İçerik değiştir



- - - - -

Peygamber mi (!?)


  • Yanıtlamak için giriş yapın
Bu konuya yanıt verilmedi

#1 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 01.01.2005 - 13:56


"DİN"İN TEMEL GERÇEKLERİ - Ahmed Hulûsi


PEYGAMBER Mİ (!?)


--------------------------------------------------------------------------------


Kur’ân-ı Kerîmi anlamak istiyor muyuz?...

Kur’ân-ı Kerîmi doğru anlamak ve değerlendirebilmek istiyorsak, öncelikle Orada kullanılan kelimeleri olduğu gibi almak ve ilgili yerlerde oradaki orijinal kelimeleri kullanmak mecburiyetindeyiz.

Kur’ân tefsir veya meâllerini okurken, öncelikle şuna dikkat ediniz lûtfen... Eğer bir Kur’ân meâlinde “Allah” kelimesinin geçtiği yerde “TANRI” kelimesi kullanılmışsa; “Rasûl” veya “nebi” kelimesi orijinalinde mevcutken bu “peygamber” diye tercüme edilmişse; kesinlikle biliniz ki, bu meâl sizi Kur’ân da işaret edilen hakikatlara ve sırlara erdirecek bir çeviri değildir!...

Böyle bir meâl ile asla, Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselamın bizlere verdiği mesajı anlamamız mümkün olmayacaktır... O çeviriyi yapan, O kitaptan daha bir şey anlamamıştır ki, bize çevirisinden hayır gelsin!.

Çeşitli yayınlarımızda “Tanrı” kelimesinin anlamının, “Allah” kelimesinin işaret ettiği anlam ile hiç bir ilgisi olmadığını; bu “tanrı” kelimesinin insanlara “göktanrı” dinini çağrıştırdığını açıklamaya çalışmıştık...

Bu gün de “PEYGAMBER” kelimesini Kur’ân çevirilerinde kullanmanın yanlışlığına dikkati çekmek istiyorum...

Bilmeliyiz ki, Kur’ânda kullanılan her kelime, çok özel bir seçimle ve çok kapsamlı ve derinlikli anlamlar ihtiva etmesi dolayısıyla kullanılmıştır...

“Peygamber” kelimesi İranlıların konuştuğu Farsça kökenli bir kelimedir; Perslerin “tanrı” anlayışıyla beraber kullanageldikleri çok eski bir kelimedir... Bu kelime Farsçada, Kur’ânda geçen hem “nebi” hem de “rasûl” kelimeleri yerine kullanılmaktadır. Dilimizde de böyle kullanılmaktadır.

“Tanrının elçisi” = “peygamber” anlamında olarak kullanılan bir kelimedir bu kelime..

Uzaydaki bir Tanrı’nın ya da Tanrısal gücün elçisi = postacısı anlamına “peygamber”!!!...

Oysa...

“Allah” ismiyle işaret edilen, algılayabildiğimiz ya da algılayamadığımız her birimin varlığını, orijinini oluşturuyor esma ve sıfatlarıyla; Zâtına sınır getirmek de muhal!...

Bu demektir ki...

Kim “Allah”a ermişse, afaktan=dıştan değil; varlığından, özünden, derûnundan, hakikatından ermiş; bilmiştir ki, ismiyle işaret edilen varlığı ismi-resmi bir hayâl; varlığı “yok”tan ibarettir; yalnızca var olan “Allah” adıyla işaret edilendir!.

Öyle ise, anlamamız gerekir ki, “Allah” ismiyle işaret edilen, tüm boyutlarda esmâ ve sıfatlarıyla açığa çıkan; yanısıra da bunlardan münezzeh ve “Ganî” olan, olarak “nebi”, “rasûl” ve “veli”nin hakikatıdır...

Bu isimlerle vasıflarına işaret edilenler de, kendi varlıklarında, boyutsal olarak eriştikleri mertebenin hakikatını dillendirmektedirler. Yani bunlar, ötedekinin postacısı değil; hakikatlarındakinin dilleridir!.

Gerek “nebi” ve gerekse “rasûl”, “Allah” adıyla işaret edilenin esmâsından “El VELΔ isminin zuhuru olan “velâyet” kemâlâtının mazharı olarak bu mertebeye kavuşmuşlardır.

Dünya yaşamında “nübüvvet” ve “risâlet” işlevini yerine getiren bu zevât, bu kemalâtlarını “VELΔ isminin manasından alırlar ve ölümötesi âhıret yaşamlarında da “Velâyet” kapsamında olan “risâlet” mertebesiyle yaşamlarına devam ederler...

“Allah” adıyla işaret edilenin “Nebi” ismi yoktur; buna karşılık “El Velî” ismi Bâkidir!.

“Nübüvvet” dünya yaşamı için geçerli olan bir işlevdir.

“Risâlet” hem dünya hem ölümötesi yaşam için geçerli olan bir işlevdir.

Her “nebi”, her “rasûl” ve her “velî” varlığını “velâyet” hakikatından alır..

Her “nebi” zâhiri itibariyle “nebi”, bâtını itibariyle “velî”dir.

Geçmişteki her “Rasûl”, zâhiri itibariyle “nebi” olabilir veya olmayabilir; bâtını itibariyle “veli”dir.

Her “velî” varlığını ve kemalâtını “velâyet”inden alır...

“Nübüvvet” görevi dünya yaşamıyla ilgili bir görevdir ve “nebi”nin âhıret yaşamına intikâliyle son bulur... Esasen “nübüvvet”, “hatemin nebi” olan Muhammed Mustafa ile son bulmuştur; ondan sonra kıyâmete kadar başka “nebi” gelmez.

“Nebi”lerin bazıları aynı zamanda “Rasûl”dür... “Risalet” işlevi olan “Rasül”lük ise kıyamete kadar geçerli bir görevdir.

“Nebi”lik geçicidir; “Rasûl”lük ise asâletendir ve dünyadan ayrılmakla son bulmaz, zira kendini tanımanın sonu yoktur ve dolayısıyla bu işlev sonsuz devam eder “rasûl”ler için... Bu yüzdendir ki bizler, İslâm Dinini kabul ve tasdik anlamında ifade ettiğimiz “kelime-i Şehadet”te Hazreti Muhammed aleyhisselamın “Rasûl” oluşuna şehadet ederiz; ki bu onun sonsuz işleviyle ilgilidir. Bu yüzden “Abduhu”dan sonra “Nebiyyihu” değil, “Rasûluhu” deriz..

“Risâlet” ve “nübüvvet”, “velâyet”in içindeki üst sınıftır... Tıpkı “askeriye” genel tanımı içinde “generaller” sınıfı gibi...

“Nübüvvet”, içinde yaşanılan topluma, onlara âhıret saâdetini kazandıracak olan yaşam şartlarını bildirmek ve o insanları bu şartlara göre yaşamaya davet etmek işlevidir.

“Risâlet”, içinde yaşanılan topluma, kendi hakikatlarını bildirmek ve bunun gereğini yaşayabilmeleri için gerekli olan çalışmaları ve yaşam biçimini tebliğ ederek, onlara bu yolda yol göstermektir.

“Ulül-âzm” ise hem “nübüvvet” hem de “risâlet” işlevini deruhte eden Zâtlara verilen isimdir.

“Velâyet”, Hakikatını bilmek ve gereğini yaşamaktır.

Toplumla ilgili hangi işlevler “nübüvvet” kapsamında ise, o işlevlere işaret edilirken Kur’ân-ı Kerimde, “nebi” kelimesi kullanılmıştır

Toplumla ilgili yani dışa dönük olarak, hangi işlevler “risâlet” kapsamında ise orada “rasûl” kelimesi kullanılmıştır...

Bireyin yaşamıyla ilgili olarak hangi kemalâtın yaşanmasına dikkat çekilmek istenmişse, orada da “veli” kelimesi kullanılmıştır.

Yani “velâyet” hakikatına dayalı bir şekilde, dışa dönük görev alan yüksek kemalât sahibi zevâtın bu durumuna “nübüvvet” ve “risâlet” adları verilerek, onlar, genel olarak içe yani kendilerine dönük kemalâtı yaşayan “veli”lerden ayrı bir sınıfta anlatılmışlardır.

Eğer bu tanımlamalar istikâmetinde yeniden okunursa ilgili âyetler, çok daha değişik boyutlarda manalar karşımıza çıkar...

Öte yandan...

Bir diğer tanımlama ile, şeriat getiren “veli”lere “nebi”; şeriat getirmeyip, insanları hakikatlarının gereğini yaşamaya davet edenlere “rasûl”, böyle bir davet görevi almamışlara da “veli” denilmiştir...

“Velayet” babadan oğula geçen saltanat değil; kişinin Hakikatı olan “Allah” adıyla işaret edileni yaşamasının sonucudur.

“Velâyet” kemalatının dayandığı hakikatın, bir “nebi” veya “rasûl”de tenezzülât hükmüyle açığa çıkan ilmine “vahiy”, velayet kemâlatının uruç hükmüyle bir “veli”de açığa çıkışına da “ilham” denilir.

“Peygamber” kelimesi kullanıldığında bütün bu işaret ettiğimiz gerçekler örtüldüğü gibi; bunların sonucu olan pek çok sırlar daha ehlinden saklanmış olmaktadır...

Kur’ân-ı Kerimin Türkçesiyle ibadet olmaz!.

Kur’ân-ı Kerimin Türkçeye çevirisi olmaz!.

Kur’ân-ı Kerim anlaşılmak ve gereği yaşanmak için geldiği için de herkes anladığı kadarıyla, “Benim anlayabildiğim kadarıyla Kur’an” başlığı altında anladıklarını açıklar.... Buna kim ne isim verirse versin...

“Tanrı”lar “ulu” olabilir...

“Allah” ise “ekber”dir!.

Bizim keşfimizin bildirdiği hakikat budur... Gerçeğini Allah bilir!.

Ves Selâm...

* * *

"DİN"İN TEMEL GERÇEKLERİ - Ahmed Hulûsi


KUR'ÂN'IN RUHU


--------------------------------------------------------------------------------


Hz. Muhammed aleyhisselâmın “Allah Rasülü” olarak bize bildirdiği İslâm Dinine karşı olan bazı kişilerin, kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerîmin “RUHU”nu “OKU”yamamaktan ileri gelen; şu eleştirel sorusu hayli sık karşıma gelmeye başladı...

Bu kişilerin eleştirel sorusu şu:

-Hz. Muhammed, 1400 küsur sene önce, yaklaşık 5000 kişinin yaşadığı ve çoğunluğunu ilkel düşünceye sahip insanların oluşturduğu bir topluluğa peygamber olarak gelmiştir!. Kız çocuğunu büyüdüğünde ar olur diye diri diri kuma gömüp öldüren; kadının bir mal gibi sayısı sınırsız ölçüde alınıp satıldığı; kadının bir insan olarak görülmediği ve hiç bir hakkının olmadığı bu toplumda; sorular ve sorunlar elbette ki, o toplumun anlayış seviyesine göre şekillenmiş; o soru ve sorunların çözümü de Kur’ânın şekillenmesine vesile olmuştur.

Eğer Hz. Muhammed, o bölgede değil de Kutuplarda dünyaya gelseydi, peygamberlik döneminde tebliğ edeceği kitap, eskimoların yaşadıkları toplumsal şartlara, örf ve âdetlere göre oluşan soru ve sorunlara göre şekillenecekti...

Bu durumda, gene o Kitaba göre; yeni nebi ve kitap gelmeyecek olduğuna göre; insanlık, bu çağda, anlayış seviyesi ortada olan o topluma göre konmuş olan kurallarla mı yönetilecektir?.. Bu kurallar, o kitabı, bırakın çağlar ötesine hitabetmeyi, düne veya bugüne göre dahi geçersiz kılmaz mı?... Dünya genelinde yaşayan sayısız topluma 1400 küsur sene öncesinin anlayışına göre şekillenmiş kurallar ile nasıl hitab edilebilir; Kur’ân, insanları 1400 yıl öncesine mi döndürerek cennete sokacak?

Evet, son devir ateistlerinin, kendi ilmi seviyelerine dayalı bakış açılarıyla ortaya attıkları soru bu!.

Bu fâkire göre.... Belki doğru, belki yanlış; ama sorunun cevabı şöyle...

Kur’ân-ı Kerîmin “RUHU”nu anlayanlara göre, bu Kitap, insanlık yaşadıkça, onlara ışık tutacak ve âhıret saâdetini sağlayacak bilgileri ihtiva etmektedir!.

Ayrıca, çok büyük bölümüyle, cehennem ve cennet boyutlarında dahi sonsuza dek yararlanılacak bilgi ve yaşam gereklerini kişiye açmaktadır... Kişinin kendi hakikatını; “ALLAH” ismiyle işaret edilenin ne olduğunu açıklamaktadır!.

Daha önceki açıklamalarımda, Kur’ân içindeki bilgilerin bir kısmının “nübüvvet” kemalâtından, diğer kısmının da “risâlet” kemalâtından kaynaklandığını; “risâlet” kemalâtından kaynaklanan bilgilerin sonsuza dek gündemini koruyup, insanlara yeni açılımlar kazandırabileceğini belirtmiştim... “Risâlet” kemalâtından tebliğ olunan “İhlâs” suresi, “Fatiha” suresi gibi...

“Nübüvvet” kemalâtından kaynaklanan ve toplumsal yaşam içinde insanların davranışlarına yön veren; evlenme, miras, şahitlik, kısas gibi konular ise, insan dünyada yaşadığı sürece gündeminde kalan ve kişinin ölümüyle birlikte, o kişinin gündeminden düşen hükümlerdir..

Şimdi burada, Kur’ân-ı Kerîmin “RUHU”nu farkedip; anlamaya çalışalım...

Kur’ân, insanları asırlar öncesi ilkel yaşama döndürme ve insanları geriye dönük yaşama sabitleyip, kilitlemeye dönük olarak mı bize tebliğ edilmiş bir kitaptır... Yoksa... İnsanları geleceğe hazırlanmaya, insanlara tekamül-gelişme yollarını göstermeye, en mükemmele yönlenmeye mi teşvik etmektedir...

Bu yüce kitabı en iyi anladığına inandığım kişilerin başında gelenlerden Hz. Âli, bu anlayışa dayalı olarak şöyle demiştir:

“Çocuklarınızı, yaşadığınız devre göre DEÐİL; yaşayacakları devre göre yetiştiriniz!.”

Yani, çocukluğu ve gençliği Hz. Muhammed aleyhisselâmın yanında geçip; Kur’ân “ruhu”nu O’ndan edinmiş olan Zâtın bakış açısıdır bu geleceğe dönük yaşam tarzı ve bakış açısı...

Eğer, “nübüvvet” çesmesinden toplumu sulayan hükümlere bakılırsa... Bunların hepsi, geçmişte ve o sıralarda, âdeta insan yerine bile konmayan, o güne kadar ticari seks metaı hükmündeki dişilere, kadınlık haklarının edindirilmesi amacına dönüktür!. Onların, ticari mal olarak görülmeleri yasaklanmış; onlara eş olarak belirli haklar edindirilmiş; toplumda sözü geçmezken, “şahit” olma hakları teslim edilmiştir; mirastan pay alma hakları oluşturulmuştur!.

Şimdi lûtfen izân ve basiretle, anlamaya çalışarak şu gerçeği farkedin:

Kur’ân, “RUHU” itibariyle, eskide kalmayı önlemek, geriye dönüşü durdurtmak, haksızlıkları ortadan kaldırmak, insanları sürekli ileriye dönük değerlendirme yapmaya teşvik amacıyla hükümler getirmiştir!.

AYRICA... Benim kişisel kanâatim olarak, kimseyi bağlamaz; fakat Kur’ânı daha gerçekçi değerlendirmeye vesile olur diye düşünerek belirtirim ki...

Kur’ân bu hükümleri getirirken, dememiştir ki; bu hakları arttırıp eşitliği sağlamayın, burada kalın ve ileriye gitmeyin, kadınlar ikinci sınıf olarak kalsın; tekâmül etmeyin!.

Sayısız dişi alma hakkını, bir aşama olarak, dört ile sınırlarken; tek eşle yaşamanın çok daha yararlı olduğu yolunda uyarısı vardır; ve bu hedef olarak gösterilmiştir...

Zekât, asgari insanların hakkı olarak gösterilirken, sadaka adı altında varlığındakileri olabildiğince insanlarla paylaşmanın faziletinden söz edilmiştir...

Yani, kadına edindirilen haklar, nihai son hak, son sınır değil; toplumun, erkeklerin ve kadınların tekâmülü nisbetinde, geliştirilecek haklar manzumesinin temelidir...

Söz hakkı olmayan kadına, iki kadından biri olarak “şahit” olma hakkı kazandırılmış ise; bu ebeden bu kadardır, anlamında değil; kadının kendini geliştirmesi oranında erkekle eşit hakları olabileceğine işaret anlamındadır, kanaatimce!... “Söz hakkı olmayanın”, hiç olmazsa ikisi bir arada insan olarak yaşayıp, “şahit olmasına” olanak sağlanmıştır... Ama zaman içinde toplum olarak, kadının değerini anladığınız zaman; onun da sizin gibi Allah kulu olduğunu, insan olarak ve “HALİFE” olarak yeryüzünde yer aldığını farkettiğiniz zaman, tek başına, erkekle aynı haklara sahip olmasını engellemeyin, anlamında olarak...

Bir toplum, kadına bir erkekle beraber tek başına şahid olma hakkı tanıyorsa, bu asla Kur’ânın “RUHU”na ters düşmez anlayışıma göre; ve hatta evlâ olan da budur!.

Mirasta payı olmayan kadına, hiç değilse erkeğin yarısı kadar hak edindirilirken o günkü şartlara göre; bu demek değildir ki, sakın ola fazlası verilmeye!.. Aksine eşit pay verilmesi, toplumun, Kur’ân “RUHU”na göre gelişme göstermesinin işaretidir..

Yani, Kur’ân “RUHU”, geriye dönmeye taban sınır getirmiş bu hükümlerle; fakat ileriye doğru uygulamaları asla sınırlamamıştır; anlayışıma göre...

İşte getirdiği, ileriye dönük sınırlaması olmayan insan haklarıyla; ihtiva ettiği bu ilerisi açık anlayış dolayısıyla, artık Kur’ândan sonra yeni bir kitap gelmesine gerek kalmamış ve Hz. Muhammed aleyhisselam “hatemin nebi” olmuştur!.

Ölüm ötesi yaşam şartları ve Allah’ı bilme yönleri itibariyle risalet yollu sistemi açıklayan Kur’ân; “nübüvvet” yoluyla da insan haklarını o günün şartlarında olabildiğince iyileştirmiş, geliştirmiş ve bunları asgari-taban sınır olarak tesbit edip; bunun zaman içinde daha da geliştirilmesini yasaklamamıştır!.

İşte bu temel prensip, anladığım kadarıyla, “Kur’ânın RUHU”dur; ki, O Azîz Kitabın, sonsuza dek geçerliliğini; ve başka bir kitap gelmesine ihtiyaç duyulmamasını temin etmektedir!.

* * *





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli