İçerik değiştir



- - - - -

Hazreti Muhammed'in Açıkladığı Allah


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 3 yanıt verildi

#1 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 31.12.2004 - 18:00


Hazreti MUHAMMED'in Açıkladığı ALLAH - Ahmed Hulûsi


KADER KONUSUNDA BİLGİLER


--------------------------------------------------------------------------------


İnsanların başlarına gelen ve gelecek olan her şeyin ezelde takdir edilmiş olduğunu belirten sayısız âyetler ve hadisler mevcuttur; ki bu konuyu en geniş ve gerçekçi şekliyle «İNSAN ve SIRLARI» ile "AKIL ve İMAN" isimli kitaplarımızın «KADER NEDİR» bölümünde tetkik edebilirsiniz.

Burada kısaca «KADER» olayını vurgulayan bazı âyet ve hadislere değinmek istiyorum:

«ALLAH istemedikçe siz isteyemezsiniz.» (76-30)

«Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de ALLAH yaratmıştı.» (37-96)

«Biz HER ŞEYİ KADERİYLE halkettik.» (54-49)

«Yürür hiç bir mahlûk hariç olmamak üzere, hepsini ALNINDA çekip yürüten O'dur!..» (11-56)

«De ki, Hepsi de kendi programları doğrultusunda (şakûllerinde) davranışlar ortaya koyarlar..» (17-84)

"Yeryüzünde veya nefislerinizde size isabet eden bir musibet, bizim onu yaratmamızdan evvel, mutlaka bir kitapta yazılmıştır!.."

"Bunu, ÖNCEDEN MUKADDER ve yazılı olduğunu bilip; elinizden çıkan şeylerden üzülmemeniz ve elinize giren ile de sevinip şımarmamanız için açıklıyoruz...» (57-22/23)

«ALLAH, mahlûkatın KADERLERİNİ semâları ve arzı yaratmasından elli bin sene evvel yazmıştır!»

«Tâvûs şöyle anlattı:

Ben Rasûlullah’ın (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sahabîlerinden bir çok insanlara eriştim... Onlar, «HER ŞEY KADER İLEDİR» diyorlardı..

Ben, Abdullah İbni ÖMER'den şöyle işittim: Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu;

«HER ŞEY KADER İLEDİR!.. Hattâ, âcizlik ile zekâ ve beceriklilik bile!..»

Ebu Hüreyre (R a)den rivayet edilmiştir: Rasûlullah (S.a.v.) buyurdu ki:

"Adem ile Musa delil göstererek münakaşa ettiler. Musa,

-Ya Adem! sen o kişisin ki, ALLAH seni eliyle yaratıp, ruhundan sana ruh üfledi; ve sen, insanları ayarttın; onları cennetten çıkardın!

dedi. Adem de dedi ki;

-Sen de ALLAH'ın konuşmak için seçtiği Musa'sın! Gökleri ve yeri yaratmadan önce ALLAH'ın bana yazdığı bir işi işledim diye beni ne hakla kınıyorsun?.

Resûl-i Ekrem,

"Adem Musa'ya delil ile gâlib geldi" buyurdu.

Abdullah R.A.:

"-ŞAKİ anasının karnında ŞAKİ olan; SAİD de başkasından ibret alandır,"

dedi. Bunu işiten bir adam, Huzeyfe r.a.'e gelip, bunu anlattı ve:

- Nasıl bir adam, hiç bir iş işlemeden (daha anasının karnında) ŞAKİ olur?

diye sordu. Huzeyfe r.a. cevap verdi:

- Buna ne şaşıyorsun? Rasûlulah salla'llâhu aleyhi ve sellem'i işittim, şöyle diyordu:

- Nutfenin (ana rahmine girdiği andan) kırk iki gece geçince, ALLAH nutfeye bir melek gönderir. Melek ona şekil verir; göz kulak verir; derisini, etini ve kemiklerini meydana getirir. Sonra:

" Ya Rabbi erkek mi, dişi mi olsun? sorar.

Rabbin de dilediğini hükmeder; melek de yazar. Sonra:

- Ya Rabbi, ömrü ne kadar olsun? diye sorar. Rabbin dilediğine hükmeder, melek yazar. Sonra:

- Ya Rabbi, rızkı? der. Rabbin dilediğine hükmeder, melek yazar. Sonra elindeki sahife ile, emr olunduğuna bir şey ilave etmeden ve bir şey eksiltmeden çıkar.

Enes r.a. der: Rasûlullah s.a.v şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak ALLAH, her rahime bir melek memur etmiştir. Bu melek:

- Ya Rabbi, bu nutfedir, ya Rabbi bu alakadır (pıhtılaşmış kan) ya Rabbi, bu mudgadır (lokma hâli) der. ALLAH bunu yaratmaya hükmetmek istediği vakit, melek:

- Ya Rabbi, erkek mi, dişi mi; mutlu mu, mutsuz mu; rızkı ne, ömrü ne kadar? diye sorar.Ve böylece (hepsi) anasının rahminde yazılır." (Buhari, Müslim)

Âli r.a. şöyle demiştir:

-Bir gün Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) oturuyor ve elindeki bir ağaç parçası ile yeri çiziyordu. Âniden başını kaldırdı ve:

-Sizden bir tek kimse yoktur ki, Cennet ve Cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın, buyurdu. Yanındakiler:

-Ya Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şu halde ne diye çalışıyoruz, her şeyi bırakıp tevekkül etmeyelim mi? dediler. Rasûlullah s.a.v:

- Hayır, çalışınız, herkes ne için yaratıldı ise, onun için hazırlandırılır!..

buyurdu; ve sonra da ekledi;

-(yoksulların hakkını) Veren, (ALLAH’tan) sakınan ve "kelime-i tevhid"i tasdik eden kimseye gelince, biz onu Cennete hazırlarız. ALLAH’ın hakkını yoksullara vermeyen, sevabından istigna gösteren ve (kelime-i tevhid)'i tekzip edeni de, Cehenneme hazırlarız."

âyetlerini okudu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tırmizî)

Denildi ki:

-Ya Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sanki şimdi yaratılmışız gibi bize dinimizi açıkla!..

Bugün yaptığımız işler önceden takdir edilmiş ve yazılmış işler midir, yoksa vukûundan sonra mı bize takdir edilmişlerdir?

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Hayır, bilakis, yaptığınız işler önceden takdir edilmiş ve yazılmış olan işlerdir!... buyurdu.

- Şu halde iş yapmanın ve çalışmanın ne önemi var?

diye sordu. Rasûlullah s.a.v:

-Hayır iş yapan, kendi işine hazırlanır!... buyurdu. (Müslim, Tırmizî)

Tırmizî'nin lafzı şöyledir:

Ömer r.a. sordu:

-Ya Rasûlullah, ne buyurursun, yaptığımız işler yepyeni oluşmakta bir şey midir; yoksa önceden takdir edilmiş bir iş midir?

diye sordu. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

- Önceden takdir edilmiş olan işlerdir, ey Hattabın oğlu!.. HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN FİİLLERE HAZIRLANMIŞTIR... Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekavet ehlinden olan da şekâvet için çalışır!... buyurdu.

İmran b. Husayn r.a. şöyle dedi:

-Müzeyne kabilesinden iki kişi Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)e gelip, dediler ki:

-Ya Rasûlullah, ne buyurursun, insanların bugün işledikleri ve uğraştıkları şeyler önceden kendilerine takdir edilmiş ve hükm edilmiş bir şey midir, yoksa bu işler, işlendikten sonra mı takdir edilirler?

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) :

Hayır, bilakis bunlar önceden kendilerine takdir edilmiş birşeydir.Yüce ALLAH'ın kitabında bunu şu;

"Nefse ve onu düzenleyene ve ona hayr ile şerri işlemeyi gösteren" (Şems:7-8)

doğrulamaktadır!...

buyurdu.

Abdülvahid b. Süleym r.a. şöyle demiştir:

Mekke'ye geldim, Ata b. Ebi Rebah'la buluştum ve:

-Ey Ebu Muhammed, Basralılar, kader (yani önceden takdir edilmiş bir şey) yoktur diyorlar, dedim.

Ata r.a.:

-Evlatçığım, sen Kur'ân okur musun? dedi.

-Evet!. dedim. Ata r.a.:

-Şu halde "Zuhrûf"u oku!.. dedi. Ben de

"Ha-mim, açıklayan kitaba yemin ederim. Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur'ân yaptık. Muhakkak o, nezdimizdeki ana kitapta çok yüce, çok hikmetlidir." (Zuhrûf 1-4)

âyetlerini okudum. Ata r.a. :

- "Ümmü'l-Kitab - Ana kitap" nedir, bilir misin?... diye sordu.

- ALLAH ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Ata r.a.:-O, bir kitaptır ki, ALLAH gökleri ve yeri yaratmadan önce onu yazmıştır. Orada Firavun'un Cehennemlik olduğu vardır; orada "Tebbet yeda Ebi Lehebin-Ebu Leheb'in iki eli kurusun" vardır, dedi.

Ata r.a. demiştir ki:

Rasûlullah'ın arkadaşı Ubade b. Samit'in oğlu Velid'i bulmuştum. Babanın ölüm anındaki vasiyeti ne idi? diye kendisine sordum. Şöyle dedi:

Babam çağırdı ve bana:

-Ey oğulcağızım, ALLAH'tan kork, bil ki; ALLAH'a; kadere, hayr ile şerrin hepsine iman etmedikçe, ALLAH'tan sakınmış olmazsın... Bundan başka bir inanç üzere ölürsen Cehenneme girersin.

Muhakkak ben Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i işittim, şöyle diyordu:

- ALLAH önce "kalemi" yarattı. Yaz! dedi. Kalem:

- Neyi yazayım? diye sordu. ALLAHû Teâlâ:

- Kaderi, olanı ve ebediyete kadar olacak olanı yaz!. buyurdu. (Tırmizî, Ebu Davud)

Abdullah b. Feyruz ed- Deylemi şöyle demiştir: "Ubeyy b. Ka'b r.a.'in yanına geldim ve kendisine:

- Zihnimi kader ile ilgili bazı şöyler karıştırdı. Bana bu hususta bir şey anlat; belki ALLAH bu vesveseleri kalbimden giderir dedim.

Übeyy b. Ka'b şöyle konuştu:

-Eğer ALLAH, göklerinde ve yerinde bulunanların (hepsine) azap verseydi, zâlim olmazdı; onların hepsine rahmeti ile muamele etseydi, rahmeti onlara, onların yaptığı işlerden daha hayırlı olurdu. ALLAH yolunda Uhud dağı kadar altın harcasan kadere iman etmedikçe, başına gelenin şaşmayacağına, gelmeyenin de asla sana isabet etmeyeceğine iman etmedikçe, ALLAH bunu senden kabul etmez.

Bundan başka bir inanç üzerine ölürsen, Cehenneme girersin!

Abdullah Deylemi der ki:

-Sonra Abdullah b. Mes'ud'a gittim. O da aynı şeyi söyledi. Huzeyfe b. Yeman'a gittim, aynı şekilde konuştu. Sonra da Zeyd b. Sabit'e gittim; o da aynı şeyi Rasûlllah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'den nakletti. (Ebu Davud) (Lüzum's Sünen)

Abdullah b. Amr r.a. söylemiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i işittim, şöyle diyordu:

-Muhakkak yüce ALLAH yarattıklarını (önce) bir karanlık içinde yarattı; sonra onlara nurundan saçtı!

Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi !.. Nasibini alamayan da dalâlete saptı!.

Bunun için, "ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!.. yani işlerin takdiri son bulmuş ve kalemin yazacağı bir şey kalmamıştır." derim. Tırmizî (İmam b. Hasan senetle)

Ebu Hüreyre r.a. şöyle demiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk. O kadar kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı. Ve:

-Bununla mı emr olundunuz, bununla mı ben size gönderildim. Sizden önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında münakaşaya giriştikleri vakit, helâk oldular. Yemin ediyorum, bu hususta nizâ etmemeniz için, yemin ediyorum size! buyurdu. (Tırmizî)

Cabir r.a. den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, başına gelenin asla şaşmayacağına, başına gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğini bilmedikçe, hiç bir kul iman etmiş sayılmayacaktır. (Tırmizi)

Aişe r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Lânet ettiğim altı kişi vardır ki, onlara ALLAH ve gelmiş geçmiş her Nebi ve Rasûl lanet etmiştir. Bunlar:

ALLAH'ın kitabına ilave yapan, kaderi tasdik etmeyen, ALLAH'ın zelil kıldığı (günahkârları) yükseltmek, aziz kıldığı (sâlih) kulları alçaltmak için ceberut ile insanların başına musallat olan, Mekke hareminde yasak olanı işleyen, Ehl-i beytime zulm eden, bir de sünnetimi terk eden kişidir. (Tirmizi)

Ümmü Habibe r.a.:

-Ey ALLAH'ım, bana uzun ömür vermek suretiyle beni zevcim Rasûlullah'tan babam Ebu Süfyan'dan ve kardeşim Muaviye'den faydalandır!.dedi.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) kendisine:

-Sen ALLAH'tan kesinleşmiş eceller ve zarûri olan bir takım şeyler ve taksim edilmiş rızıklar hakkında bir takım talepte bulundun ki; ALLAH onlardan hiçbirini ne vakitten önceye alır, ne de sonraya bırakır!.. Eğer, ALLAH'tan seni Cehennem'deki azaptan ve kabirdeki azaptan kurtarmasının isteseydin senin için daha hayırlı olurdu... buyurdu.

Bunun üzerine bir adam:

-Ya Rasûlullah, şu maymunlar ve hınzırlar, (hani şu azap maksadıyla insanların) çevrildiği maymunlar ve hınzırlardan mıdır?.. Diye sordu.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:

-Muhakkak ki, yüce ALLAH hiç bir kavmi helâk veya azaba çarpmadı ki, sonra onların neslini devam ettirsin. Bugünkü maymunlar ve hınzırlar, önceden mevcuttular. (Müslim)

Hâlid el-Hazza r.a. şöyle dedi: Hasan Basri'ye dedim ki:

-Anlat bana, Adem r.a. gök için mi, yer yüzü için mi yaratıldı?

Hasan Basri:

-Yer yüzü için, dedi.

-Ne dersin, korunup da mâlum ağaçtan yemeseydi?... dedim.

- Ondan yemek zorunda idi (çünkü bu mukadderdi)... diye cevap verdi.

-ALLAH Teâlâ'nın "Siz onun aleyhinde (kimseyi) fitneye sürükleyecek kudrette değilsiniz. Meğer ki o Cehenneme girecek kimse olsun" (Saffat sûresi, 162-163) âyeti hakkında bana malûmat veriniz.. dedim.

Hasan Basri:

-Şeytanlar onları delâlete saptırmaya muvaffak olamazlar, ancak ALLAH'ın, Cehennemlik olduklarına hükmettiği kimseler müstesnadır, diye cevap verdi. (Ebu Davud)

Hâlid el- Hazza r.a. Hasan Basri'den:

-Yüce ALLAH'ın "Bunun için onları yarattı" (Hud sûresi, 119) âyeti hakkında sordu.

Hasan Basri:

- Onları cennet, ötekilerini de Cehennem için yarattı, diye cevap verdi.

(Ebu Davud)

Enes r.a. şöyle demiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sık, sık:

- Ey kalbleri çeviren ALLAH, kalbimi dinin üzerine sâbit kıl! diye dua ederdi.

Biz de kendisine:

-Ya Rasûlullah, sana ve getirdiklerine iman ettik, bizim için (hâlâ) korkuyor musun? diye sorduk.

- Evet, çünkü kalbler, ALLAH'ın parmaklarından ikisinin arasındadır; dilediği gibi onları çevirir, buyurdu. (Tırmizî)

Müslim'in lafzı şöyledir:

-İnsan oğullarının kalblerinin hepsi bir tek kalp gibi, Rahman olan ALLAH'dan iki parmağı arasındadır; dilediği gibi onu çevirir

Ebu Hüreyre r.a. den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Her doğan, ancak fıtrat dini üzerine doğar; sonra ana ve babası onu yahudi ve hırıstiyan ve mecûsi yaparlar.

Tıpkı bütün uzuvları tamam olarak hayvan yavrusunu dünyaya getirdiği gibi; siz o yavruda bir eksiklik görür müsünüz?!

Sonra Ebu Hüreyre (r.a.:thumbsup: isterseniz

"Yüzünü ALLAH'ın o fıtratına çevir ki insanları, o fıtrat üzerine yaratmıştır. "(Rum, 30) meâlindeki âyeti okuyunuz dedi. (Buhari, Müslim, Ebu Davud- Tırmizî)

Cennetteki uzun boylu adam, İbrahim a.s.'dır. Etrafındaki çocuklara gelince, onlar fıtrat üzerine ölen her çocuktur. Müslümanlardan biri:

- Ya Rasûlullah, müşriklerin de küçük çocukları buna da dahil mi? diye sordu.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

- Evet müşriklerin de çocukları, buyurdu. (Buhari)

Ebu Hüreyre r.a. den:

"Rasûlullah’a (salla'llâhu aleyhi ve sellem) müşriklerin küçük yaştaki çocukları hakkında (âhiretteki durumları nedir? diye) sordular. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Onların (çocukken ölmeselerdi) ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir buyurdu. (Buhari, Müslim Tırmizî)

Aişe r.a. şöyle demiştir:

"Bir küçük çocuk öldü. Ben de:

- Ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe! dedim.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):- Bilmiyor musun ki, ALLAH cennet ve cehennemi yarattı; birincisi için bir takım insanlar yarattığı gibi, ikincisi için de bir takım insanlar yarattı.

Bir diğer nakilde;

- ALLAH cennet için bir takım insanlar yarattı ve bunlar babalarının omurga kemiğinde iken daha cennetlik yaptı. Cehennem için de bir takım insanlar yarattı ve bunları da babalarının omurga kemiğinde iken (daha) yarattı... (Müslim- Ebu Davud)

Aişe r.a. şöyle demiştir:

-Ya Rasûlullah müminlerin küçük yaşta ölmüş olan çocuklarının (âhiretteki durumu) nedir? diye sordum.

-Onlar babalarındandır buyurdu.

-Hiç bir amel yapmadan nasıl olur? dedim.

-Onların ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir, buyurdu.

-Ya Rasûlullah, ya müşriklerin küçük çocuklarının durumu ne olacak? diye sordum

- Onlar da babalarına bağlıdır, buyurdu.

- Hiçbir amel işlemeden mi? diye sordum.

- ALLAH onların, yaşasalardı, ne amel işleyeceklerini en iyi bilir, buyurdu. (Ebu Davud)

Allahû Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Bir Resul göndermeden hiçbir kavmi helâk eder olmadık!" (İsra sûresi, 15)

Enes r.a.'den:

Adamın biri:

-Ya Rasûlullah, babam nerededir? diye sordu. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Baban cehennemdedir, diye cevap verdi. Soruyu soran adam gidince, Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

- Benim babam ile senin baban ateştedirler, buyurdu (Ebu Davud)

Zeyd b. Sabit r.a. şöyle demiştir:

"Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Neccar oğullarına ait bir bahçede, devesi üzerinde iken, biz de yanında bulunuyorduk. Deve birdenbire ürküp kaçtı.. Nerdeyse Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i üzerinden atacaktı. Birden orada altı, yahut beş veya dört kabir bulunduğu anlaşıldı. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Bu kabir sahiplerini bilen var mı? diye sordu. Bir adam:

-Ben bilirim, dedi.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Bunlar ne zaman öldüler? dedi. Adam:

-Şirk hâlinde iken öldüler, diye cevap verdi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Bu Muhammed ümmeti kabirlerinde sorguya tabiî tutulur (fitne ve azaba duçar olurlar); ölülerinizi gömmekten çekineceğinizden korkmasam, şu kabirlerden işittiğim azabı, ALLAH'ın size de işittirmesini dua ederdim, buyurdu. (Müslim, Nesei)

Sehl r.a.'den:

"Müslümanların büyük zengin ve yardımcılarından bir adam, Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte iştirak ettiği bir savaşta, Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem) kendisine baktı ve:

- Kim cehennemlik bir adam görmek istiyorsa, şu adama baksın!.. dedi.

Bunun üzerine cemaattan biri, zenginin peşine düştü. Bu, o hâli ile müşriklere en şiddetli bir şekilde saldıranlardan biri idi. Nihayet yaralandı. Daha çabuk ölmeyi arzu ettiği için, kılıcının ucunu iki memesi arasına dayadı ve vucüdunun bütün ağırlığı ile kılıca yüklenince kılınç (sırtından) iki omuzu arasından çıktı. (bu suretle intihar etti)

Bunu gören o adam, koşarak Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'in yanına geldi ve:

-Senin gerçekten ALLAH'ın Rasûlu olduğuna şehâdet ederim. (Yani bu adam hakkında verdiğin haber doğru çıktı) dedi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Ne oldu? dedi. Adam:

-Filan kişi için; Kim cehennemlik olan bir adamı görmek isterse, şu adama baksın, buyurdun. Halbuki bu adam Müslümanlara en çok yardım edenlerimizden biri idi. (Sen söyleyince) bu adamın (göründüğü gibi) böyle (yani bu hâli üzerine) ölmeyeceğini anlamıştım. Adam yaralanınca, hemen ölmek istedi ve kendini öldürdü. Bunun üzerine Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Muhakkak ki kul, (ALLAH'ın ilminde) Cennet ehlinden olduğu halde cehennemliklerin yaptığı işleri yapar. Cehennem ehlinden olduğu halde de cennetliklerin amellerini yapar. Amellerde itibar, insanların ömrünün sonlarında yaptığı amelleredir, buyurdu. (Buhari)

Abdullah b. Amr. r.a. şöyle demiştir:

"Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) elinde iki kitap; olduğu halde çıkıp geldi ve:

-Şu iki kitap nedir, bilir misiniz?...diye sordu. Biz:

-Bilmiyoruz, ya Rasûlullah, ancak sen bize anlatırsan öğreniriz?dedik.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sağ elindeki kitap için:

"Bu, âlemlerin Rabbi tarafından (yazılmış) bir kitaptır.

Burada cennetlik olan insanların isimleri ile babalarının ve kabilelerin isimleri vardır", dedi. Sonra sonuncusuna kadar bunların vasıflarını anlattı. "Bundan sonra, artık ebediyyen bunların arasına ne bir ilave yapılır, ne de biri hariç bırakılır." buyurdu.

Bunun üzerine orada bulunan sahabiler:

-Eğer bu, olmuş bitmiş bir mesele ise, amelin ne önemi var? diye sordular. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

"Zira, cennet ehli, sonunu cennetliklerin amelini işleyerek getirir. Cehennemlik olan kişi de, sonunda cehennemlilerin amelini işlemekle hayatını sona erdirir" dedi. Sonra elleri ile bir şey atar gibi bir hareket yaptı ve:

"ALLAH, kullarının işini karara bağlamıştır: Bir kısmı cennette, bir kısmı da cehennemdedir!." buyurdu.

Enes r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

- ALLAH çalıştırır? dedi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)

- Ölümünden önce, O'nu sâlih amel işlemeye muvaffak kılar, buyurdu. (Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.'dan:

"Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-İnsanın sabah mü'min, akşam kafir; sabah kafir, akşam mü'min olduğu için küçük bir dünya menfaati karşısında dinini sattığı ve karanlık gecenin dalgaları gibi fitnelerin vuku bulduğu zamanda sâlih amellere koşunuz! (Müslim, Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Yedi şeyden önce sâlih amele sarılın. Zira şu aşağıdaki şeylerden birini ancak beklemektesiniz:

Ya âniden gelen fakirlik, ya sizi taşkınlığa sevkeden zenginlik, ya vücud sağlığınızı bozan hastalık, ya sizi şaşkın şekilde konuşturan ihtiyarlık, ya aniden gelen ölüm, ya Deccal, ya Kıyâmet-ki bu her şeyden şiddetli ve zordur. (Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.'den:

"Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Altı şeyden, yani güneşin batıdan doğmaya başlamasından veya Duhan'dan veya Deccal'dan veya Dabbetu'l-arz'dan veya (ölümünüzde) yahud sizi başkası ile meşgul olmaktan alıkoyan bir fitneden veya Kıyâmetin vuukundan önce sâlih amel işlemeye koşun. (Müslim- İmam Ahmed)

ALLAHû Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Benden korkun, eğer ALLAH'a iman edenlerden iseniz." (Al-i İmran-175)

Ebu Hüreyre r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Benim bildiğimi bilseniz, az güler çok ağlardınız." (Buhari, Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

-Cehennem, nefsin arzuları, Cennet de nefse hoş gelmeyen şeylerle perdelenmiştir." (Buhari- Müslim, Tırmizî)

Abdullah r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Cennet, sizden birinizin nalınlarının tasmasından kendisine daha yakındır, Cehennem de aynı böyledir." (Buhari, İmam Ahmed)

Ebu Hüreyre r.a. 'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Âhir zamanda öyle bir takım adamlar çıkacaktır ki, bunlar âhiret işleri karşılığında dünyayı isteyecekler.

Yumuşak görünmek için koyun postuna bürünecekler, dilleri şekerden tatlı olacak, fakat kalbleri, kurt kalbleri (gibi kaskatı) olacaktır.

ALLAHû Teâlâ (bunlar hakkında) der ki:"Bunlar, beni gâfil mi sanıyorlar, beni istihfaf mı ediyorlar? Büyüklüğüme yemin ederim ki, onlara aralarından öyle bir fitne göndereceğim ki, onların hâlini şaşkına çevirecektir." (Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

-Ölen bir kimse yoktur ki, pişman olmasın. Eğer iyi işler yapmışsa, fazla yapmadığına, günahkâr ise, tevbe etmediğine pişman olur." (Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

-Kim (düşmanından) korkarsa, geceleyin yolculuğunu yapar ve yerine ulaşıp, rahat ve emniyete kavuşur. Dikkat edin! ALLAH'ın malı cennettir. (Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

*ALLAH korkusu ile ağlayan kişi; süt, çıktığı meme deliğine girinceye kadar (ki bu hiçbir zaman mümkün olmaz) cehenneme girmeyecektir. Ve ALLAH yolunda kaldırılmış toz ile cehennem dumanı asla birleşmeyecektir. (Yani ALLAH yolunda cihad eden cehenneme girmeyecektir.) (Tırmizî)

Hâni' şöyle demiştir:

"Osman r.a. bir kabir yanında durduğu vakit, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Bunun üzerine kendisine:

-Cennet ve cehennemi hatırlarsın ağlamazsın da, şu kâbir önünde ağlarsın!

denildi. Osman r.a. buna şöyle cevap verdi:

-Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki;

"Kâbir; âhiret konaklarının ilkidir. İnsan bundan kurtulursa, sonraki daha kolay olur. Bundan kurtulamazsa, sonrakinden kurtulmak daha güç olur. Kabirden daha korkunç bir manzara daha görmedim! (Tırmizî)

Ebu Zerr r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

-Ben, sizin görmediğinizi görüyor, işitmediğinizi işitiyorum. Gök gıcırdadı ve gıcırdamasında haklıdır. Çünkü dört parmaklık bir boş yeri yoktur ki, orada alnı ile ALLAH'a karşı secdeye kapanmış bir melek bulunmasın.

VALLAHİ, benim bildiğimi bilseniz az güler, çok ağlardınız. Kadınlarınızla yataklarınızda zevklenmeyi bırakıp ALLAH'dan imdad dilemek üzere dışarıya fırlardınız.(Bunlar manzaralar karşısında) kesilip, (bir varmış bir yokmuş) hâline gelecek bir ağaç olmak isterdim! (Tırmizî)

Allahû Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Kim ALLAH'a tevekkül ederse; ALLAH, O'na kâfidir." (Talak - 3)

İbni Abbas r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

-Ümmetimden yetmişbin kişi soru-sualsiz cennete girecektir. Bunlar hastalarını okutmayan, uğursuzluğa inanmayan ve ALLAH'a tevekkül eden kimselerdir.... (Buhari, Müslim, Tırmizî)

Ömer r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

-Eğer ALLAH'a gerektiği gibi tevekkül etseydiniz, sabah aç olarak çıkıp, akşam tok olarak yuvasına dönen kuşlar gibi (kolaylıkla) rızkınıza kavuşurdunuz! (Tırmizî, İmam Ahmed, Hâkim)

Enes r.a.'den:

Adamın biri Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'e:

-Ya Rasûlullah (devemi) bağlayıpta mı tevekkül edeyim, yoksa serbest bırakıpta mı tevekkül edeyim?... dedi.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Bağla da (öyle) tevekkül et buyurdu. (Tırmizî)

Abdullah r.a.'den:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

-Fakr-ü zarûrete uğrayıp da, bunu gidermek için insanlara müracaat eden kimsenin hiç bir zamanda ihtiyacı giderilmeyecektir. Fakr-ü zarurete uğrayıp ta, ALLAH'a müracaat eden kimseyi ALLAH, er veya geç bir rızk ile ihtiyacını def eder, veya çabuk bir ölümle, bu kimseyi fakirlikten kurtarır. (Tırmizî)

Enes r.a. şöyle demiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri, bir kazanç için uğraşmaz, Rasûlullah’ın meclisine devam eder. Öteki ise kazançla meşgul olurdu. Bu ikincisi, (çalışıp kazanmıyor diye) kardeşini Hz.Rasûlulah’a (s.a.v.) şikayet etti. Rasûlullah (s.a.v.;)

- Belki de sen, O'nun yüzü suyu hürmetine kazanıyorsun, buyurdu. (Tırmizî)

Muaviye, Aişe r.a.'ya yazdı:

"Bana, içinde kısaca tavsiyelerde bulunacağın bir yazı gönder!"...

Hz. Aişe'de kendisine şöyle yazdı:

"Selâm sana! İmdi Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i şöyle derken işittim.

-Kim, insanların öfkesine rağmen, ALLAH'ın rızasını ararsa, (yani ALLAH'ın razı olacağı tarzda iş yaparsa) ALLAH onu insanların şerrinden korur. Kim, ALLAH hoşnut olmasa dahi, insanların razı olacağı işler yaparsa, ALLAH onu insanlara terk ediverir. (Ve bu suretle, o kişi her sahada helâka uğrar.) (Tırmizî)

-Sana fayda verene haris ol (çalış), ALLAH'tan yardım iste, aciz olma. Eğer sana bir şey isabet ederse şöyle yapsaydım, şöyle olurdu deme, lâkin: ALLAH'ın kaderidir, ALLAH; dilediğini yapar"de. (Mecmu'atu'r- Resaili'l- Kubra)

-ALLAH sizi ve yaptıklarınızı yarattı. (Saffat - 96)

-Hiçbir nefis yoktur ki ALLAH onu cennet veya Cehennemde yerini yazmamış şaki ve said olduğu (Ravi dedi)... Bir adam kalktı:

-Yâ Rasûlullah o halde yazgımıza itimat edip ameli terk etmeli miyiz?

Buyurdu ki:

-Saadet ehlinden olan, saâdet ehlinin ameline gidecek, şekâvet ehlinden olan da şekâvet ehlinin ameline gidecek". (Buhari, Müslim, Ebu Davud, İbni Hanbel)

-Siz çalışınız ediniz, herkes yaratılmış olduğu fiiller için kolaylaştırılmıştır." (Buhari)

-O, öyle ALLAH'tır ki; rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendirir." (Al-i İmran/6)

-ALLAH, yaratıkları bir karanlık içinde yarattı. Ve kendi nurundan onlara saçtı. Kime o nurdan isabet etti ise hidâyete erdi, kime de isabet etmediyse o saptı." (Hakaik)

"ALLAH va'dinden hulf etmez" (Al'i İmran /9)

Allah ezelî ilminde va'dettiği saâdet ve şekâveti ne bir zâhidin zühtü, ne de bir fâsıkın fıskı yüzünden değiştirmez. (Hakaik)

"Yusuf, bugün azarlanacak değilsiniz, ALLAH sizi affeder, O merhametlilerin merhametlisidir, dedi." (Yusuf-92)

Bu âyeti Ebu Osman şöyle izah ediyor:

"Günah işleyen, günahından dolayı tekdir edilmez.

"Yusuf kardeşlerine: "Ben sizi nasıl tekdir ederim ki benim zindana girmemi ALLAH ezelde dilemişti. Nitekim ben de kusur edip (zindandan kurtulan arkadaşıma) beni efendinin yanında hatırlat demiştim. Şimdi ben nasıl benim yaptığım günahı unuturum da sizi tekdir ederim?" diyerek bunların takdire bağlı olduğunu ifade ediyor. (Hakaik)

Şah İbni Şuc'a da şöyle diyor:

"İnsanlara Hak gözüyle bakan onlara muhalefetten kurtulur. İnsanlara kendi gözüyle bakan, günlerini insanlarla çekişmekle geçirir. Görmez misin Yusuf ezeli kazaya vakıf olunca nasıl kardeşlerinin özürünü kabul edip: "Bugün azarlanacak değilsiniz" dedi. (Hakaik)

"Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. (Yunus-99)

"Her nefis, ancak ALLAH'ın izniyle inanabilir." (Yunus-50)

"ALLAH dilediğini yok eder, dilediğini bırakır. Kitabın aslı O'nun yanındadır." (Ra'd-39)

"Benim yanımda söz değiştirilmez." (Kaf sûresi: 29)

"ALLAH kime hidâyet ederse işte hidâyete eren odur." (A'raf-178)

"ALLAH dilediğini yapar." (İbrahim-27)

"ALLAH bir kimseye hidâyet ettikten sonra artık onu saptırmaz." (Zümer-37)

Kasânî şöyle diyor: "Halkın fiilleri Hakk'ın fiillerine nispetle ruhla ceset gibidir. Fiilin mastarı ruh ise de zuhur ettiği yer cesettir. Bunun gibi fiilin yaratıcısı Hak'tır ama, halk ile zâhir olur. (Te'vilat)

Abdullah (İbni Mesûd) radıyallahu anh’tan rivayete göre demiştir ki:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) bana (insanın oluşumundan) haber verdi ki; o doğru söyler ve kendisine de doğru bildirilir, buyurdu ki;

- Sizin birinizin ana - baba maddeleri kırk gün ana karnında toplanır, Sonra o maddeler o kadar zaman içinde (ikinci kırk) katı bir kan pıhtısı hâlini alır, sonra yine o kadar zaman (üçüncü kırk) içinde mudge- bir çiğnem ete tahavvül eder. (120. gün sonunda) ALLAH bir melek gönderir ve tekâmül eden mudgeye (şu) dört kelime yazması emrolunur. Onun işi, rızkı, eceli, said veya şakî olduğunu yaz, denilir.(İbni Mesud demiştir ki; Abdullah hayatı yed'i kudretinde olan ALLAH'a yemin ederim ki, Melek bunları yazdıktan sonra) ona ruh üflenir. (Cenin canlanır)

İmdi sizden bir kişi (bu fıtratı icabı) iyi iş işler de hatta kendisiyle Cennet arasında yanlız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (melegin ana karnında yazdığı) yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, Cehennemliklerin işini işlemeğe başlar (da cehenneme girer).

Sizden bir kişi de (fena) iş işler. Hatta kendisiyle cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (Meleğin yazdığı) kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehli cennetin işini işler, (cennete girer.) (BUHARİ-Tecrid 1324)

İmran bin Husayn radıyallahu anh’ten rivayete göre, şöyle demiştir:

Bir kere Resûlü Ekrem'e bir kimse (İmran’ın kendisi) şöyle sordu:

-Ya Rasûlullah, Ehli Cennet, cehennemliklerden (ALLAH'ın kaza ve kaderiyle) bilinir, (ayırt edilir) mi?

Rasûlullah:

- Evet, ayırdedilir!..

-Öyle ise (cennetlik, cehennemlik ezelde belli olduğuna göre) hayır işleyenler ibadet edenler niçin işlemeli?

Rasûlullah buyurdu ki;

-Herkes niçin yaratıldıysa onu işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser kılındıysa onu yapar... Buyurdu. (BUHARİ-Tecrid 2062.)

Ebu Hüreyre radıyalllahu anh’ten rivayete göre Nebi (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Ademoğluna nezri (adağı) tahmin etmediği bir şeyi getirmez. Lâkin ALLAH'ın takdiridir ki; Ademoğlunu sürükler. Ben bir şeyin (verilmesini) oranlarım. Bu takdirimle o şeyi (o malı) cimriden çıkarmak isterim. (BUHARİ-Tecrid 2066)

"Biliniz ki muhakkak ALLAH kişi ile kalbinin arasına hail olur ve her halde siz onun divanında haşrolacaksınız" (Enfal sûresi: 24)

Görüldüğü üzere, evren daha varolduğu anda, sonsuza dek olacak her şey bellidir!..

Kimse ve hiç bir şey kendi yazgısını değiştiremez!..

Herkes kendi kaderini yaşamak zorundadır!.. Ki konumuz olan "ALLAH'ın AHAD" oluşu dahi ister istemez bu olguyu ortaya açık seçik koymaktadır.

«ALLAH» ismiyle işaret edilenin TEK oluşu ve "O"nun dışında hiç bir şeyin varolmayışının anlaşılamaması, «KADER» konusunda sayısız tartışmalara yolaçmıştır...

Oysa, «KADER» konusundaki bu gerçeği, Hazreti MUHAMMED Aleyhisselâm tebliğ ettiği âyetler ve kendi beyânlarıyla açık seçik, pek çok defa, kesinkes vurgulamıştır...

İnsanın başına gelen her şeyin istisnasız «KADER» hükmünden ileri geldiğini vurgulayan pek çok İslam âleminden biri de İmam Gazalî'dir ki; "İhyau Ulûm'id Din" isimli kitabının 2. kitab 2. bâbında, "hakikat ve şeriât" başlığı altında şöyle der:

«Çünkü biz, bütün fenalıklar, isyan, zina ve hatta küfür ALLAHû Teâlâ'nın kazası, iradesi ve dilemesiyledir; ve bütün bunlar haddı zâtında hakdır, deriz.»

Evet, evren adını verdiğimiz, gerçekte Tek tümel yapı, kendi programı içinde her an yeni olmak üzere sayısız özelliklerini ortaya koymaktadır. İşte, evrenin bu ışınsal ana yapısı; bizim kendimizi madde zan edişimize ve madde dünyamıza nispetle, «HAYÂL» olarak nitelendirilmiştir...

Nitekim, madde âleminin, gerçekte, bir «sanış» olduğunu ve gerçek yapının, «ışınsal yapıdan başka bir şey olmadığını» açıklayan Hazreti Muhammed (salla'llâhu aleyhi ve sellem) madde yapının ve yaşantının bir «RÜYA» hükmünde olduğunu vurgulayarak şöyle demiştir:

«İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar!..»

Bu işaretin birinci mânâsı şudur:

Madde bedenle yaşayan ve bes duyu sınırlari içinde hapis olan insan, maddeötesi ışınsal yaşam boyutuna geçince, uykudan uyanmış şekline girer ve tüm dünyada yaşadıkları «rüya» hükmünde olur... Buna karşılık içine girdiği ışınsal yaşam boyutu ise onun hakiki dünyası olur... Ki bu da kıyâmete kadar sürer. Kıyâmetten sonra üçüncü defa yeni bir bedenle bâ's olur ki bu da mahşer yaşami boyunca kullanacağı bedenidir.

Bu işaretin ikinci anlamı da şudur:

«Ölmeden önce öl» hadîsi şerîfinde işaret üzere; fizik ölümle ölmeden yani bedeni ve beyni terketmeden evvel, kendinizi, beden kabul etmeyi terketmek ve «düşünsel bir varlık» kabul etmek suretiyle maddeötesi yaşama hazırlanınız!.. Çünkü beden, beyin elden çıktıktan sonra, «RUH»un, dünyada iken elde edebileceği şeyleri orada temin etmesi mümkün olmaz!!.

Bu işaretin bir üçüncü mânâsı dahi şudur:

«Nefsim» dediğin şeyin yani «Ben»liğinin gerçekte varolmadığını idrak suretiyle «öl» ki, varlığını teşkil eden Mutlak «ben» ile diriliğe kavuşasın!.. Zirâ, «BEN'lik ancak ALLAH'a mahsustur!..»...

«BEN» diyebilecek TEK varlık «ALLAH»tır ki; O'nun gayrı ikinci bir «benlik» de asaleten mevcut değildir!.. Şayet böyle bir şey olsa idi, o da bir TANRI olurdu!.. Oysa hemen kelime-i tevhidî hatırlayalım. «TANRI YOKTUR, SADECE ALLAH VARDIR»...

İşte «ALLAH», kendisinden başka hiç bir şey olmayan «ALLAH», «İLMİNDE», bütün varlık sûretlerini, eğer tâbiri câiz ise, düşündü. Veya anlaşılması daha kolay olsun diye şöyle söyleyelim, «hayâl etti!»..

Tekrar ediyorum; esasen, “ALLAH” için «düşündü» veya «hayâl etti» gibi tâbirler kullanmak mahzurludur; çünkü gerçeği yansıtmaz; ve «ALLAH»ın ulûhiyetine eksiklik getirir. Ancak biz burada, bir hususu anlatabilmek, okuyanları bir hedefe yaklaştırabilmek amacıyla, ifade zorluğundan dolayı bu tâbirleri kullanmak zorunda kalıyoruz.

Evren ve içinde bulunan bütün varlıklar, işin özüne ermiş en yüksek dereceli evliyâullahın, «bütün âlemlerin aslı hayâldir» diyerek ittifak ettikleri bir biçimde meydana gelmiştir!..

«ALLAH» ve yaşamın boyutları-varlıkları konularını en büyük vukuf ile «İnsanı Kâmil» isimli eserinde anlatan öze ermişlerden Abdülkerim Ceylî, «âlemlerin hepsinin aslının hayâl» olduğunu oldukça geniş bir şekilde izah eder.

Peki, bu «hayâl» nedir?.

«Hayâl» kelimesinin anlamı nedir?...

Bu «hayâl» nasıl meydana gelmiştir?..

Ve biz, nasıl oluyor da bu «hayâl»i gerçekmiş gibi algılıyoruz?..

Bu sorulardan bir kısmının cevabını az önce vermiştik.

Şimdi de cevabını vermediklerimizin izahlarını sunalım...

«HAYY» olan «CAN»ın ta kendisi, dirilik, hayatiyet gibi özellikleri olan bu varlık; «ALİM» isminin işaret ettiği «İLMİ» ile,- yani, daha iyi anlatabilmek için misâl yollu söyleyeyim- basit mânâda, «şuuruyla»; sahip olduğu sayısız özelliklerin farkında...

«ALLAH», kendisinde mevcut olan sayısız sınırsız sonsuz özellikleri biliyor...

«ALÎM», bu bildiği sayısız- sonsuz- sınırsız özellikleri; «MÜRÎD» olduğu için, yani, «irade» olduğu, dileme ve dilediğini meydana getirme gücü olduğu için; bunun sonucunda da kendisindeki bu mânâları seyretmeyi diliyor.

Ve «KADİR» isminin işaret ettiği biçimde, «kudretiyle» bu kendisindeki manâları seyretmeye başlıyor... «Kudret», «kendindeki mânâları seyretme gücüdür»!.

İlim mertebesinde, kendindeki bütün mânâlara karşı bilgi sahibi!..

«MÜRÎD» isminin işaret ettiği «iradesini» kullanarak, kendindeki sayısız mânâları «KADİR» isminin işaret ettiği bir şekilde, «kudretiyle» seyir hâline sokuyor. Ve seyir hâline girdiği anda, «KELİM» isminin mânâsı olarak, sayısız nesneleri yani kelimeleri, şeyleri, seyretmeye başlıyor!..

«ALLAH»ın kelimeleri yedi deniz mürekkep olsa, bir o kadarı daha olsa yazmakla bitmez!.. Biter mi?.. Sonsuz olan!.. Yedi deniz, yedi galaksi, yetmişyedi evren ne eder Sonsuzun yanında!?..

Rakkama vurulan her şey, ne kadar rakkamla ifade edilirse edilsin, sonsuzun yanında çok bir değer ifade etmez..

İşte bu seyrettiği «kelimelerin» yani manâların her birinin durumuna, bizâtihi kendisi olarak «VÂKIF» yani «SEM'λdir. Zaten, kendisi, kendindeki manâları seyrediyor; onlara vâkıf olmaması mümkün mü?..

Ve «BASÎR». İdrak edici,, değerlendirici!.. Nasıl olmasın ki!.. Gene kendisi yapıyor!..

Peki, bütün bunlar nerede olup bitiyor?..

Bütün bunlar, “ALLAH”ın «ilminde» olup bitiyor!..

Eğer tâbiri câiz ise, çok yetersiz, noksan bir ifade ama, başka türlü de izah imkânı yok olduğu için, söylüyoruz:

“ALLAH”ın hayâlinde yani ilminde olup bitiyor tüm sonsuz olup bitenler!..

Şayet buraya kadar anlattıklarımız anlaşıldı ise, şimdi de ikinci bir önemli hususa gelelim

İş yukarıda anlattığımız gibi olduğuna göre, «BEN» neyim?.. «Dünya» ne?.. «Âhiret» ne?..

«Cennet ve Cehennem» ne?..

Hesap ne, kitap ne, kâbir azabı ne?..

Teklif eden kim, mükellef ne, teklif ne?..

Evet biraz da bu soruların cevaplarını araştıralım...

Ama konuya girmeden önce de, çok değerli hakikat ehli zâtlardan olan Muhyiddin A'rabî'nin, şu meşhur mısralarına bir göz atalım:.

Hazret, varlığın "TEK"liğini müşahede coşkusu içinde şöyle diyor:

«Kul Hak'tır!.. Rab Hak'tır!..

Ah, bileydim kimdir mükellef...?

Kuldur dersen, o ölüdür!..

Rab'dır dersen, Rab nasıl olur mükellef!?»

Gene aynı konuda, Muhyiddîn A'râbî'den çok daha önce yaşamış olan çok değerli İslâm âlimi ve ârifi ünlü mutasavvıf İMAM GAZALİ dahi bakın neler söylüyor varlığın "TEK"liği hakkında "Mişkâtül Envâr" adlı eserinde:

"- ... İşte ârifler buradan mecâz çukurundan hakikatın zirvesine yükselir, mî'râclarını tamamlar, açık bir müşahede ile görürler ki, varlıkta ALLAH'tan BAŞKA BİR ŞEY YOK!.........

İşte bu kaynak AHAD olan ALLAH'tır, O'nun ortağı yoktur!.. Bütün diğer nurlar O'ndan istiâre'dir!.. Hakikî olan yalnız O'nun nurudur... Hepsi O'nun nurundandır. Belki HEPSİ O'DUR!..

Doğrusu, var olan O'dur... Gayrın varlığı, ancak mecâz yoluyladır.....

O'ndan başka O yok, sözü seçkinlerin tevhididir... ve sahibini TEK birliğe götürür, sırf BİR'liğe götürür!..

Mahlûkatın mi'râcının son noktası FERDANİYET memleketidir. Çünkü, bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zirâ, yüksek, ancak çoklukta düşünülebilir....

Kesret kalkınca BİR'lik gerçekleşir; izâfet(görelik) bâtıl olur; işaret kalkar... Artık, yüksek, alçak, inen- çıkan kalmaz; terakkî muhâl olur, urûc muhâl olur. A'lânın ötesinde ulüvv (yükseklik) yoktur.

Vahdet ile beraber kesret yoktur!..

Kesretin kalkmasıyla urûc da kalkar!.

Bunu bilen bilir, bilmeyen inkâr eder...

Bu ilim, ancak ALLAH'I BİLENLERE verilmiş olan hususî mahiyetteki gizli bir ilimdir...

Onlar, bunu açıkladıkları zaman,

ALLAH'a karşı mağrur olanlardan başkası inkâra kalkmaz. " (1)

**(1) "MİŞKATÜ'L ENVAR" isimli eser İMAM GAZÂLI'nin yazmış olduğu hakikatı anlatan çok kıymetli bir eserdir... Bu eseri avama değil derin tefekkür sahibi seçkinlere yazdığını ve bu hakikatları ancak ender kişilerin idrâk edebileceğini belirten İMAMI GAZÂLI'nin "MİŞKATÜ'L ENVAR"ı dilimize Sayın Süleyman ATEŞ tarafından kazandırılmış olup, BEDİR Yayınları arasında Mehmed Şevket Eygi tarafından basılmıştır.

Şu ana kadar anlattığımız gerçek istikâmetinde düşünürsek, var olan sadece «ALLAH»tır!..

Öyle ise, O'nun dışında ikinci bir varlık da yoktur...

Peki bu durumda, teklif nedir, mükellef kimdir?...

Bu anlatılan öyle bir hakikat ki; bu hakikat güneşinin ısısı, buzdan meydana gelmiş varlıklar âleminde tek bir su damlası dahi bırakmıyor!..

Bu TEK'lik gerçeğine karşılık, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm'ın, insanın geleceğine dönük olarak bildirdiği tüm hususları da asla gözardı edemeyiz... Zira, TEK'lik ne kadar kesin bir gerçek ise; insanın gelecekte karşılaşacağı sonuçlar da o kadar kesin olarak, kendinden çıkan davranışların getirdiği sonuçlar olacaktır.

Evet, ALLAH' ismiyle işaret edilen indinde biz, «İLMİNDE» varolmuş, «ilmî sûretleriz»!..

Bize GÖRE biz, kesin, açık, sade, basit bir evrenin içinde yaşayan varlıklarız...

Ama gene de gerçekte biz, O'nun ilminde, bir «İlim» den ibaretiz!..

Ancak içinde yaşadığımız âlem, bize göre kesin, mutlak, açık, çok yönlü bir yaşantıdır.

İşte bu yüzden şu çok hassas değerleri gözden kaçırmayalım.

* * *

İçinde yaşamakta olduğumuz bu sistemin gereği şudur ;

Bizi yukarıdan yöneten bir TANRI yoktur!... Bir İlâh yoktur!..

Herhangi bir yıldız veya gezegen veya galaksi veya takımyıldız yani «BURÇ» asla TANRI değildir ve olması da mümkün değildir!.. Böyle bir şeyi düşünmek korkunç yanılgıdır!.

Biz, içinde yaşadığımız boyutta, bizden ortaya çıkan ALLAH'ın isimlerinin mânâları gereğini yerine getirmek suretiyle gerçek "kulluğumuzu" ifa etmek için varız!..

Yaşadığımız boyutun gereği ve sistemi ise şudur:

Güneş sistemi içinde yer alan Dünya; Dünya üzerinde yaşamakta olan insanlar...

Bu insanlar, «ALLAH»ın kendi vasıflarıyla, dilediği gibi bezediği ve yarattığı varlıklardır!..

«ALLAH» dilediği özelliklerini, insan beyinlerinde açığa çıkacak biçimde, insanın yapısında düzenlemiştir.

Kendini et - kemik sanarak ve bu yolda şartlanarak yaşayan insan, tüm yaşantısını bu şekilde sürdürdüğü takdirde, bu yaşam tarzının sonucu olarak sayısız azap ve ıstıraplara düşecektir.

Kendisindeki üst düzey özellikleri haber verene inanıp, kendisindeki üstün özellikleri ortaya çıkartmak için çalışmalar yapan ve bunları ortaya çıkartan insan da, ilâhi vasıflara ve özelliklere kavuşmuş bir ferd olarak, sınırsız güzellikleri yaşama ortamına ulaşacaktır.

Ya kendini çürüyüp gidecek et- kemik ZAN etmenin ve buna dönük yaşamanın sonucunda seni bekleyen süresiz azap ortamı; ya da, özündeki ilâhi özellikleri vasıfları ortaya çıkartarak bunun güzel sonuçlarını yaşayacağın ebedî huzur ve zevk ortamı...

Bu sebeple Hazreti MUHAMMED Aleyhisselâm, sanki, karşımızda şunları söylüyor:

"Sen, «ALLAH»ın yeryüzündeki hâlifesi olarak yaratıldın...

«ALLAH»ın bütün isimlerinin mânâları ile bezendin...

Şimdi kendini bu madde dünyasında bulman hasebiyle, sonunda çürüyüp yok olacak bir beden olarak düşünme; ve böyle düşünmek suretiyle «nefsine zulmetme»!... Kendindeki güçleri «israf» etme...

Dünyanın ve dünyevî değerlerin şartlanması içinde, dünyâda bırakıp gideceğin şeyler için, kendindeki o sınırsız üstünlükleri mahvetme!...

Bak âyetlerde nasıl uyarılıyorsun:

«Biliniz ki, dünya hayatı bir oyuncak, bir eğlence, bir bezenme ve aranızda öğünmedir!... Dünya hayatı ancak aldatıcı ve mağrur edici şeylerdir.» (57-20)

«Yeterli şekilde kıyâmet gününe hazırlanmamış olan, o günün korkunç azapları karşısında karısını, kardeşini, akrabalarını ve yeryüzünde olan şeylerin hepsini fidye olarak vermek ister, ki böylece kendini kurtarabilsin!...» (70-11/15)

İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!.. Dolayısıyla, dünya hayatı, geçtiğiniz âlemde, sizin için bir rüya gibi olacaktır... Öyle ise ölmeden önce öl ki, uykudan, dünyada iken uyan!.. Gerçekleri gör ve o gerçeklere göre yaşamını düzenle...

Dünyada bırakıp gideceğin, öbür âlemde senin için hiç bir değer ifade etmeyecek şeylere enerjini boş yere harcayıp, sonradan telâfi edemeyeceğin israfın yüzünden pişmanlıklara düşme!.. Kendini bu beden kabul edip, sadece bedene dönük bir biçimde yaşamak hüsrandan başka bir şey getirmeyecektir...Oraya gidip gerçekleri gördükten sonra, keşke dünyaya geri dönüp, yapmadıklarımızı yapma imkânımız olsa dersiniz, ama bu asla mümkün olmaz!..

Nitekim bak Kur'ân-ı Kerîm bunu nasıl anlatıyor:

«O gün cehennem mahşer yerine gelir; o gün insan bütün yaptıklarını hatırlar; ancak bu hatırlayış hiç bir fayda sağlamaz...

-Keşke bu hayatım için bana fayda sağlayacak şeyler yapsaydım!.. der...» (89-23/24)

«Biz sizi yakın olan sıkıntı ve azablara karşı uyardık!.. O gün kişi yaptıklarının neticeleri ile karşılaşacaktır... Bu gerçekleri inkâr edenler ise şöyle diyeceklerdir:

- Keşke toprak olsaydım!..» (78/40)

«ALLAH»ın vasıfları ile vasıflanmış, O'ndaki mânâlarla bezenmiş olarak; var sandığın izâfî- göresel «benliğini», yani var kabul ettiğin «vehmi benliğini» terk et, şuurundan kaldır ki; gerçek «BEN»liğine eresin!..

Şayet, var kabul ettiğin, var ZAN ettiğin, şartlanmalar dolayısıyla "var" diye düşündüğün benliğini, belli bir ilim ile kaldırabilirsen, «Benlik» perdesinden kendini kurtarabilirsen, bunun ardındaki gerçek «BEN»liğe erebilirsin!..»

Bu meâldeki uyarıları yapan Hazreti Muhammed (salla'llâhu aleyhi ve sellem) paralelinde, evliyaullah da şöyle demiştir:

«Kaldır «ben»liğini aradan, ortaya çıksın Yaradan!..»

Aslında bu ifade, «Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur» hadîsinin açıklamasından başka bir şey değildir...

Şimdi içinde bulunduğumuz sistemi ve insanın bu sistem ile bağlantısını hatırlayalım...

Bu madde dünyasında görüp bildiğimiz her şey, dünyanın yer çekimine, manyetik çekim alanına bağımlıdır...

İnsan da bu madde dünyasında varolmuş bir birim olarak dünyanın manyetik çekim alanına bağımlıdır...

«Biz her şeyi sudan (yani H20'dan) halkettik»... dendiğine; ve dünya üzerinde bulunan her canlı sudan varolduğuna göre, insan da sudan meydana gelmiş bir varlıktır!...

İnsan, bu dünyada varolduğuna ve dünyanın çekim alanına tâbi olduğuna göre; insan beyninin ürettiği «halogramik dalga beden» yani bilinen ismiyle «RUH» da bu dünyanın manyetik çekim alanına bağımlıdır!..

Öte yandan yine insan beyninde öyle bir özellik mevcuttur ki, şayet bu özellik faaliyete geçerse, o kişi neticede dünyanın ve güneşin çekim alanından uzaklaşarak, uzaydaki sayısız yıldızların boyutsal derinliklerinde oranın şartlarına uygun bir bedenle «cennet» yaşamına ulaşabilir.

Kişinin, şayet beynindeki antiçekim dalgası üreten devre açılmış ise, «NUR»lu bir dalga bedene, yani «ruha» sahip olacak; ve böylece de «nuru» yani «enerjisi» nispetinde hızlı bir şekilde kurtuluşa erecektir.

Eğer bu kişinin beyni, antiçekim dalgalarını üretip ruhuna yükleyemez ise, «nur»u yetersiz olduğu için, önce dünyanın daha sonra da cehennemin güçlü çekim alanından kendini kurtaramayacak ve ebedî olarak Güneşin içinde kalacaktır!..

Zaten daha sonraki safhada güneş, Mars dahil yörüngesindeki beş gezegeni yutacak ve bundan sonra da büzülerek bir nötron yıldızı haline gelecektir...

Bu sebeple de içinde kalan nesnenin dışarıya kaçması imkânsız olacaktır... Bu olayı çok daha tafsilâtlı olarak «İNSAN ve SIRLARI» isimli kitabımızda okuyabilirsiniz...

«Cehennem» vasfıyla târif edilen Güneş'te yaşayan canlı varlıklara, yani dindeki tâbiriyle «zebânî»lere gelince... Ellerine düşenleri perişan edici, aşağılayıcı, azaplandırıcı, dolayısıyla «zebûn edici» vasfıyla isimlenen «zebânîlere» gelince...

Nasıl, dünya üzerinde insanlar veya dunyada ve uzayda yaşayan cinler var ise; onlar gibi her gezegende ve yıldızda da yaşayan varlıklar vardır!... Dolayısıyla Güneş'in de kendine has ışın yapılı sakinleri mevcuttur. İşte bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de «zebânî» diye târif edilmişlerdir... Bu isimle adlandırılmışlardır!.

Bizler nasıl dünya üzerinde yaşayan varlıklar olarak, elimize düşen güçsüz varlıklara istediğimizi yapıyorsak; aynı şekilde güneşin içinde gidecek insanlara da, güneşin canlıları olan «zebânî»ler, oranın şartları içinde dilediklerini yapacaklardır... Ki bu davranışlar insanlara eziyet olacaktır.

«RUH», yani halogramik mikrodalga beden, Güneşin içine gittiği zaman, oradaki yüksek radyasyonun etkisiyle deforme olur, eğrilir, büzülür, yanar(!), fakat yok olmaz!.. Bunun misâli, rüyada, bedeninin ezilip-büzülmesi, kırılması, yaralanması, parçalanması ertesinde yeniden yaşamına aynen devam etmesidir...

İşte «cehennem» denen Güneşin (1) içindeki yaşantıda da, dalga beden tahrip olur, ezilir, uzar, genişler, yassılaşır, yıpranır, yanar ve akabinde eski hâline döner... ve bu durum tekrar tekrar sürer gider...

**(1) Bu konudaki hadisler ve bilgiler "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızda tetkik edilebilir. A. Hulûsi

«Cehennemin ateşiyle onların bedenleri, derileri defalarca yanar, kavrulur, sonra yeniden meydana gelir...» (4-56)

Meâlindeki âyeti kerîme işte bu anlattığımız olayı teyid eder.

Esasen burada çok iyi anlaşılması gereken bir husus vardır...

GÜNEŞİN "CEHENNEM" OLUŞU, ATOMALTI BOYUTU İTİBARİYLEDİR!.

Nasıl bizim bir biyolojik, maddi, atomüstü boyuta ait bir bedenimiz var ve buna karşılık bu bedenin dalga atomaltı boyuta ait "İKİZİ" mavcut ise; aynı şekilde Güneşin de bir atomaltı boyuta ait ışınsal ikizi mevcuttur ki, işte esas "CEHENNEM" oluşu o boyutu itibariyledir...

Ve bu sebepledir ki biz şu anda bu bedenin duyularıyla cehennemi göremeyiz!... Tıpkı atomaltı boyuta ait ışınsal türler olan insan ruhlarını, cinleri ve melekleri göremeyişimiz gibi!..

Buna karşın, madde beden yaşamından "ruh beden=dalga beden" yaşamına geçmiş kişiler ise hem ortamlarına geçmiş oldukları ruhları görürler, hem o ortamda yer alan cinleri görürler, hem de o boyutun meleklerini görürler..

Ve dahi cehennemi, içindeki canlıları tıpkı yanıbaşlarını seyrediyormuşçasına seyrederler... Çünkü ruh görüşünde mesafe kavramı yoktur!.

İşte dinde bahsedilen, ölümü tatmış kişilerin kâbir alemlerinde cehennemi seyretmeleri olayı bu şekilde gerçekleşir.. Bu konunun tafsilini "İNSAN ve SIRLARI" kitabımızda bulabileceksiniz inşâallah..

Kezâ, samanyolu dediğimiz yıldızlardaki cennetler dahi, bu görünen madde yanları itibariyle değil; algıladığımız madde yapılarının atomaltı boyutunu teşkil eden dalga ikizleri itibariyledir!

Ne var ki, bugün bizim madde beden algılayıcılarımıza göre içinde bulunduğumuz ortam nasıl madde kabulümüzü oluşturuyorsa; aynı tarzda, o boyutta da içinde bulunduğumuz ortam - şu an bize GÖRE dalga boyut olmasına rağmen- bize madde ortam olarak gelecektir.

Buna karşılık «cennet»ler denilen sayısız gezegenlere giden halogramik dalga bedenler (ruhlar) ise kendi türünden olan oradaki sayısız varlıklarla görüşüp konuşmak, ilişki kurmak; orada kendisindeki üstün güçler dolayısıyla dilediği gibi tasarruf edebilmek imkânına kavuşacaklardır!..

Âdeta tâbiri câizse, o gittiği gezegenlerin tanrısı (!) gibi olacaktır!..

Zira, kendisi, ALLAH'ın yeryüzündeki Hâlifesi olarak meydana getirilmiş ve sayısız ilâhî güçlerle donatılmış ve bezenmiştir...

Halbuki o gezegenin kendine has varlıkları, insanda bulunan bu toplu güçlerden yoksundur...

Dolayısıyla, «cennet»e gidenler, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir dilin söylemediği nimetlere kavuşacaktır... Bizim bu konudaki bütün tahayyülümüz yetersiz kalır...

O cennetlere giden kişiler yaş mefhumundan beridirler...

Orada, dede - nine, anne - baba, kardeş - evlat - torun gibi mefhumlar yoktur... Herkes aynı yaştadır...

O gidilen ortamda benzeri güçte veya ilim seviyesinde olanlar bir arada olacaklar; o ilim veya enerjiye daha az ölçülerle ulaşmış olanlar da kendi ortamlarında yaşayacaklardır...

Belki bu dünyada çok sevdiğin, yakınında olan bir kimse öbür dünyada çok uzak düşecektir...

Bir gün evvel neleri yaşarsan yaşa... Bir gece evvel uyku sırasında gördüğün rüyada neleri yaşarsan yaşa; sabah uyandığın zaman, hele üstünden birkaç saat geçtikten sonra, o gördüklerin senin için ne ifade ediyor?..

Dün dünde kalıyor, gece gecede kalıyor!..

Şayet hapiste işkence görüyorsan, gece en güzel rüyayı görsen de, uyandığın ortamda bu ne ifade eder?..

İşte bu madde dünyasına gözlerini kapattığın anda, yeni ortamında gözlerini açacaksın ve bu dünya yaşantısı senin için az evvel yaşadığın bir rüya gibi olacak... Uykudan kalkmışçasına, dünyada yaşadıkların bir değer ifade etmeyecek ve içinde bulunduğun ortamın şartları ile başbaşa kalacaksın!..

Öyle ise bütün mesele senin, sadece bu dünyada bırakıp gideceğin şeyler için değil; yetecek ölçüde, ölümötesi yaşantıda sana lâzım olacak şeyler için çalışma yapmandır... Bu dünya tarlasında, ruhuna ne ekersen, ölümötesindeki yaşantıda da onun mahsulünü toplayacaksın!

Eğer bu dünyada yaşarken, sana verilmiş bu ilâhî güçleri, beynine bahşedilmiş bu ilâhî özellikleri keşfedip kullanamazsan, ölümü tattıktan sonra bir daha bunları ortaya çıkarabilmen kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de tekrar edilen birçok âyet bu hususa işaret eder:

«Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çattığında;

- Rabbim ne olur beni dünya yaşantısına geri döndür!... Tâ ki boşa harcadığım yaşantımı buraya yararlı olacak çalışmalar ile değerlendireyim!... derler...Hayır!.. Bu asla mümkün değildir!.. Artık onların önünde yeniden bedenlenecekleri kıyamet gününe kadar sürecek olan «berzah» yaşamı vardır..» (23-99/100)

«Onları cehennem üzerinde durduruldukları zaman görsen...

-Keşke dünyaya geri dönsek, rabbimizin bildirdiği gerçekleri inkâr etmez, inananlardan olurduk, derler...

Hayır! Daha önce gizleyip reddettikleri şeyler şimdi apaçık karşılarındadır!

Eğer dünyaya geri döndürülseler bile, gene yasaklandıkları fiîllere dönerlerdi... Muhakkak onlar bu isteklerinde yalancıdırlar...

Onlar bu dünya yaşantısının ötesinde başka bir yaşam yoktur; biz ikinci bir şekilde yaşamımıza devam etmeyeceğiz demişlerdi...

Onları yönlendiricileri huzurunda durduruldukları o günde görsen...

- Keşke bir daha dünyaya geri dönebilsek!.. Bildirilenler gerçekmiş!.. derler... (6-27/30)

Söz «ÖLÜM»e gelmişken, halk arasında tamamiyle yanlış bilinen bu mevzûu elimizden geldiğince açıklayalım...

* * *

"ÖLÜM" NEDİR?
ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ


--------------------------------------------------------------------------------


Ne yazık ki günümüzde "ÖLÜM" olayı gerçeğine uygun bir biçimde bilinmemekte, genelde ÖLÜM'ün bir "son" olduğu zannedilmektedir!..

Oysa, “ÖLÜM, bir son” olmayıp; madde âlemden, maddeötesi âleme geçişten başka bir şey değildir!.. Yani bir dönüşümdür!..

İnsan, ÖLÜM denen olayla, madde bedeni terkederek, «RUH» denilen «halogramik dalga» yapılı bedeniyle ya mezarda, ya da mezar dışında yaşamına devam eder!

Yani ÖLÜM, Madde bedenle yaşamın sona erip, RUH bedenle devam etmesidir.

İslam Dini’nin esaslarını bildiren KUR'ÂN-I KERİM, ölüm olayına şöyle açıklama getirir:

«Her NEFS ölümü TADACAKTIR!..»

ÖLÜM denen olay, biyolojik madde bedenin terkedilerek, RUH bedenle dalga âlem yaşamına geçilmesidir...

Beynin durmasıyla birlikte, vücuda yayılan bioelektrik enerji kesildiği için; beden, ruhu kendisine bağlı tutan elektromağnetizmasını yitirir ve böylece, RUH, bedende bağımsız yaşam biçimine geçer. İşte bu olay ÖLÜM kelimesiyle anlatılır.

Yaşam boyunca kişinin beyninden geçen tüm faaliyetler, ses ve görüntü dalgalarıyla yüklenmiş televizyon dalgaları gibi, RUH'a, yani halogramik dalga bedene yüklenmiş olduğu için, kendisinde hiç bir değişiklik hissetmeden, ruh boyutunda yaşama geçiliverir... Ve kişi, RUH olarak, aynen bedende olduğu gibi yaşamına devam eder!..

Ancak bir farkla... O bedende, tamamiyle canlı ve şuurlu olmasına karşın, madde bedenini kullanamaz!. Sanki bitkisel hayata girmiş, canlı, şuurlu bir kişi gibi!..

Dışarıda olup- biten herşeyi görür, duyar, algılar fakat kendisinden dışarıdakilere hiç bir mesaj ulaştıramaz!.

Nitekim büyük İslam Âlimi Erzurumlu İbrahim Hakkı, «Marifetnâme» isimli eserinde, Hazret-i Muhammed’in ağzından ölüm olayını şöyle nakleder:

«Meyyit (ölümü tadmış kişi), bedenini kimin yıkadığını, kimin kefenlediğini, namazını kimlerin kıldığını, ardından kimlerin geldiğini, lahde kimlerin indirdiğini ve kimlerin telkin verdiğini bilir.»

«Meyyitin yanında haykırıp, saçınızı başınızı yolmayın, ona eziyet edersiniz» uyarısı da, gene meyyitin sizi görüp hâlinizden üzüntü duymasından ileri gelir.

Ölüm denen madde bedeni kullanamama hâlini tadmış kişinin mezarda «ruh olarak» diri, aklı şuuru yerinde ve dışardan gelen hitapları algılar bir halde olduğunu bize en iyi idrak ettirecek olan BUHARİ isimli hadis kitabında mevcut olan şu hadisi Rasûlullah’a dikkat edelim:

«Talha radıyALLAHu anh şöyle anlatmıştır:

Bedir savaşı günü Nebi (salla'llâhu aleyhi ve sellem) Kureyş eşrâfından 24 kişinin cesetlerinin bi raraya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedr kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Bu suretle pis kuyu yeni pislikleri toplamış oldu.

Rasûlullah düşman bir kavme gâlip gelince onun açık sahasında üç gün konaklamak âdeti idi.

Bedr savaşının üçüncü günü olunca da Rasûlullah devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı.

Sonra Rasûlullah yürüdü. Ashab da peşinden yürüdüler...

Bu arada birbirlerine, herhalde Rasûlullah bir hacet için gidiyor, diye konuştular.

Nihayet, Rasûlullah Efendimiz maktûllerin atıldığı kuyunun bir tarafında durdu ve onlara kendi ve babalarının adlarıyla seslendi:

-Ya filân ibn-i filân, Ya Ebâ Cehil İbn-i Hişam, Ya Utbe İbn-i Rebîâ... Siz ALLAH'a ve Rasûlüne inanıp itaat etseydiniz şimdi sevinir miydiniz?.. Ey maktûller!.. Biz, Rabb'imizin vaad etmiş olduğu zaferi gerçekten bulduk. Siz de Rabbinizin vaad ettiği zaferi gerçek üzere buldunuz mu?..

Bu hitap üzere Ömer r.a. sordu:

- Ya Rasûlullah... Hayatı olmayan cesetlere ne diye konuşursun?.

Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle cevap verdi:

-Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitmezsiniz!..»

Görüldüğü gibi, Buharî'de nakledilen bu olayda, Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm büyük bir yanlış anlamayı tashih etmekte..

«İnsanlar, mezara ölmüş olarak konur ve sonra da onlar kıyâmette dirilirler" şeklindeki gerçek dışı inanışı, bundan daha iyi düzeltecek bir hadis olamaz.

İnsanlar, aynen şu andaki kadar aklı şuuru yerinde olarak mezarlara konurlar ve dışarıdan kendilerine yapılan hitapları dışardaymışçasına rahatça işitirler.

Üçüncü halife Osman bin Affan r.a. birmezar başında durduğu zaman, sakalını ıslatıncaya kadar ağlardı. Bu sebeple kendisine;

-Sen cenneti ve cehennemi anıyorsun, ağlamıyorsun da; bundan, yani kâbir korkusundan dolayı ağlıyorsun, denildi..

Osman cevap verdi:

- Resûlullah'dan duydum ki..:

«Muhakkak mezar, âhıret konaklarının ilkidir!.. Eğer kişi ondan kurtulursa, ondan sonrakilerden de kolay kurtulur. Şayet kişi ondan kurtulamazsa, ondan sonrakiler ondan şiddetli olur!..»

Sonra Osman r.a. şöyle devam etti: Rasûlullah şöyle buyurdu:

«Mezar kadar KORKUNÇ hiç bir fecî manzara görmedim!!..»

İslam’ın en önde gelen şehîdlerinden olup, Hz. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) tarafından cesedi toprağa verilen Sa'd bin Muâz'ın kabri başında ise Allah Rasûlu şöyle buyuruyordu:

-Şu seçkin kul ki, arş O'nun için titremiş, gök kapıları açılmış ve binlerce melek yeryüzüne inmiştir. O bile mezarında öylesine sıkıldı ki, az kaldı kemikleri çatırdayacaktı!!.. Eğer kâbir azabından ve ölüm sonrası sıkıntılarından kurtuluş olsaydı, bu önce Sa'de nasip olurdu!.. O, ulaştığı mertebe itibariyle bu sıkıntılardan hemen çıkartıldı; hepsi o kadar!..»

Şimdi düşünelim... Kişi, mezârda «diri» yani «şuuru yerinde» olarak mevcut olmasa, böyle bir azap söz konusu olur mu hiç?..

Soruluyor Hz. Rasûlullah’a ...

"Ya Rasûlullah, müminlerin hangisi daha akıllı, şuurludur?..

-Ölümle başına geleceği en çok hatırlayan ve ölümötesi hayatı için en güzel şekilde hazırlananı... İşte onlar en akıllı- şuurlu olandır..."

Gene bir başka ifadesinde şöyle buyuruyor:

"-En şuurlu, ileri görüşlü insan odur ki, nefsini ilâhî hükümlere tâbi kılar ölümden sonra yararını göreceği fiîlleri yapar... Aciz de nefsinin arzularına tâbi olur, sonra da bir şeyler umar, ALLAH'dan!.."

Gene Rasûlullah'ın ashabından İbni Mes'ud, kâbirde görülen azap hakkında:

-Mutlaka günahkâr olanlar, kâbirlerinde azap olunurlar. Hatta hayvanlar onların seslerini işitir... dediğini Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'den işittim.

Ebu Said el Hudrî anlatıyor: Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu:

"İnkârcıya mezarında kendisini kıyamet gününe kadar sokup ısıran 99 ejderha musallat edilir. Eğer bunlardan bir tanesi yeryüzüne üflemiş olsa, hiç bir yeşil ot yeşermez!.."

İbn-i Ömer radıyallahu anh anlatıyor... Rasûlullah buyurdu:

"Sizden birisi ölünce, cennetlik olsun, cehennemlik olsun akşam sabah kendisine makamı gösterilir. Burası yerindir. Kıyâmetteki bâ'sıne kadar buradasın."

Burada bir de şu hususa dikkat çekelim. Amentü'de okunan şu cümleye bir bakın...

«Vel ba'sü ba'del M E V T»...

Dikkat ediniz!..

«Vel ba'sü ba'del KIYÂMET» denmiyor!..

Yani, «bâ's» kelimesiyle anlatılan olay, KIYAMET'ten sonraki değil, ÖLÜMÜ TATT

#2 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 31.12.2004 - 18:04

Yani, «bâ's» kelimesiyle anlatılan olay, KIYAMET'ten sonraki değil, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonrakidir!..

Dünyada, bildiğimiz madde bedenle ve bu arada bu madde beynin ürettiği ruh bedenle yaşarız.

Nitekim büyük İslam Âlimi ve mutasavvıfı İMAM GAZALİ, "Esmâ'ül hüsna şerhi" isimli eserinde "El BÂİS" ismini açıklarken bakın ne diyor:

"İnsanlardan birçokları bu hususta yanlış vehimlere kapılırlar.. Bunu da çeşitli şekillerde izaha çalışırlar, derler ki; ölüm yokluktur, bâ’s yok olduktan sonra yeniden dirilmektir, aynen birinci dirilme ve canlandırma gibi...

Bir kere onların ölümün yokluk olduğunu zan etmeleri yanlıştır!. İkinci diriltmenin de birinci gibi olduğunu sanmaları dahi yanlıştır.

Ölümün yokluk olduğunu sanmak batıldır!.. Çünkü, kabir, ya ateş çukurlarından bir çukurdur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçe..

İşin içyüzüne vâkıf olan Erbab-ı Basiret, insan varlığının ebediyet için halk olduğunu bilir ve anlar.. ona yokluk arız olmaz..

Evet, bazen cesetle ilgisi kesilir de kendisi hakkında öldü derler.. Bazen cesede iade edilir de hakkında diriltildi derler..

Dirilmenin. ilk yaradılış gibi ikinci bir yaratılış olduğunu sananlar da bu zanlarında yanılmışlardır!.. Çünkü diriltmek ilk canlandırılışlarına uymayan yepyeni bir yaratma fiilinden ibarettir..

Aslında insanoğlunun bir çok dirilmesi vardır; onun dirilmesi iki defadan ibaret değildir..."

Ölümü tadınca, Madde beden çözülür; ve RUH bedenle bâ's olmuş olarak kabirde kıyâmete kadar yaşamımız devam eder.

Sonra «Kıyâmet» denen, dünyanın Güneş ısısında bozunumu devresinde, bugünkü karakteristiği istikametinde yeniden bâ's olur!..

Ve nihâyet, son defa bu bedenler de gittiği ortama göre yeniden bir bâ's ile oluşurlar...

Kabirde, şu andaki mevcut aklımızla, algılama- değerlendirme mekanizmamızla mı olacağız?..

Bu konuda Abdullah bin Ömer anlatıyor...

Hz. Ömer münkir ve Nekir adlı iki meleğin kabirde gelip sual sorması hususunu Hz. Rasûlullah ile konuşurken sordu:

- (Kabirde) aklımız başımızda olacak mı Ya Rasûlullah?..

- Evet!.. Aynen bugünkü gibi!.."

Evet, ölümü tatmış, aklı şuuru yerinde, fakat bedeni kullanım dışı kalmış diri kişi mezara konulunca ne olur.

Bunu da Enes Radıyallahu anh'ın ağzından dinleyelim:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

-Kul kabre konulduğunda, kabirden uzaklaşanların ayak seslerini işitir... Onlar uzaklaşırken iki melek gelir ve onu oturtup şöyle sorarlar:

-Muhammed denen adam hakkında ne dersin?..

Eğer mü'minse...

-Şehâdet ederim Muhammed ALLAH'ın kulu ve resûlüdür... Bunun üzerine.

-Şu cehennemdeki yerine bak!.. ALLAH onu cennettekine tebdil etti...

O, artık hem cehennemdeki yerini, hem de cennette gideceği yeri görür...

İnkârcı veya gösterişte müslüman ise şöyle der:

-Bu konuda kesin bir düşüncem yok. İnsanların konuştuklarından başka!..

Ve ona şöyle denilir:

- Onu tanıyamadın ve bilemedin!..

Sonra ona öyle bir tokmakla vurulur ki, feryadını insanlar ve cinler dışındaki her şey işitir!.."

Nihâyet şu hadîs ile konuya son verelim...

«Ölümü tadmış kişi, yakınlarının ağlaması sebebiyle azap görür.»

Bu konuda daha pek çok Rasûlullah uyarısı vardır, ilgili hadis kitaplarında okunabilir.

Netice şudur ki:

KİŞİ ÖLMEZ, "ÖLÜM"Ü TADAR!.. Yaşam boyutunu değiştirir!...

Ölümü tatmak, denilen olay, kişinin madde bedenin kumandasını yitirip, «ruh» adı verilen halogramik dalga bedenle yaşamına kaldığı yerden devam etmesidir.

Bu hâl dolayısıyla, kabre konan her kişinin şuûru yerinde aklı başındadır!.

Kıyâmete kadar da şuurlu olarak yaşamına devam eder.

Kıyâmette de o günün şartlarına göre, yeni bedene kavuşur.

ÖLÜM tadıldıktan sonra neler olup bitiyor?...

Şimdi de kısaca bunu anlatalım...

ÖLÜM tadıldığı anda kişi bir süre çevresindeki dünyayı algılamağa devam eder... Çevresinde olup bitenleri, yapılan konuşmaları, üzüntü ve feryatları aynen biyolojik bedenle yaşıyormuşçasına algılar...

Bu devrede âdeta bitkisel hayattaki bir insan gibidir.. Dışarıda tüm olup bitenleri algılıyor, fakat dışarıya hiç bir mesaj veremiyor..

Işte bu anda sıra cenazenin yıkanmasına gelir...

Cenaze niçin yıkanıyor?...

Cenazenin yıkanmasının bilebildigimiz kadarıyla hikmeti, henüz hücresel canlılığı devam eden biyolojik bedenin sudan ozmos yoluyla biyoelektriksel takviye almasıdır... Böylece kişi, kısa bir süre daha beden aracılığıyla yaşamış olduğu dünya ile iletişimini tek yanlı da olsa sürdürebilecektir.

ÖLÜMÜN TADILDIÐI andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna BERZAH âlemi denilir...

Ölümle başlayan hayat üçe ayrılır;

A- KÂBİR yaşamı..

B- KÂBİR âlemi yaşamı...

C- BERZAH âlemi yaşamı...

A- KÂBİR yaşamı... Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani halogramik dalga bedenle bâ's olmasından sonra başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar biçimde yaşamı devam ettikçe sürer...

Gerek kabire konmadan ve gerekse kabre konduktan sonra çevresinde olup biten herşeyi bu süre içinde algılamaya devam eder...

Bu hâlin misâli şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize benzer ...

Yatağa yatan kişi nasıl henüz uyanıktır ve çevresinde olup bitenleri farketmektedir; yatağın sert veya yumuşaklığını hissetmektedir; işte aynı şekilde mezara konan kişi de ilk aşamada çevresinde ve mezar icinde olup biten her şeyi seyretmektedir...

Yatağa girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup bitenleri farkeder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki kişi de aynı şekilde hem madde mezarın dışında ve içinde olanları algılamaktadır; hem de yavaş yavaş KENDİ KABİR ÂLEMİNE girmeye hazırlanmaktadır...

İşte bu süreç içinde, İslam Dini’nde bahsedilen iki sorgu meleği gelir ve RABBIN KİM, NEBİN KİM, KİTABIN NE diye sorarlar...

DİKKAT!...

KABİRDE asla, kişiye, sen hangi mezheptensin ya da hangi tarikattansın diye sorulmaz!.. Burada, asla, kişinin mezhep veya tarikat imamından sözedilmez!..

BUNLARIN kabirde SORULACAGINDAN SÖZEDENLER, DİNİ BILMEYENLERDIR!. Ne KUR'ÂN'da ne de ALLAH RASÛLÜ’nün açıklamalarında, mezhep ya da tarikatın ne, diye sual SORULACAÐINA DAİR hüküm vardır!.

MEZHEB ve TARİKATLAR Hz.Muhammed Aleyhisselâm’ın berzaha intikâlinden sonra oluşturulmuş kurumlardır; ki, berzah âleminde bunların yeri yoktur!..

Evet, bu sorgulamanın ertesinde kişi ya KABİR ÂLEMİNE intikal eder, ya da BERZAH ÂLEMİNE..

"KABİR ÂLEMİ" ile "BERZAH ÂLEMİ" arasındaki fark nedir? ...

B- "KABİR Âlemi yaşamı" ... Bu âlem, aynen aynen rüya alemine benzer; ne var ki, kişi rüya gördüğünün farkında değildir ve yaşamını aynen dünyada yaşıyormuşçasına değerlendirir..

Nasıl dünya yaşamını gerçek yaşammıs gibi algılarsa kişi dünyada yaşarken; ayni sekilde, kendi kabir âlemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi hisseder... Bu ya "kabir cenneti" denilen şekilde son derece huzur ve zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da "Kabir Cehennemi" denilen biçimde kâbus türünden son derece korkunç, ıstırap verici görüntüler içinde sürer..

Bu devre kıyamete kadar böylece devam eder...

Bu, kabir içindeki kişinin, kabir âleminin yaşantısıdır..

"Kişinin kabri ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur" hadisi şerifiyle Hz.Rasûlullah s.a.v bu duruma işaret eder...

Bununla beraber bir de "BERZAH âlemi yaşamı" vardır...

C- "BERZAH âlemi yaşamı", "FİYSEBİLİLLAH" ALLAH yolunda ŞEHİD olmuş kimseler ile, "ölmeden ölmüş" diye tarif edilen evliyaullah ve nebilerin, kabir âlemi kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, "RUH BEDENLERİYLE" serbest dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir..

BERZAH YAŞAMINDA...

ŞEHİDLER, EVLİYAULLAH ve NEBİLER Berzah âlemi içinde serbestçe gezerler dolaşırlar ve mertebelerine göre de birbirleriyle iletişim kurarlar...

Ayrıca, berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde oradakilerin idaresi sözkonusudur...

"İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızın "RİCÂLİ GAYB-GAYB ERLERİ" bahsinde bu konuda geniş bilgi vardır...

BERZAH alemindeki velilerden dünyada iken "FETİH" sahibi olmuş olanlar, dünyadakilerle iletişim kurabilirler.. Buna karşın, dünyada "KEŞİF" sahibi olmuş fakat "FETİH" elde edememis evliyaullah ise, o âlemdeki tüm serbestilerine karşın, dünyadakiler ile direkt iletişim kuramazlar..

"FETİH" ve "KEŞİF" konularında daha geniş bilgiyi "DUA ve ZİKİR" isimli kitabımızda yazdık... Arzu edenler oradan daha geniş bilgiyi elde edebilirler..

Kişi, ÖLÜMÜ TATTIKTAN sonra ya kendi kabir aleminde ya da mertebesine göre berzah aleminde yaşamına devam eder.

İşte, herkesi, böyle bir yaşam bekliyor!..

Dileyen, bu konuyu, ilgili yerlerden araştırarak söylediklerimizin doğruluğunu teyid edebilir.

* * *

#3 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 31.12.2004 - 18:06

"İBADET" KİŞİNİN KENDİSİ İÇİNDİR


--------------------------------------------------------------------------------


Eğer söylediklerimiz doğru ise...

Böyle bir yaşam gerçeğine ne ölçüde hazırsınız, lütfen bu soruya cevap veriniz?..

Nasıl, cevabınız sizi tatmin etti mi?..

Şayet, vermiş olduğunuz cevap sizi tatmin etmedi ise, bu durumda demektir ki, ölüm ötesi yaşama gereken biçimde hazır değilsiniz!..

Öyle ise, hazırlanmak için işe bir yerden başlamak icab edecek...

Yani, dinî tâbiriyle, zamanınızın bir miktarını da «ibâdet» adı verilen bu tür çalışmalara ayırmak zorunluluğu ile karşı karşıyasınız.

«ibadet» adı verilen bütün çalışmaların, tamamiyle, beynin bioelektrik ve bioşimik yapısıyla ilgili olduğundan sözetmiştik...

İbadetlerin bir kısmı, bilindiği üzere, bedenin ihtiyaç duyduğu bioelektrik enerjiyi temine dönük olarak yapılmaktadır..

Bu enerji beyin tarafından değerlendirilerek, dalga bedene; ilim ve güç olarak yüklenir... İşte bu sebeple de, beyin durup, devre dışı kaldıktan sonra, yani «ölüm tadıldıktan» sonra, artık ölümötesi yaşamda ibâdetler kalmaz!.. İşte bu yüzden ölümötesinde şerîâtın teklifleri geçerliliğini yitirir!.. Zira, zâhirle ilgili bütün bu teklifler, hep beynin bioelektrik ve bioşimik yapısıyla ilgili olarak düzenlenmiştir!.

Bu arada farketmemiz gereken çok önemli bir husus daha vardır...

İSLAM DİNİ öncelikle kişinin içinde yaşamakta olduğu evrensel SİSTEM ve DÜZEN ile “ALLAH”ı bilip; elden geldiğince tanıması, ve bunun yanısıra da ölümötesi yaşama hazırlanma çalışmaları olan ibadetlerini yapması gayesiyle gelmiştir...

Allah Rasûlü. insanlara, İslam'ın öngördüğü kurallara göre yaşamasını tavsiye etmiş ve bu kurallara uyulmaması hâlinde de, o nisbette kişinin bundan zarar göreceğini vurgulamıştır...

Ancak ne var ki. kişinin yaşamakta olduğu devletin rejim şeklinden dolayı kişinin hesaba çekileceği yolunda hiç bir hüküm yoktur..

Kişinin müslümanlığı devletin rejimine bağlı değildir!.. Eğer öyle olsaydı, şu anda yeryüzünde İslami rejim olmaması dolayısıyla. kimsenin de müslüman sayılmaması gerekirdi...

"Benden sonra hilâfet 30 yıldır " hadisi iyi düşünülmelidir...

Ayrıca... Unutulmamalıdır ki..

DİN FERDE GELMİŞTİR ve ölümötesi yaşamda devlet değil ferd vardır!.

İnsanlar ellerinden geldiğince İslam’ı anlamak. tatbik etmek ve başkalarına da anlayacakları şekilde tavsiye etmek zorundadırlar..

Kesinlikle bilelim ki, herkes elleriyle yaptıklarının neticesine katlanacaktır..

Ve gene şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, «ibâdet» adı altında yapılan bütün çalışmalar, tamamiyle, kişinin ölümötesi ruh yaşantısı için gerekli materyali temin etme amacına yönelik faaliyetlerdir.

Burada bir parantez açarak, «ibadet» denen faaliyetlere kısaca bir göz atalım...

A - Kendini tamamiyle bu beden kabullenmeye ve sırf bedene dönük yaşamaya engel olmak üzere düzenlenmiş ibâdetler.

B - Beynin bioelektrik enerjisini en yararlı şekilde elde etmeye yönelik olarak düzenlenmiş ibâdetler.

C - Beynin mevcut bioelektrik enerjisini, dalga enerjiye çevirerek «RUH» adı verilen halogramik dalga bedene yükleme faaliyetlerine dönük ibâdetler.

D - «ALLAH'ın ahlâkıyla ahlâklanma» şeklinde özetlenen, tasavvufta «ALLAH'a vâsıl olma» veya «ALLAH'a erme» diye izaha çalışılan, evrensel kozmik bilinçle özdeşleşmeye yönelik ibadetler.

Dört ana madde şeklinde toparlamaya çalıştığımız, kısaca «ibadet» denen bütün bu faaliyetler, görüldüğü üzere hep BEYİN ile ilgilidir...

Beyin, ihtiyacı olan bioelektrik enerjiyi alır ve bunu dalga enerjiye dönüştürerek ruha yükler. Aynı anda da belirli anlamlar ihtiva eder bir biçimde dünyaya gücü nispetinde yayınlar.

Şayet, beyinde doğum anında bir devre açılmış ise bu beyin ürettiği dalgaya ilâveten, antimanyetik bir enerjiyi daha yükler ki; bu bir tür antiçekim dalgasıyla yüklü dalga bedenler, kıyâmet denen olayla birlikte dünya ve güneşin manyetik çekim alanından kendini kurtararak galaksi içindeki sayısız yıldızlara ulaşabilirler.

Eğer beyin bu bir tür antiçekim dalgalarını, «RUH» denilen halogramik dalga bedene yükleyemezse, bu takdirde dünyanın ve dolayısıyla güneşin manyetik çekim alanından kendisini kurtaramaz ve ebedî olarak dünya ile birlikte içine girdiği Güneşte yaşamına devam eder.

«ALLAH'ın sisteminde asla değişiklik olmaz.» (35-43)

âyeti, bu sistemin bütün insanlar için geçerli olduğunun açık göstergesidir.

Bu durumda göz önüne alınması gerekli olan şey şudur...

Sistem, milyarlarla sene öncesinde kurulmuş ve çalışmaktadır!.

Bu şartlar altında, kişinin önünde iki şık vardır...

Ya kendini sistemin düzenine göre ayarlayarak, gene sistemin şartlarından yararlanmak suretiyle, geleceğe dönük bir takım yararlar sağlayacak çalışmalarla dünya hayatını değerlendirecek...

Ya da geleceğini ve sistemin düzenini hiç düşünmeden, tamamiyle bedene dönük faaliyetler içinde yaşayarak bu dünya hayatını tamamlayacaktır!..

İşte «DİN» adı verilen «ölümötesi yaşama hazırlanma sisteminin» altındaki bu sırrı çözememiş kişiler, olayı yanlış bir değerlendirme sonucu «toplum nizamını» sağlamak amacıyla dinin geldiği kanaatine vararak olayı bağlamışlardır...

Tabiî bu da neticede, devlet rejimlerini konu almaya kadar uzanmıştır!.

Oysa, tekrar ediyoruz, «DİN»deki «ibâdetler» bütünü dünya yaşam rejimleriyle ilgili olarak değil, kişinin ölümötesi yaşam gerekleriyle ilgili olarak gelmiştir.

Nitekim, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın bütün yaşamı boyunca bize açık seçik vurgulamak istediği hususlar şunlardır:

A - “ALLAH”, tapınılacak bir TANRI değildir ve “ALLAH”a TAPINMAK muhaldir!

B -Kişinin yaptığı ve yapacağı bütün çalışmalar «tapınma» değil «kulluk» gereğidir... Zorunludur!.

C -Kişinin bütün ibâdetleri, gökteki muhayyel bir Tanrı'ya yaranmak için olmayıp; kendi geleceğine, ebedî hayatına dönük kazançlar temin etmek gayesine dönüktür...

D -Kişi, kendi özü, orijini, YARATICISI, aslı olan «ALLAH»ı tanımak ve «vehmettiği» yani , var ZAN ve kabul ettiği muhayyel «benliğinden» arınmak için; «ölmeden önce ölmek» zorundadır!...

Aksi halde, «perdeli» olarak madde ötesi âleme geçer ki, ondan sonra da daha evvel anlattığımız sebepler yüzünden bir daha aslâ «perdelilikten» kendini kurtaramaz.

İşte gerek bundan önceki kitaplarımızda ve gerekse bu kitabımızda hep, çok değişik yön ve boyutları ile yukarıda saydığımız dört maddenin izahını yapmaya çalıştık.

Kesin olarak idrâk edelim veya iman edelim ki, Hazreti MUHAMMED'İN açıkladığı “ALLAH” ve O'nun bildirip açıkladığı İSLAM DİNİ, bugüne kadar halk arasında veya dinî mahfillerde, hikâyeler ve hurafelerle karıştırılarak anlatılan «Din» anlayışından çok ötedir...

Ve bu gerçek «ALLAH» anlayışı ancak ilerideki toplumlar tarafından çok daha iyi anlaşılabilecektir...

Nitekim, anlattıklarımızın gerçek olduğunu, yapacağınız en ufak bir kaynak araştırması ve bu araştırma üzerinde kuracağınız tefekkür sistemi, size idrak ettirecektir!

* * *
Evet, «Din» dünya saltanatı için değil, kişinin ölümötesi saltanatı, ya da Hz. İSA'nın deyimiyle, «göklerin krallığına ulaşabilmesi» için gelmiştir... Ki bu da ancak kişinin kendi hakikatına ermesiyle mümkün olabilecektir...

Bu biliş neyle temin edilecektir?..

Elbette beyin ile!..

Beynimizi ne düzeyde, ne kapasitede kullanıp değerlendirebilirsek, kazancımız o nispette olacaktır!..

O nispette, geniş düşünebilme kabiliyetini elde edecek; o nispette objektif bakış açısına ulaşacak; o nispette ruhumuzu güçlendirecek; o nispette «ALLAH»ı daha fazla tanıma fırsatını bulacağız.

Peki, beyindeki bu gelişmeler nasıl olacak?..

«DUA ve ZİKİR» isimli kitabımızda çok detaylı olarak izah ettiğimiz bir biçimde, yani «ZİKİR» denilen çalışmayla!..Evet, bütün bunları sağlamanın anahtarı "ZİKİR"dir!..

"İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızda bu konunun sistemini detaylı olarak izah ettiğim için, burada, bu konudan kısaca bahsetmek istiyorum...

Zikir, birinci anlamda, “ALLAH”ın belirli isimlerini ya da belirli duaları tekrar etme diye anlaşılır...

Zikir, ikinci anlamıyla ise, hatırlama, anma, üzerinde durma şeklinde anlaşılır.

Daha üst boyutta "zikir" ise tefekkürü yani derin ve kapsamlı düşünceyi doğuracak bir biçimde konunun üzerine eğilme olarak anlaşılır.

İşte "ZİKİR"in önemi hakkında Kur'ân-ı Kerîm'den bazı uyarılar:

«Ey iman edenler, mallarınız ve evlâdlarınız sizi ALLAH adıyla işaret edileni ZİKİRDEN alıkoymasın!.. Bu yüzden “ALLAH” ismiyle işaret edilenin zikrinden geri kalanlar hüsrana uğrayanlardır!..» (63-9)

«...Onları ve babalarını o kadar nimetlere gark ettin ki; onlara dalarak âyetlerini TEFEKKÜRDEN, gaflete düştüler... Ve nihayet ZİKRİ unuttular!... Mahvolmaları kesinleşen bir topluluk oldular!..» (25-18)

«Rahman ismiyle işaret edilenin ZİKRİNDEN göz yumup, yüz çevirene biz şeytanı (cini) musallat kılarız... Artık bu, ona arkadaştır!. Şeytanlar (cinler), onları gerçeklerden saptırır... Onlar da hâlâ gerçek üzere olduklarını ZAN ederler!..» (43-36/37)

«Şeytan (cin) onları idaresine almış ve onlara “ALLAH” ismiyle anılanı ZİKRETMEYİ bile unutturmuştur!.. Onlar şeytana (cinlere) tâbi olanlardır!.. Şeytana uyanlar ise zararda olanların ta kendileridir.» (58-19)

Zikir yapmamak, genelde çoğumuzda mevcut bulunan, en büyük eksikliktir... Zikir gücünden mahrum beyinler ise kolaylıkla CİN'lerin etkilerine açık duruma gelmektedirler...

İnsanın, şeytana tâbi olması, ifadesiyle anlatılan bu olay zannedildiğinden çok çok daha büyük boyutlarda önemli olan bir durumdur..

İnsanların EKSERİYETİNİN, cinlerin hükmü altında olduğunu şöyle vurgulamaktadır, Kur'ân-ı Kerîm:

«Ey cİn topluluğu, insanların EKSERİYETİNİ hükmünüz altına aldınız!.» (6-128)

Günümüzde kendilerini "uzaylı varlıklar" olarak insanlara takdim eden ve genelde «uzaylılar» olarak kabul edilen "cinlere" karşı insanın yegâne savunma mekanizması «zikir»dir!...

Onlara karşı okunacak "zikir" yani "dualar" ise Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle öğretilmektedir:

«Rabbi enniy messeniyeş şeytanu binusbin ve azâba... Rabbi euzü bike min hemezatiş şeyatıyni ve euzübike rabbi en yahdurun» (Sad 41-Mü'minun 97/98)

SİGARA... Günümüzde, cinlerin en büyük gıdalarından biri olan ve bu yuzden de sigara içenlerin yanından hiç ayrılmayan cinlere karşı insanın yegâne kendini koruma yolu zikir ve duâdır...

Bu şekilde beyninde kendini koruyucu türden kalkan dalga üreten kişi, kısmen cinlerin beynine yolladığı impalsları zayıflatmakta ya da tamamiyle engelleyebilmektedir.

Çünkü zikrin faydalarından biri de, üzerinde çalışılan zikir konusuna göre, kişinin çevresinde, kişinin beyninden yayılan bir koruyucu alan oluşturmasıdır...

Evet, beynin zikir yoluyla gelişmesi ve hem kendisini, hem de çevresini tanıyabilmesi, insanın ana gayesi olmalıdır... Zira, beynimizde hayal dahi edemeyeceğimiz çok üstün güçler mevcut bulunmaktadır, iş ki kullanabilelim!...

Zira ancak böylelikle, insanın ve varlığın yapısını, çalışma sistemini, kişide ne özellikler bulunduğunu, bunların nasıl değerlendirileceğini anlar, daha sonra da gerekli zikir çalışmaları yaparak bunları elde ederiz!.

* * *

Bilelim ki...

Bizi tüm hedeflerimizden alakoyan, «perdeli» bir halde yaşatan en önemli engel ŞARTLANMALARDIR!..

Şartlanmalarımız yüzünden, gözlüğünü alnına kaldırıp da, sonra ömrünü çevrede gözlüğünü aramakla tüketen adam durumuna düşeriz!..

Evet, kesinlikle bilelim ki...

Kişi, şartlanmalarından;

şartlanmalarının getirdiği değer yargılarından;

şartlanmalarının getirdiği değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmadığı sürece

“ALLAH” ismiyle işaret edileni idrâk edemez!.

Bunu gerçekleştirmediği sürece, benliğinin hakikatını bilemez ve Hazreti MUHAMMED'İN açıkladığı “ALLAH” ismiyle işaret edileni tanıyamaz!..

Bu yanlış anlayışla yaşamı boyunca, «ALLAH» der; ama bu ismi, kafasında şartlanmalarına göre hayâl ettiği TANRIYA vererek, ömrünü boş yere harcar!..

Hazreti Muhammed'in açıkladığı “ALLAH” adıyla işaret edileni anlamamış, idrak etmemiş kişinin; şartlanmalar ve içgüdüleri istikâmetinde kafasında bunlar doğrultusunda hayal edip yarattığı tanrıya «ALLAH» etiketini yapıştırıp böyle çağırması , ona hiç bir şey kazandırmaz... Çünkü...

«ŞİRK şüphesiz ki en büyük ZULÜMDÜR!.»

Hazreti Muhammed'in açıkladığı “ALLAH” ismiyle işaret edileni anlayıp idrâk etmeyen insanın; bilincinin orijinini tanımasına, kozmik bilinç boyutuna sıçrama yapmasına, evreni gerçek değerleri ile değerlendirmesine asla imkânı yoktur!...

Çünkü kafasında yarattığı muhayyel "ALLAH" ismiyle etiketlediği TANRISI dolayısıyla; onun, kozasından çıkıp da, gerçekleri görebilmesi imkânsızdır!..

Kişinin, şartlanmalar yoluyla örülmüş kozasından çıkabilmesi, ancak hakikata dair ilmin kendisine ulaşması; ve onun da bu gerçekler üzerine tefekkür edebilmesi ve gereğini yaşamasıyla mümkündür!..

Oysa biliriz ki toplum, genelde derin düşünce gücünü kullanmasını bilmediği, hep ezbercilikle yetiştirildiği için derinlik isteyen konularda düşünmez ve düşünmeyi de sevmez...

Ve bu yüzden de davranışlarını çevresindekilere yani "herkese" göre düzenler!..

«HERKES» ne diyorsa, ne yapıyorsa, o da onları taklit eder!...

Böylece, âdeta «HERKES PUTUNA» tapınır olur!..

Kişi daha küçük yaşlardan itibaren, büyüklerim doğru yapar, diye düşünerek; onların davranışlarını şartlanma yollu kabul eder ve bunları tatbike başlar... Böylece de onların değer ölçülerini sanki kesin gerçeklermiş gibi benimser!.

İşte şartlanma yollu benimsenen bu değerler ve davranışlar, neticede gerçeğe tamamen aykırı olan bir zan içine sürükler kişiyi...

Sonuçta, bu hayâl ipiyle örülmüş kozada hapis kalan insan artık şöyle düşünmeye başlar:

«Bütün hayatımı Tanrıya ibadetle niye geçireyim ki... Sonunda nasıl olsa bir iyilik yapar, Tanrının gözüne girer paçayı kurtarırım!..»

Bütün bunlar, gerçeğe dayanmayan, şartlanmalar yoluyla elde edilmiş yanlış bilgilerden meydana gelmiş isabetsiz ZANLARdır!.

Oysa, şartlanmalara bağımlı kalarak, gerçeğe uymayan ZANlar ile yaşamanın ne kadar üzücü sonuçlar vereceğini Kur'ân-ı Kerîm şöyle bildirmektedir:

«...Onlar, ancak ZANNA ve nefislerinin çektiğine tâbi olurlar... Halbuki kendilerine gerçek bildirilmiştir!.» (53-23)

«...Onlar ancak ZANNA tâbi oluyorlar... ZAN ise gerçekten hiç bir şey ifade etmez!...» (53-28)

«İşte sizi yönlendiren hakkındaki bu ZANNINIZDIR ki, sizi perişan etti!.. Ve siz kaybedenlerden oldunuz!..» (41-23)

İşte bu yüzden, bize, gerçeğe uymayan şartlanmaların verdiği zararı hiç bir şey veremez!

Ve çevremizin oluşturduğu bir biçimde; kendimizi et - kemik bedenden ibaret ZANNEDEREK, yukarıda gökte bir TANRI var sanır; bu beden kişiligiyle o gökteki TANRI'ya tapınma yolunu tutarız!..

O TANRIYA kızar, o TANRIYI yargılar, o TANRIYI eleştirir, çoğu zaman da o TANRIYI zamansız ve yersiz işler yapmakla suçlarız...

Hiç farketmeyiz gökte öyle bir TANRININ olamayacağını!...

Gökte böyle bir TANRI olmadığı yolundaki, Hazreti Muhammed'in uyarısını hiç dikkate almayız...

Ve bu yüzden, sonra, asla telâfi edemeyeceğimiz çok büyük yanlışlar yapmakta devam eder gideriz...

Halbuki en azından şöyle düşünsek ;

Dünyanın üzerindeki bir insanın yeri nedir?..

Bütün dünya yüzeyi üzerinde, sadece bir tek insanın varlığını, yerini düşünün...

Dünya kadar bir tanrı olsa, onun yanında bu insanın yeri ne olur?..

Sonra Dünyadan bir milyon üçyüzonüç bin defa daha büyük olan Güneşi düşünün.. Onun yanında dünyanın yeri nedir?..

Onun yanında, yani dünyadan 1.313 bin defa büyük olan güneşin yanında bir insanın büyüklüğü, yeri nedir?.. Sanki, bir insan bedenine nispetle, bir hücre içindeki kromozom!..

Veya Güneş gibi 400 milyar yıldızdan oluşan galaksinin içinde Güneşin yeri nedir?..

400 milyar güneşin akıl almaz boyutlarda oluşturduğu GALAKSİ, şayet bir TANRI olsa, onun azameti yanında Güneşin yeri nedir?..

Ve düşünelim, Güneş, o TANRIYA tapınsa, onu övse, yüceltse ne olur; reddetse, kızsa, sövse ne olur!!!..

Ya, o varsayalım galaksi büyüklüğündeki TANRI yanında, bir insanın yeri nedir?..

Lûtfen bunu gerçekçi bir biçimde düşünelim?..

Eğer bu hususu idrâk edersek, fark ederiz ki, dinde bahsedilen, «ibadet» adı altındaki çalışmalar, dıştaki bir TANRI'ya tapınma, ya da yaranma gayesiyle oluşturulmamıştır!..

Nitekim eskilerden bu durumu şöyle duymuşuzdur:

«Yaptığın ibadetlerin hiç birine “ALLAH”ın ihtiyacı yoktur!.. Sen bunları kendin için, kendi geleceğin için yapmak zorundasın!..»

Evet, «ibâdet»e, “ALLAH” adıyla işaret edilenin değil, senin ihtiyacın var!..

Şayet ibadet adı verilen çalışmalara gereken önemi vermezsen, «nefsine» hakkı olan sayısız özellikleri ve güçleri kazandıramadığın için «zulmetmiş» olursun.

Nefsinin hakikatını tanıman ve ondaki sayısız özellikleri keşfetmen, cennet yaşamına onu ulaştırman senden çıkacak olan çalışmalara bağlıdır!.

Sen, kendin için, kendi menfaatin için bu çalışmaları yapmak zorundasın...

Eğer bu çalışmaları yapmazsan, kaybedecek olan yegâne varlık sensin!.. Zira ötede veya öteNde bir TANRI yok!.. Ve sen de O'na yaranmak için bu çalışmaları yapacak değilsin.

Burayı çok iyi anlamamız lâzım.

ÖteMde bir TANRI yok, diyerek, bunu idrâk ederek, tapınmayı terkedersen, çok büyük bir zararla karşı karşıyasın demektir!..

Zira, o tapınma dediğimiz çalışmalar, gerçekte, senin geleceğin için çok büyük önem içinde yaşadığın SİSTEMİN ZORUNLU KILDIÐI çalışmalardır!. Asla ihmale gelmez!..

Ancak burada senin bir yanlış anlayışın sözkonusu...

ZAN ediyorsun ki, «ibadet» denen bu çalışmaları o TANRI'ya yaranmak için yapıyorsun... Halbuki bütün bu çalışmalar, ötedeki ya da ötendeki TANRI için değil, bizzat kendi geleceğin içindir!.

* * *

#4 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 31.12.2004 - 18:09

Kesinlikle bilelim ki...

Ne «ALLAH»ın senin ibâdetine ihtiyacı vardır; ne de Hazreti Muhammed Aleyhisselâm'ın, senin, kendisine inanmana ihtiyacı vardır!..

Bunu bir misâl ile açmaya çalışalım...

"Bir yolcu gemisi ile seyahate çıkmışsın... Kaptanla da çok iyi ahbap olmuşsun... Fakat yolculuk sırasında gemi bir buzdağına çarpıp batma durumuna geliyor. Kaptan anons ettiriyor:

- Gemi batmak üzere!.. Herkes âcilen can yeleği veya can simidi edinsin!

Bu uyarıyı bir kısım yolcu dikkate alıp derhal can simidi veya can yeleği ediniyorlar. Biri de diyor ki:

- Ben kaptana inanıyorum, onu seviyorum!.. Ama ne can yeleği arıyor, ne de can simidi ediniyor!.

Derken gemi batıyor ve herkesle beraber o kişi de kendini suda buluyor!.. Boğulma durumunda...

Suya batıp çıkıyor!.. Bir yandan da denize sesleniyor:

- Deniz deniz beni boğma!.. Ben kaptana inanıyordum, onu çok seviyordum!..

Deniz de ona lisanı hâl ile cevap verir:

-Kaptana inansaydın, can yeleği edinir bu duruma düşmezdin!..

Burada kaptana inanman değil, dediklerini uymuş olman yarar sağlardı. Kaptana imân etmen sana gemideyken fayda verirdi...

Burası, yaptıklarının karşılığını alma yeridir ki, artık kaptana inanıp inanmamanın tartışması yapılmaz!.

Eğer gerçekten sen kaptana inansaydın, onu sevseydin, gemideyken onun dediklerini yapar, şimdi de bu duruma düşmezdin!."

İnsanlar günümüzde maâlesef büyük bir bilgisizlikle, «Ben ALLAHa, Rasûlü’ne inanıyorum» diyorlar... Ama hiç bir çalışma da yapmıyorlar!..

Hatta bu konuyu araştırma gereğini bile duymuyorlar!..

Oysa onlardan istenen, «inanıyorum» kelimesini tekrar etmeleri değil ki!..

Ne “ALLAH” Adıyla İşaret Edilen’in, ne de Allah Rasûlü’nün inanılmaya ihtiyacı yoktur!.

Ama insanların yarın içine girecekleri boyut şartları nedeniyle, Allah Rasûlü’nün gösterdiği biçimde, bir takım çalışmalar yaparak, belirli güçleri elde etmeye zorunlu ihtiyaçları vardır... Ki karşılaşacakları ortamda, bu özelliklere ve güçlere eriştikleri için, belli sıkıntı ve azaplardan kendilerini korusunlar!..

Şayet Allah Rasûlü’ne inandığın için, onun gösterdiği yolda, târif ettiği tarzda belirli çalışmalar yaparak, kendindeki bu güçleri ortaya çıkartabilirsen, neticede kendini «Cehennem» diye bahsedilen ortamdan kurtarabilirsin.

Fakat, ne kadar inandığını söylersen söyle; Allah Rasûlü’nün gösterdiği yolda, O'nun târif ettiği biçimde, zorunlu olan çalışmaları yapmazsan, sana o şartlarda gerekli olacak güçleri ve özellikleri elde edemeyeceğin için neticede kendi kendini cehenneme atmış olacaksın!..

«Herkes için yaptığı çalışmalara göre dereceler vardır. Kimseye haksızlık edilmeyerek, fiillerinin karşılığı verilir.» (46-19)

«Bu senin yaptıklarının karşılığıdır. ALLAH, kullarına zulmedici değildir!» (22-10)

Öyle ise aklını başına toplayıp, sana verilen bu beyin hazinesini, enerjisini, ömrünü, ölümü tattığın anda bu dünyada bırakacağın, gittiğin ortamda sana hiç bir yararı olmayacak şeyler için «israf» etmek suretiyle «nefsine zulmetme»!

«Şüphesiz ki ALLAH israf edenleri sevmez».

âyeti, elindeki üç- beş kuruşu çarçur eden için söylenmemiştir!..

«Nefsini israfta bulunan» anlamınadır.

Nefsinde, benliğinde var olan «hilâfete» sebep olan o ilâhî güçleri gerektiği gibi kullanmayarak «israf etme» denilmektedir.

Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde çeşitli peygamberlerin ağzından tekrarlanan,

«Ben nefsime zulmettim»

beyânlarının dahi anlamı bu yolda olup,

«nefsimdeki hilâfet özelliklerinin hakkını vermeyerek, kendi kendime zulmettim» denmek istenmektedir.

Dünyada bırakıp gideceğin şeyi, bir süre önce israf etsen ne olur, etmesen ne olur!..

Ama sana ebediyyen lâzım olacak bir şeyi, bir daha asla ele geçiremeyeceğin bir şeyi «israf» edersen, neticede kendi kendine öyle bir «zulümde» bulunmuş olursun ki, bunun getireceği pişmanlıkların azâmetini burada anlatabilmem asla mümkün değildir.

Öbür dünyada sana adetâ tanrısal güçler ve yaşam verecek olan «nefsinin» hakkını vermemen, seni sonu gelmeyen bir hüsran içine atacaktır.

Öbür dünyanın gerçekleri buradan tamamiyle ayrıdır!..

Zaman kavramının farklılığını izah için basit bir misâl verelim...

Güneşin kendi merkezi çevresinde ki turu 255 milyon sene!.. Bu ne demektir düşünebilir miyiz?..

Ölüm ötesi yaşam boyutunda, bir günün, bizim senemizle bin sene olduğu Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle ifade ediliyor:

«Rabbinizin indinde bir gün, ölçünüzle 1000 yıl gibidir» (22-47)

«Aralarında, kabirde ancak on gün kaldınız diye konuşacaklar» (20-103)

"Melekler ve ruh ona, miktarı 50 bin sene uzunluğunda olan bir günde çıkar!." (70-4)

"Onlar onu gördükleri zaman, sanki (dünyada) aşiyyen (güneş batımı ile havanın kararması arası kadarlık bir süre) ya da sabahın kısa bir vakti kadar yaşadıklarını FARKEDERLER" (79-46)

Oysa belki de, mezardaki canlı yaşamınız milyonlarca ve milyonlarca yıl sürecek.

«Sıratı insanların geçiş süresi 3000 senedir!» diyor Hazreti Muhammed Aleyhisselâm.

Bir günü dünya senesi ile 1000 sene olan, 3000 sene!...

Evet, Kıyâmet ile birlikte dünya üzerinde serbest kalan ruhların, güneşin çekim alanından kendilerini kurtarıp cennetlere ulaşmaları anlamına gelen sıratı geçiş süreleri bu kadar uzun bir zaman!..

Bu, o boyutun 3000 senesi!... Bizim zaman boyutumuz ise tamamiyle iptal!..

Kıyâmete kadar daha ne süre geçecek?..

Ölümü tadanların mezarlardaki, canlı, diri yaşamları acaba kaç milyon veya milyar sene sürecek?..

Sonra Dünyanın, Cehennemin hararetiyle eriyip düz bir tepsi gibi olması kaç milyar sene alacak?..

Sonra orada toplanan insanların, «sıratı geçme» diye ifade edilen «kaçışları» kaç yüz milyon sene tutacak?..

Ve nihayet ondan sonraki «ebedî» diye nitelenen yaşam kaç milyarlar kere milyarca seneyi kapsayacak?!..

Düşünün ki, bütün bu evreleri tek başınıza geçeceksiniz!.

Milyarlara ulaşacak bir süre, mezârda canlı, şuurlu bir şekilde hapis kalacak, bedeninizi oradaki hayvanların yemelerini seyredeceksiniz...

Sonra dünyada sahip olduğunuz ya da kullanmaya alıştığınız şeylerin yokluğunun ızdırabını çekeceksiniz...

Ta kıyâmete kadar sürecek bir azab bu!..

Ve de kıyâmet ile birlikte başınıza gelecekleri seyrederek!..

Bu işin sadece mezardaki yanı... Daha sonraki aşamalarına hiç geçmeyeceğim.

Arzu edenler çeşitli hadîs kitaplarından bundan sonraki devreleri ve buralarda karşılaşacakları şeyleri öğrenebilirler.

"Her nefis yarın için önceden gönderdiğine baksın..." (59-18)

Demek ki, insan, dünyada yapacağı çalışmalar ile yarın karşılaşacaklarını oluşturacaktır!..

Ya, bu gerçeği göz önüne alarak bilinçli bir şekilde dünya hayatımızı değerlendirecek ve ona göre, düşünce sistemimize, yaşantımıza yön vereceğiz; ya da bütün bunları bir yana koyarak, dünya zevk ve acıları içinde ömrümüzü tüketeceğiz..

Buna da sebep olacak şey, sadece Hazreti Muhammed'in açıkladığı “ALLAH” adıyla işaret ettiğini anlamamış olmamızdır!.

Şayet, samimî olarak ölüm ötesi yaşama kendimizi hazırlamak istiyorsak işe «ALLAH»tan başlamak, ve önce «ALLAH» adıyla işaret edilenin ne olduğunu fark etmek ve öğrenmek zorundayız!.

Genelde, kafamızda hayâl edilen TANRI'ya «ALLAH» adını verip O'nu bu etiket ile etiketleme hâli, bütün yanlış davranışlarımızın temelini meydana getirmektedir.

«Hevâsını hayâlindekini TANRI edineni gördün mü!?..» (25-43)

Taklit yollu TANRI kabulü, tüm din anlayışımızın temelini teşkil edince, çok zaman inkâra veya isyana uzanan bâtıl bir din anlayışı içine düşmekte ve neticede de her şeye boş vermekteyiz.

Oysa, "ALLAH'ın AHAD" oluşunun manâsını anlayabilsek, gökte bir TANRI olmadığını kavrayabilsek, herkesin kendi amellerinin karşılığına ulaşacağını idrâk etsek, bütün yaşamımız değişecektir!..

"ALLAH'ın AHAD" oluşundan ve bunun getireceği sonuçlardan sözetmeye çalıştığımız bu kitapçığımıza son vermeden önce kısaca bir konuya daha değinmek istiyorum.

* * *

İslam velileri arasında zaman zaman çok büyük tartışmalara yol açmış «Vahdet-i vücûd» - «vahdet-i şuhûd» meselesine gelince..

Öncelikle belirtelim ki, bütün evliyaullah, “ALLAH”In TEK'liği konusunda müttefiktir...

Hatta Nakşıbendi Tarîkatından Ubeydullah Ahrar:

«tasavvuftan gaye Vücud bahsidir» diyerek, tasavvuf çalışmalarının amacının “ALLAH”ın TEK'liğini kavramaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.

Bu tekliği anlamada iki ayrı yol vardır ZANNI, maalesef işin ehli olmayanları ikiye bölmüş; veliler de bu konuda kendi mertebe ve hallerine göre açıklamalarda bulunmuşlardır.

"ALLAH'ın AHADİYETİ" hakkında, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’dan gelen ilk bilgiler, Hz. Âli ve Hz. Ebû Bekir tarafından dalga dalga bütün velilere yayılmış ve nihayet İmam GAZALİ ve Muhyiddin A'râbî tarafından «Vahdeti vücûd» şeklinde bir TEKLİK, anlayışı olarak sistematize edilmiştir...

Ancak aradan geçen süre içinde çeşitli yanlış anlamalar, "AHADİYET"in yanlış yorumlanmasına sebep olmuş ve:

«Mevcûdat ALLAH'tır; ALLAH, varlıkta ne görüyorsan hepsinin toplamıdır» şeklindeki gerçek ötesi bir çizgiyi oluşturmuştur!.

Bunun üzerine konu, Hz.Rasûlullah’ın hicretinden 1000 yıl sonra Ahmed Faruk Serhendî tarafından yeniden ele alınmış, "vahdeti vücûd" gerçeği,

«mevcûdat ALLAH'tır»

şeklindeki maddeci görüş çizgisinden kurtarılarak;

«Mevcut olan sadece ALLAH'tır, her şey O'nun ancak gölgesidir», hiç bir şeyin kendine has vücudu yoktur; çizgisine oturtulmuştur.

Eğer biraz daha açık anlatmak gerekirse...

Kur'ân-ı Kerîm ve sayısız hadîsi şeriflere dayandırılarak izah edilen "Vahdeti Vücûd" görüşüne göre, mevcût olan herşey, gerçekte, TEK Hakk'ın vücûdundan -beden değil- başka birşey değildir!..

Esasen, tek bir vücûd (mevcud olan tek anlamında), vardır!..

Ancak, bu tek vücut, her an yeni bir şan olarak her an yeni bir oluş hâlinde çeşitli özelliklerini ortaya koymaktadır.

Varlık âleminde hükmü yürüyen tek bir ilim, tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir vücûd mevcuttur.

Bir “ALLAH” Adıyla İşaret Olunan’ın varlığı, bir de bunun yanı sıra kâinatın varlığı şeklinde, iki ayrı vücud mevcut değildir!.

İki ayrı var olan görüşünün; yani ikilik görüşünün sebebi, akıllı varlıkların var oluş amaçlarını yerlerine getirebilmeleri için, özlerinden perdeli olarak meydana getirilmeleridir!.

Eğer akıllarında, böyle bir perdelenme olmasaydı, her akıllı varlık, özdeğerlerinin bilincinde olurdu ki, bu takdirde çokluk görüntüsü ve çokluk yaşamına dair pek çok oluş meydana gelmezdi.

"Vahdeti vücûd" asırlarca bu şekilde bir gerçeği vurguladıktan sonra; hicretin 1000. yılı başlarında İmam-ı Rabbanî lâkabıyla bilinen Ahmed Faruk Serhendî konuya yeni bir açıklık getirdi...

Vücûd TEK'tir ancak... Bu görünen bilinen vücûd «zıll»dır... «gölge»dir.

Esasen burada Serhendî'nin «zıll» kelimesiyle işaret etmek istediği şey, görünen vücûdun, ZÂT'a nisbetle bir «gölge» veya «hayâl» olduğudur...

"ZÂT", "vücûd"dan münezzeh ve müberrâ olmak durumundadır!..

Nitekim, daha önce "İHLÂS" Sûresi açıklamasında üzerinde durduğumuz üzere, “ALLAH” adıyla işaret olunan, Zât'ı itibariyle "AHAD"dır ki, üzerinde düşünülmesi muhaldir!.

Bu yüzden de Hazreti Muhammed Aleyhisselâm tarafından konunun ehilleri uyarılmışlardır:

«ALLAH adıyla anılan’ın Zât'ı üzerine tefekkür etmeyiniz»...

Bu ikazı yanlış anlamayalım!.. Tefekkür edilebilir ama siz etmeyiniz, denmek istenmiyor!...

Böyle bir tefekkür, muhaldir!..

Böyle bir tefekkür mutlaka hedefini şaşırır ve neticede yanlış noktaya ulaşırsınız!. Onun için de sakın böyle muhal bir işe girişerek zamanınızı boş yere harcamayın, denmek isteniyor.

Bunun niçin olamadığını çok basite indirilmiş bir misâl ile açıklamaya çalışalım...

Sizin çeşitli isimlerle anlatılan pek çok özellikleriniz vardır... Bu özellikler kime aittir?.. Elbette size!.. Peki siz kimsiniz?. Canlı, şuurlu, düşünebilen, dileyen ve gücünce de bu dileklerini kuvveden fiile, yani tasavvurdan tatbikata çıkarabilen bir terkipsiniz... Peki bu vasıflara sahip olan kişi kim?.. "Ben" diyeceksiniz... Nedir bu "ben" dediğiniz?..

İşte bu noktada, ister istemez geri dönmek zorundasınız!.. Nasıl lâstiğe bağlı bir nesneyi attığımız zaman, esnekliği kadar ileriye gidip, bir noktadan sonra geri dönerse; çeşitli özellikleri ile târif ettiğiniz «BEN»den sonra da tekrar onun özelliklerine geri dönmek zorunda kalırsınız.

Zirâ, ne zaman «BEN» kelimesiyle işaret ettiğiniz Zât'ınızı anlatmağa kalksanız, mutlaka, onu, gene bir özelliğiniz yani vasfınız ile anlatmak zorunda kalacaksınız ki, işte bu durum tasavvuf lisânıyla, zât mertebesinden sıfat mertebesine rücû etmektir.

Dolayısıyla, “ALLAH” adıyla anılanın ZÂTI üzerine tefekkür etmek muhaldir!

İşte bu yüzden "AHAD" olan “ALLAH”, kendisinin dışında hiçbir varlık mevcud olmadığına, gene kendisi şehâdet eder...

«Şehîd ALLAHu enne Hu, lâ ilâhe illâ Hu...» (3-18)

«Şahittir ALLAH, sonsuzluğuyla hüviyetine ki; bu yüzden Kendinden gayrı bir TANRI da yoktur.»

«Ve ALLAH, dilediği birim isimleri altında, bu şâhidliğini izhar eder.» (Vel melâiketi ve ulûl ilmi»

Burada özellikle vurgulamak istediğimiz çok önemli bir nokta var!..

Önce varlığı, mevcudâtı, kâinatı, uzayları tanıyıp da; sonra «ALLAH» adıyla işaret edileni tanıyalım görüşü fevkalâde yanlıştır!.

Eserden müessire gitmek, diye eskilerin târif ettiği bu yol son derece uzun, dolambaçlı, tehlikeli ve âdeta labirent gibi bir şeydir!.. İçine bir girenin bir daha kolay kolay çıkması mümkün değildir.

«ALLAH»'ın kelimelerinin sonu yoktur!.. “ALLAH”ın isimlerinin işaret ettiği mânâların sonu yoktur!..

O mânâların seyri anlamında olan oluşların da sonu yoktur!..

Netice olarak âlemlerin sonu yoktur!..

Âlemlerin sonu kabulü, «hükmî»dir ve ZÂT'a nispetledir!.

Zâhir ve Bâtın ilimleri, bu hakîkatı idrâk ve yaşam için yeterli değildir...

Zâhir ilimleri denen beş duyuya dayalı ilimler- ki cifir ilmi de buna dahildir-; bâtın ilimleri denen beş duyu ötesi ilimler -ki hissî müşahede ve keşif bu bölümde mütalâa edilir- Hakikatı yaşamaya ve “ALLAH Adıyla İşaret Edilen’i tanımaya yeterli değildir!..

«Hakikatı» yaşayabilmek, ancak «ilmi ledün» ile mümkündür...

Zirâ, ilâhî sıfatlarla tahakkuk, ancak «ilm-i ledün» ile mümkündür!..

Şayet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda, sıfat boyutunda ve zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur.

Bunun için de ilk hedef "ALLAH İsmiyle İşaret Edilen’in ne olduğunu öğrenmek, anlamaktır!.

Yolculuk ALLAH'tan başlar, ve ALLAH'la, ALLAH'a olur ise son derece kısalır!.

Netice olarak şunu belirtelim ki, âlemleri tanıyarak ALLAH'a ermek değil; ALLAH'ı tanıyarak, âlemlerini seyretmek ana gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.

Aksi halde tüm ömrümüz âlemler içersinde geçer gider ve netice «hicap»ları aşamaz, «perdeli» olarak bu dünya yaşantısından geçer gideriz!.

ALLAH, sürekli tefekkür içinde yaşamayı; «ZAN»lardan kurtulup, gerçeğe ermeği; İlâhî hakikatler ve vasıflarla tahakkuk etmeyi takdir etmiş olsun bizlere!.

Ahmed Hulûsi
14 Kasım 1989
ANTALYA
* * *





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

2 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 2 ziyaretçi, 0 gizli