Bir önceki mesajımdan beri bulunulan iddialara teker teker değineceğim.
sinirler iletimi elektrik sayesinde yaparlar yani vücüt bi bakıma elektrik üretir
elektiriğin hareket halinde olduğı her yerde de manyetik alan oluşur
Bu doğrudur ama kısıtlı bir anlayıştır. Elektriğin aktığı yöne dikey olarak, akımla doğru orantılı miktarda manyetik alan oluşur. Fakat vücuttaki ve beyindeki sinirlerden geçen akım miktarı o kadar düşüktür ki, tipik bir sinir uyarılmasının yaratacağı manyetik akım birkaç yüz femto Tesla'yı geçemeyecek (1 fT = 10^-15 Tesla), sara nöbeti geçiren hastalarda rastlanabilecek en kuvvetli nöromanyetik sinyaller bile birkaç bin femto Tesla'yı aşamayacaktır. Bu kuvvetteki manyetik alanlar, Dünya'nın kendi manyetik alanından bile milyarlaca kez daha zayıftır, dolayısı ile orta ve uzak mesafelerde herhangi bir etkilerinden sözetmek mümkün değildir. Yakın mesafede de tek kullanımları Magnetic Resonance Imaging (Türkçe'de emar çektirmek diye bilinen) uygulamasındadır.
Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibariyle bioelektrik enerji üretip, bunu dalga enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan mânâları bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.
Yukarıda da açıklandığı üzere, beynin ya da vücudun dış dünyada orta ve uzak mesafede herhangi bir etkisi olabilecek manyetik alan yarattığından sözetmek mümkün değildir.
Esasen, beyin, bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek, programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekanizmasıdır.
Beyin, tek resmi çok parçalı olarak algılama aracıdır.
Burada afralı tafralı bir şekilde sanırım gözün çalışmasını açıklamaya çalışıyorsun. Göz, dış dünyadaki cisimlerden yansıyan ışığın dalga boylarını algılayarak renkleri ve şekilleri beyne bildirir, beyin de bu şekilde dış dünyayı "görür". Bu bilim tarafından ayrıntısı ile anlaşılmış bir sistemdir, mucizevi veya mistik herhangi bir yönü bulunmamaktadır.
Bohm ve Pribram'ın görüşleri birleştirilince
Bohm ve Pribram'a gelince, görüşlerini yanlış şekilde yorumluyorsun. Bu sözettiğin iki şahıs da birer bilimadamıdır, dinle, mitolojiyle, metafizikle alakaları olmaz.
Bohm'la başlayalım. Bohm derindeki varlıkların hükmünden sözetmez. David Bohm, Alain Aspect'in 1982 tarihli deneyinde, atomaltı boyutundaki taneciklerin ışık hızını aşan hızlarda birbirleri ile iletişebilmeleri bulgusunun, dörtten daha çok boyutlu olan bir evrenin üç boyuta yansıması olarak yorumlanarak açıklanabileceğini önerir. Yani tanecikler birbirleri ile ışık hızını aşan hızlarda iletişmiyorlardır, daha yüksek bir boyutta, birbirlerine üç boyutlu evrendeki yansımalarında göründüğünden daha yakındırlar. Evrenin çok boyutlu yapısı, daha sonraki yıllarda önerilen ve yaygın şekilde kabul gören superstring theory (süpersicim teorisi) ile daha derin biçimde incelenmiş ve açıklanmıştır.
Karl Pribram'a gelince, 1960'larda anıların beynin neresinde depolandığı konusunda çalışmalar yapmıştır. Anıların beyindeki nöronlarda ya da nöron gruplarında değil, nöronların arasında kurulmuş sinir ağlarında elektrik akımları olarak depolandığı savını öne sürmüştür. Bu sav, beynin zarara karşı oldukça dayanıklı olmasını, kimyasal ya da fiziksel zarar belirli parametreler altında olduğu sürece anıların çoğunun muhafaza edilebildiği bulgusunu açıklayan bir teoridir.
İki bilimadamının da bulgularının veya hipotezlerinin metafizik bir yönü yoktur.
Yani esas olan, dışta algıladığımız ses, görüntü değil; bir üst boyutta cereyan eden dalga-bioelektrik-bioşimik üçlü sistemidir!.
Kullandığın terimlerin anlamlarını bilmediğini belli ediyorsun.
Dalga dediğimiz zaman elektromanyetik dalgalardan, yani ısı ve ışıktan sözederiz.
Bioelektrik dediğimiz zaman, vücut içinde cereyan eden sinir iletişi söz ederiz.
Biyoşimik (biochemical) dediğimiz zaman, vücut içinde cereyan eden kimyasal reaksiyonlar, yani metabolik ativiteden sözederiz.
Bu üç tür aktivite, dış dünyadan alınan duyuların algılanması ve beyne iletilmesinde görev alan fiziksel aktivitelerdir. Metafizik herhangi bir yönü yoktur. Bilimin anladığı ve açıkladığı olaylardır.
Moskova`daki Popov Radyo elektronik ve Muhabere Çalışmaları Enstitüsü bilginlerinden Prof. M. Kogan 1966-1967 yıllarında yapılan denemelerden çıkartılan sonuçlara göre...
Bu son bir yılın haberi değildir. Hürriyet gazetesi bunu son bir yıl içinde yayınlamış olabilir, ama haberin metni, 1968 yılna ait bir Los Angeles Examiner gazetesi haberinden birebir çeviridir. Orijinal İngilizce metni sunuyorum:
http://www.whereismy.....Chapter 3.txt1960'lı ve 1970'li yıllarda, Amerika ve Rusya arasındaki soğuk savaşın etkisi ile, askeri bir avantaj yakalayabilmek için, maalesef birçoğu saçma olan birçok iddiaya para yatırılmış, araştırmalar düzenlenmiş, hiç olmayacak kapılardan medet umulmuştur. Bu araştırmalar, askeri güvenlik gereği altında yüksek gizlilik içinde yürütüldüğünden dolayı, bilimsel metodun gerektirdiği meslektaş kontrolü ve eleştirisine maruz bırakılmamış, dolayısı ile de bu uğurda devletin parasını yiyen sahtekarların foyasının meydana çıkması normalden biraz daha uzun sürmüştür. Bugün, bu tür iddialar kesinlikle prim yapamaz.
bu anlattığımız akım kanallarına batıda özellikle İngiltere'de de «ley» hatları deniliyor
Ley hatları, Feng Shui felsefesinden ilham alınarak, 1921'de uydurulmaya başlanıp, günümüze kadar değişik palavracılar (yazarlar demeye dilim varmıyor) tarafından allanıp pullanarak daha ilgi çekici hale getirilmiş bir hurafedir. Kesinlikle herhangi bir bilimsel dayanağı yoktur. Ley hatlarının herhangi bir ölçütü veya test metodolojisi de yoktur.
Bu hurafenin tarihçesi aaşağıdaki kaynakta sunulmaktadır:
http://witcombe.sbc....EMLeyLines.htmlPeki öyle ise şimdi gene soralım... Gaye temizlik değil ise, ne?..
Birçok dinde, tarikatta ve kültte olduğu üzere, gaye beyin yıkamadır. Sık sık tekrarlanan ve ayrıntılı kalıpları olan ibadetler, insanı meşgul tutarak inançları hakkında eleştirel ve analitik şekilde düşünmesini önler, kendisine sunulan öğretilerdeki çelişkileri farketmesini engeller. Bunun yanında, sık sık tekrarlanan ayrıntılı kalıpları uygulamanın insan algısını körelttiği ve uyuşturduğu da nörologlar tarafından yapılan deneylerde ispatlanmıştır.
Çünkü, suyun dışında iken bedeninizin tüm yüzey hücreleri lokal oksijen alımı içinde de ondan. Oysa, suyun içinde iken bu yol kapanıyor ve sadece ciğerinizdeki oksijen ile başbaşa kalıyorsunuz.
Bu saçmalığa sadece yuh diyebiliyorum. İnsan sadece ağzından ve burnundan soluyabilir. Deri gözeneklerinden soluyamaz. Su altında daha kısa süre nefes tutulabilmesinin sebebi, su altındayken vücut üzerinde daha fazla basınç uygulanmasıdır.
İşte bu oksijen alımı meselesinde olduğu üzere, kolunuzu ya da yüzünüzü su ile sıvazladığınız zaman, sıvazlanan hücrelerden vücuda belli bir ölçüde elektrik takviyesi mevcuttur. Yani beyin, çalışması için gerekli elektriği kısa ve kolay yoldan bu şekilde temin etmiş olur. Bunun için de şarıl şarıl akan suya hiç ihtiyaç yoktur!.. Zira önemli olan o organlardaki hücrelerin suyla temas etmesidir. Fazlası zaten akar gider!..
1. Vücudun çalışması için elektrik gerekmez.
2. Su veya toprak vücuda elektrik takviyesi yapmaz.
3. Vücudun suya ihtiyacı vardır, bu su alınan besinler ve içilen sıvılar aracılığı ile sağlanır. Yıkanmak veya tene su değdirmek bir işe yaramaz.
GERÇEKTE, mevcud olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK'tir!.. AHAD'dır!..
İnsanoğlu, en küçük atomaltı parçacıklardan en devasa galaksilere kadar her büyüklükteki cismi, çıplak gözle olmasa da, icat ettiği araçlar yardımı ile ölçebilmekte ve gözlemleyebilmektedir.
Dolayısı ile yazıda iddia edildiği üzere belirli büyüklükte veya küçüklükteki cisimleri ayrıştıramama sorunu sözkonusu değildir.
Zaten cisimleri ayrıştıramamak bir algı sorunudur, tanrı kanıtı falan değildir.
Çok saçma bir mantık olmuş.
NETİCE İTİBARI İLE...
Bu kadar yalan, dolan, palavra, hurafe ve mantıksızlığı bir arada gördüğüme çok üzülüyorum.
Ama hangi ülkede yaşadığımı, hangi zihniyetteki insanlarla muhatap olduğumu hatırlayınca maalesef şaşıramıyorum.