etmesi sonucunu vereceği düşünülmüş olsa gerektir.

Alman Parlamentosu kararında Federal Hükümetten bazı taleplerde bulunulmaktadır. Bu talepleri, bazıları hakkında açıklamalar yaparak, aşağıda özetle veriyoruz.

* Türkler ve Ermeniler arasında barışma ve tarihi suçun affedilmesi/özür dilenmesi suretiyle anlaşmaya varılmasının sağlanması için yardımcı olması.

(Türkler Ermenilere karşı bir suç işlenmiş olduğunu kabul etmediklerinden özür dilemeleri de söz konusu değildir. Diğer yandan Ermeni sorunu psikolojik olmaktan ziyade bazı çıkar hesaplarına dayanan siyasi bir sorundur. Bir tarafın özür dilemesi diğer tarafın af etmesiyle çözümlenemez. )

* Türkiye Parlamentosu, Hükümeti ve toplumunun Ermeni halkına karşı tarihte ve günümüzde oynadıkları rolü kayıtsız şartsız sorgulanması için girişimde bulunulması ( Bu ifadeler Türkiye’nin Parlamentosu, Hükümeti ve toplumuyla sözde Ermeni soykırımını tanıması gerektiğinin dolayı bir ifadesidir )

* Türk ve Ermeni bilim adamlarının yanı sıra uluslararası uzmanların da katılacağı bir tarihçiler komisyonu oluşturulması için girişimde bulunulması (Alman Parlamentosu böylelikle Başbakan Erdoğan’ın tarihçiler komisyonu önerisini kabul etmiş olmaktadır. Ancak bu komisyona uluslararası uzmanları da katılması gerektiğini öne sürmektedir. Böylece Türler ve Ermeniler kendi sorunlarını kendileri çözmeleri yerine bu sorunlar uluslararası hale getirmek istenmektedir. )

* Konu hakkında sadece Osmanlı İmparatorluğu belgelerinin değil, aynı zamanda Almanya’nın Türkiye’ye de iletmiş olduğu Federal Dışişleri Bakanlığı arşiv belgelerinin de kamuoyuna açılması için girişimde bulunulması (Alman Arşivleri açık olduğuna göre buradaki belgelerin kamuoyuna açılması sözleri anlamsızdır. Ayrıca bu ifadeler Türkiye’de sadece Osmanlı belgelerinin yayınlanmış olduğu kanısını vermektedir. Oysa Türkiye’de Osmanlı belgeleri yanında İngiliz ve Fransız belgeleri de yayınlanmıştır. Ayrıca Türk Tarih Kurumu Rus belgelerinin yayınlanmasını planlamıştır. Bu arada ilgili Alman belgeleri de yayınlanabilir. Ancak bunlar daha önce incelenmiş olduğundan Alman belgelerinin konunun incelenmesine büyük katkı yapması beklenemez. )

* İstanbul’da yapılması planlanan fakat devlet baskısı nedeniyle ertelenen konferansın gerçekleştirilmesi için girişimde bulunulması ( Ermeni taraftarı bazı Türk bilim adamları ve yazarlarının Boğaziçi Üniversitesinde 2205 yılı Mayıs ayı sonunda düzenlemek istedikleri konferanstan bahsedilmektedir. Bu konferansın yapılması için Alman Hükümetinin neden çaba göstermesi gerektiği anlaşılamamaktadır. Diğer yandan konferansın devlet baskısıyla ertelendiği doğru olmayıp dört ay sonra Türk Hükümetinin yardımıyla yapılabildiği bir gerçektir.)

* Özellikle Ermenilerin kaderi konusunda olmak üzere Türkiye'de düşünce özgürlüğünün teminat altına alınması için girişimde bulunulması (Bu ifadeler, Kararı kaleme alanların Türkiye’deki koşullar hakkında yeterli bilgi sahibi olmadıklarını göstermektedir. Türkiye’de ifade özgürlüğü mevcuttur. Nitekim halen bir çok kişi 1915 Ermeni tehcirinin soykırım olduğunu söylemekte ve yazmaktadır.)

* Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yardımcı olması.

(Alman Parlamentosu’nun yukarıda saydığımız kararı Ermeni görüşlerini yansıtmaktadır. Diğer bir deyimle bu karar tarafsız ve adil değildir. Alman hükümeti, ilke olarak, bu kararda ifade edilen görüşleri dikkate almak mecburiyetindedir. O nedenle Alman Hükümetinin Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleşmesine olumlu bir katkı yapması mümkün değildir.)

Özetlemek gerekirse Federal Almanya Parlamentosu’nda kabul edilen bu karar “Anadolu’daki Ermenilerin neredeyse tamamen imha edildikleri” gibi hiçbir dayanağı olmayan iddialara yer vererek kaleme alanların tarih bilgisinden ne kadar uzak olduklarını göstermekle kalmamakta, Alman Hükümeti’ne, “Ermenilerin sürülüp yok edilmesinin” eyalet eğitim politikalarına dahil edilmesini tavsiye ederek Alman gençliğinde Türk düşmanlığı yaratılması sonucunu verebilecek sorumsuz, son derece tehlikeli ve kışkırtıcı öneriler de içermektedir. Diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti belgelere dayanması halinde tarihinin herhangi bir döneminin muhasebesini yapmak için yabancı ülke parlamentolarının kararlarına ihtiyaç duymayacak kadar da devlet geleneğine sahip bir ülkedir. Ancak, Federal Almanya Parlamentosu kararında dile getirildiği gibi kendi geçmişiyle yüzleşmek ihtiyacını duyuyorsa, bunu asılsız iddialar temelinde şekillendirilen tarihi olaylar ve Türkiye’nin üzerinden değil, kendi tarihi sorumlulukları çerçevesinde yapmalıdır.”

Bu vesileyle Alman Parlamentosu’nun bu kararının Türkiye bakımdan hukuki bir sonuç doğurmayacağını belirtelim. Zira, milli egemenlik ilkesi gereği, bir devlet sadece kendi taahhütlerini yerine getirmekle mükelleftir. Başka ülkelerde alınan tek taraflı kararların hukuki yönden bir değeri yoktur. Buna karşın bu kararın, Ermeni diasporasını ve Ermenistan’ın Türkiye’ye karşı olan tutumlarının daha da sertleştirmek gibi olumsuz bazı siyasi sonuçları olabileceğini ve Alman hükümeti bu karar gereğince girişimde bulunmaya kalktığı taktirde iki ülke ilişkilerinde sıkıntılar, hatta bunalımlar yaşanacağını belirtelim.

Dışişleri Bakanlığı tarafından 16 Haziran’da yayınlanan bir açıklamada Alman Parlamentosu’nun bu kararı kınamış, kararın Almanya iç politikası hesaplarından kaynaklandığı, hiçbir dayanağı olmayan iddialar ve Alman gençliğinde Türk düşmanlığı yaratılması sonucunu verebilecek öneriler içerdiği ve bu kararın iki ülke arasındaki ilişkilere olumsuz etki yapacağının zamanında Alman muhataplara bildirildiği belirtilmiştir. Dışişleri açıklamasının tam metni aşağıdadır:

“Federal Almanya Parlamentosu bugün (16 Haziran), Parlamento’da temsil edilen partilerin ortak sunucu olduğu ve 1915 yılında yaşanan olaylarla ilgili olarak Ermeni iddialarına ilişkin bir kararı kabul etmiştir. Bu kararı esefle karşılıyor ve şiddetle kınıyoruz.

Yaklaşık üç aydır Almanya Parlamentosu’nun gündeminde bulunan bu karar ile ilgili olarak görüşlerimiz her düzeyde Alman muhataplarımıza iletilmiş, kararın tek yanlı içeriğine, metindeki vahim maddi yanlışlıklara ve bilgi eksikliklerine işaret edilmiş ve böyle bir kararın, özellikle Almanya gibi her zaman dost ve müttefik olarak görülen bir ülke tarafından kabulünün Türk halkını derinden yaralayacağına ve ikili ilişkilerimiz üzerinde yapacağı menfi etkilere dikkat çekilmiştir.

Ancak gelinen aşamada, tüm bu uyarılarımızın Federal Alman Parlamentosu tarafından dikkate alınmadığı üzüntüyle gözlenmektedir.

Bu girişimin Alman iç politika hesaplarından kaynaklandığı açıktır. Böyle hassas bir konunun iç politikanın küçük hesaplarına alet edilmesi sorumsuzluk ve dar görüşlülüğün bir kanıtıdır.

Federal Almanya Parlamentosu’nda kabul edilen karar “Anadolu’daki Ermenilerin neredeyse tamamen imha edildikleri” gibi hiçbir dayanağı olmayan iddialara yer vererek hazırlayıcıların tarih bilgisinden ne kadar uzak olduklarını göstermekle kalmamakta, Alman Hükümeti’ne, “Ermenilerin sürülüp yok edilmesinin” eyalet eğitim politikalarına dahil edilmesini tavsiye ederek Alman gençliğinde Türk düşmanlığı yaratılması sonucunu verebilecek sorumsuz, son derece tehlikeli ve kışkırtıcı öneriler de içermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihiyle barışıktır. Tarihi olayların parlamentolarca değil, ancak tarihçiler ve uzmanlar tarafından değerlendirilebileceği düşüncesinden hareketle arşivlerini Alman ve Ermeniler dahil tüm araştırmacılara açmış, Ermenistan’a, Osmanlı dönemindeki Türk-Ermeni ilişkilerini ortak bir komisyonda incelenmesi önerisini resmen iletmiştir. Türkiye Cumhuriyeti belgelere dayanması halinde tarihinin herhangi bir döneminin muhasebesini yapmak için yabancı ülke parlamentolarının kararlarına ihtiyaç duymayacak kadar da devlet geleneğine sahip bir ülkedir. Ancak, Federal Almanya Parlamentosu kararında dile getirildiği gibi kendi geçmişiyle yüzleşmek ihtiyacını duyuyorsa, bunu asılsız iddialar temelinde şekillendirilen tarihi olaylar ve Türkiye’nin üzerinden değil, kendi tarihi sorumlulukları çerçevesinde yapmalıdır.”

Yukarıda belirttiğimiz gibi Alman Parlamentosu bu kararı oy birliği ile almıştır. Almanların iki ülke arasında çok yakın ilişkilere, Almanya’da üç milyondan fazla Türkün varlığına ve her yıl Türkiye’ye milyonlarca Alman turist gelmesine karşın Alman Parlamentosunda Türk görüşlerini savunan bir kişi dahi çıkmaması kabul edilemez bir durumdur. Yapılan uyarılara rağmen, Alman Parlamentosu’nun ne ülkedeki Türklerin ne de Türk kamuoyunun görüşlerini hiçbir şekilde dikkate almak zahmetine katlanmaması Türkiye-Almanya ilişkilerine olumsuz etkilemiş ve Almanya’ya ve Almanlara olan güveni sarsmıştır.. Bu arada, son seçimleri kazanarak iktidar ortağı olan Hıristiyan demokratların Türkiye’nin AB üyeliği aleyhindeki politikalarını sürdürmeleri de Alman Parlamentosu’nun Ermeni görüşlerini tamamen benimseyen bu karar nedeniyle esasen yıpranmış olan iki ülke ilişkilerini daha da bozması ve yukarıda değindiğimiz bunalımın belki beklenenden kısa bir zamanda çıkması olasılığını güçlendirmiştir.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...

#140 AtamÇepni

AtamÇepni

    Türkiye Sevdalısı

  • Üyeler
  • 5,693 posts
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:Atatürk'ün Ülkesi

Posted 16.10.2007 - 13:17

Venezuela (2005)

Venezuela Parlamentosu 14 Temmuz 2005 tarihinde Ermeni soykırım iddialarını benimseyen bir kararı oybirliğiyle kabul etmiştir.

Kararın giriş bölümünde, özetle, insanlık tarihinin ilk bilimsel olarak planlanmış, örgütlenmiş ve icra edilmiş soykırımının doksan yıl önce meydana geldiği, bu soykırımın Genç Türkler ve onların ideolojisi olan Pantürkizm tarafından Ermeni halkına karşı işlendiği ve iki milyon kadar kişinin ortadan kaldırılmasına yol açtığı, bu tür cinayetlerin tekrarlanmaması için açıkça ifade edilmesi ve bu soykırımın Türk halkı ve dünyanın bütün hakları tarafından reddedilmesi gerektiği ve siyasi davalar ve çıkarlar nedeniyle soykırımın inkar edilmesi yoluyla tarihin değiştirilmesine çalışıldığı belirtilmektedir. Karada ayrıca Ermeni halkının ve hükümetinin taleplerinin desteklendiği, Ermeni soykırımını tanıyıncaya kadar Türkiye’nin üyelik başvurusunu ertelemesini Avrupa Birliğinden istendiği gibi hususlar da yer almaktadır.

Görüldüğü gibi bu karar Ermeni soykırım iddiaları hakkında şimdiye kadar çeşitli ülkeler parlamentolarında alınan ,kararların en serti ve en abartılısıdır. Venezuela Parlamentosunu bu kadar cesur kılan husus, şüphesiz, Türkiye’nin uzaklığı ve iki ülke arasında kayda değer ilişki olmamasıdır. Venezuela’da zengin, diğer bir deyimle etki yapabilen bir Ermeni Cemaatinin varlığı, buna karşın kayda değer sayıda Türk olmaması da bu kararın kolaylıkla alınmasın başlıca nedenleridir. Ayrıca Uruguay ve Arjantin’de alınan kararların da Venezuela parlamentosu için emsal teşkil ettiği muhakkaktır. Bir Ermeni kaynağı otoriter idaresi ve popülist davranışları nedeniyle ABD tarafından eleştirilen Venezuela Başkanı Chavez’in bu kararla Batılıları ve özellikle Avrupa ülkelerini vicdani görevlerini yapmaya çağırmak fırsatını kullandığını yazmıştır.

Litvanya (2005)

Litvanya Parlamentosu 15 Aralık 2005 tarihinde aldığı bir kararla Ermenilerin soykırım iddialarını tanımış ve Türkiye’den de tanımayı yapmasını istemiştir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı ertesi gün yaptığı bir açıklamada Parlamentoların tarihin tartışmalı dönemlerine ilişkin hüküm verme görevi olmadığını, tarihin tarihçiler ve bu kararın ne Türkiye ne de Litvanya arasındaki ilişkilere, ne de Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşme sürecine olumlu yansımaları olmayacağını bildirmiştir.

Türkiye ile hiçbir sorunu olmayan, ayrıca Ermenistan ile ilişkilerinin de bir özelliği bulunmayan Litvanya Parlamentosu’nun bu kararı almasının nedenlerini, Slovakya gibi bu ülkenin vaktiyle Nazilerle işbirliği yapmış olmasında aramak gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın başında bağımsızlığını kaybederek Sovyetler Birliği’ne bağlanan Litvanya savaş içinde Alman orduları tarafından işgal edilmiş, tekrar bağımsızlığını kazanmış ve Nazilerle işbirliğine başlamıştır. Bu çerçevede Litvanya’daki 220-250 bin civarında olduğu tahmin edilen Yahudilerin neredeyse tamamı (%95) ortadan kaldırılmıştır[42]. Savaş sonrasında tekrar Sovyetler Birliği’ne dahil edilen Litvanya Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanmış, Avrupa Birliği’ne katılma sürecinde vaktiyle Yahudilere yapılanları affettirmek veya unutturmak amacıyla insan hakları savunuculuğu yapmaya başlamıştır. Litvanya Parlamentosu Ermenilerin soykırım iddialarını tanımakla kendi ülkesinde Yahudilere karşı işlenmiş olan soykırım suçunun daha önce başka ülkeler tarafından işlendiğini ileri sürerek, diğer bir deyimle Litvanya’nın bu suçu işlemekte yalnız olmadığını vurgulayarak kendi sorumluluğunu hafifletmeye çalışmıştır.


AKP olmadan Dinimi,
MHP olmadan Ülkemi,
CHP olmadan ATATÜRK’Ü sevebilirim...





Similar Topics Collapse

  Topic Forum Started By Stats Last Post Info

1 user(s) are reading this topic

0 members, 1 guests, 0 anonymous users