Gönderim zamanı 12.03.2007 - 16:35
İnsan önce Tanrı'nın tutsağıydı. Zincirlerini kırdı. Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini kırdı.
Artık hiçkimsenin tutsağı olmamalı...!DİYEN AYN RAND'IN ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE TAMAMEN KAPİTALİST DÜZENİ SAVUNAN(ASLA DOGRU BULMADIGIM), SÖYLEMİ.ÖZGÜRLÜK KAPİTALİZMDEMİ?
Özgür toplumu savunmak isteyen bir kimse, özgür toplumun vazgeçilmez
temelinin birey hakları ilkesi olduğunu bilmelidir. Birey haklarını muhafaza etmek
isteyen kimse, kapitalizmin birey haklarını kapsayabilecek ve koruyabilecek tek
sistem olduğunu anlamalıdır. Ve hürriyetin bugününün, entelektüellerinin
amaçlarıyla ilişkisini ölçmek isteyen kimse, bunu, birey hakları kavramının,
sözde “muhafazakarlar” tarafından görmezden gelinmesi, çarpıtılması, tahrif
edilmesi ve nadiren tartışılması gerçeğine bakarak ölçebilir.
“Haklar” moral bir kavram ve bağdır –bir bireyin eylemlerine rehberlik eden
ilkelerden, o kişinin diğer bireylerle olan ilişkilerine rehberlik eden ilkelere
mantıksal bir geçişi sağlayan bir kavram- bireysel ahlakı sosyal bir bağlamda
muhafaza eden ve koruyan bir kavram- bir insanın ahlaki düsturlarıyla bir
toplumun hukuki kuralları arasındaki bağ, etik ve politika arasındaki bağ. Birey
hakları toplumu ahlaki kurallara tabi kılmanın araçlarıdır.
Her siyasal sistem bazı etik kurallara dayanır. İnsanlık tarihi boyunca egemen
olan etikler, bireyi ya mistik veya sosyal birtakım üstün otoritelere tabi kılan
altruist–kollektivist doktrinin çeşitli türleriydi. Bunun sonucu olarak
insanlığın eseri olan politik sistemlerin çoğu, öz bakımından aynı olan,
aralarında yalnızca bazı derece farkları bulunan, sadece geleneklerin
tesadüfüyle, kaosla, kanlı kavga ve dönemsel çöküşlerle sınırlandırılan aynı
devletçi tiranlığın türleridir. Bütün bu politik sistemlerde ahlak(ilik) topluma
değil yalnızca bireylere uygulanabilen bir kurallar bütünüydü. Toplum, ahlakın
tecessümü, kaynağı veya tek yorumlayıcısı olarak ahlak kurallarının dışına
yerleştirildi ve sosyal vazifeye kendisini adama inancının aşılanması insanın
dünyadaki varlığında, ahlakların yegane amacı olarak mütalaa edildi.
“Toplum” diye bir varlık olmadığından, toplum yalnızca bir grup bireysel insan
olduğundan, toplumun ahlak kuralları dışında tutulması pratikte şu sonucu verdi:
Toplumun yöneticileri ahlak kuralından muaf tutuldu; yöneticilerin eylemleri
yalnızca geleneksel usullere konu oldu. Böylece yöneticiler bütün gücü ellerinde
tuttular ve “iyi, toplum (veya kabile, ırk, millet) için iyi olan şeydir” ve
“yöneticinin iradesi yeryüzünde toplumun (iyinin) sesidir” zımni kuralına
kayıtsız şartsız itaat istediler.
Bu, mistik veya sosyal altruist-kollektivist etiğin bütün türleri altındaki tüm
devletçi sistemler için doğrudur (geçerlidir). “Kralların ilahi hakkı” teorisi
mistik altruist-kollektivist ahlakın; “Vox populi, vox dei” (halkın sesi hakkın
sesi) ilkesi sosyal altruist-kollektivist ahlakın siyasi teorisini özetler.
Tarihte gördüğümüz örnekleriyle; cisimlenmiş bir tanrı kimliğindeki Firavun’uyla
Mısır teokrasisi –Atinalıların sınırsız çoğunluk veya demokrasi yönetimi- Roma
İmparatorluğunca yönetilen refah devleti –geç ortaçağların engizisyon mahkemesi-
Fransa’nın mutlak monarşisi- Bismark Prusya’sının refah devleti- Nazi
Almanya’sının gaz odaları ve Sovyetler Birliği’nin mezbahaları bu sistemlerin
numuneleridir.
Bütün bu politik sistemler altruist -kollektivist ahlakın sonuçlarıydı- ve
hepsinin ortak özelliği, toplumun, kadiri mutlak, egemen, kaprislerine göre
davranmayı kutsal bir ilke gibi kabullenen bir varlık olarak ahlak kuralının
üstünde durduğu gerçeğiydi. Bu yüzden, siyasal olarak, bütün bu sayılan
sistemler amoral bir toplumun türleriydi.
İnsanın bireysel hakları ilkesi, ahlakiliğin, devletin gücü üzerinde bir
sınırlama, bireyin kollektivitenin zalim gücüne karşı korunması, güçlünün hakka
(adalete) tabi kılınması olarak, sosyal sistemin derinliklerine doğru
yayılmasıdır. Birleşik Devletler tarihteki ilk ahlaklı toplumdu.
Daha önceki bütün sistemler, insanı, diğerlerinin amaçlarına kurban edilebilecek
araçlar, toplumu ise kendi başına bir amaç olarak telakki etti. Birleşik
Devletler insanı kendi başına bir amaç olarak, toplumuysa bireylerin barışçıl,
düzenli ve gönüllü birlikteliğinin bir aracı olarak gördü. Bütün evvelki
sistemler bireyin hayatının topluma ait olduğuna, toplumun bireyi toplumun
dilediği herhangi bir şekilde bertaraf edilebileceğine, bireyin yararlandığı her
ve herhangi bir hürriyete ancak ve yalnızca toplumun lütfuyla ve müsaadesiyle
sahip olabileceğine ve toplumun herhangi bir vakit bu hürriyeti ortadan
kaldırabileceğine inandı. Birleşik Devletler bireyin hayatının hakla (ki bunun
anlamı, ahlak ilkesiyle ve insan tabiatından dolayı demektir) kendisine ait
olduğunu, bir hakkın bireyin mülkü olduğunu, haddizatında toplumun hiçbir hakka
sahip olmadığını, bir devletin tek haklı amacının birey haklarının korunması
olduğunu kabul etti.
Bir “hak”, bir bireyin eylem hürriyetini sosyal çerçevede tanımlayan ve tasvip
eden moral bir prensiptir. Sadece bir temel hak vardır (bütün diğer haklar bu
temel hakkın sonuçları veya gerekçeleridir); bireyin kendi hayatına sahip olma
hakkı. Hayat kendi kendini sürdüren ve kendi kendine üretilen bir eylem
sürecidir. Hayat hakkı demek, kendi kendini sürdüren ve üreten eylemle meşgul
olma hakkı demektir; bunun anlamı ise, rasyonel bir varlık oluşun tabiatı
tarafından gerekli kılınan, bireyin kendi hayatını sürdürmesi, ilerlemesi,
hayatın gereklerini yerine getirmesi ve hayattan zevk alması için gerekli bütün
eylemleri yapması hakkıdır. (Bu, yaşama hakkı, özgür olma hakkı ve mutluluğu
arama hakkının anlamıdır). Bir “hak” kavramı yalnızca bir tek eyleme, özellikle,
eylem hürriyetine raci olur. Bunun anlamı fiziki zorlamadan, baskıdan ve diğer
insanların müdahalesine maruz kalma korkusundan emin olmak demektir.
Böylece her birey için, bir hak bir “pozitif”in, onun kendi yapısına göre, kendi
amaçları için, kendi gönüllü, zorlanmamış seçimiyle hareket etme hürriyetinin
moral tasdikidir. Onun hakları diğer insanlara, negatif bir yükümlülük, yani
onun haklarını ihlal etmekten uzak durmak dışında hiçbir yükümlülük yüklemez.
Hayat hakkı bütün hakların kaynağıdır ve mülkiyet hakkı bütün hakların tek
aracıdır. Mülkiyet hakkı olmaksızın başka hiçbir hak mümkün olamaz. İnsanoğlu
hayatını kendi gayretiyle devam ettirebileceğinden, kendi emeğinin –gayretinin
ürününe sahip olma hakkı bulunmayan insan kendi hayatını devam ettirmek için
hiçbir yola sahip değildir. Ürettikleri diğer insanlar tarafından gasp edilen
insan bir köledir.
Şu noktayı hatırda tutmalıyız: Mülkiyet hakkı, eyleme yönelik bir haktır, bütün
diğer hakları gibi, bir nesneye yönelik bir hak değil eyleme ve o nesneyi
üretmenin veya kazanmanın sonuçlarına yönelik bir haktır. Mülkiyet hakkı bireyin
herhangi bir mal mülk kazanacağının bir garantisi değil, sadece kazandıklarına
sahip olacağının bir garantisidir. Mülkiyet hakkı, maddi değerleri kazanma,
muhafaza etme, kullanma ve elden çıkarma hakkıdır.
Birey hakları kavramı o tarihte o kadar yenidir ki, pek çok kişi bu kavramı
bugüne kadar tam olarak kavrayıp sindiremedi. Sosyal veya mistik etik
teorilerine uygun olarak, bazı insanlar haklarının Tanrının bir hediyesi
olduğunu, diğer bazıları da onların toplumunun bir hediyesi olduğunu ileri
sürerler. Fakat, gerçekte, hakların kaynağı insan tabiatıdır.
Bağımsızlık Beyannamesi insanların “Yaratıcı tarafından inkar edilemez bazı
haklarla donatıldığını” ifade etti. İnsanın ister bir yaratıcının isterse
doğanın eseri olduğuna inanılsın, insanın orijini meselesi şu gerçeği
değiştirmez: İnsan, zorlama altında başarılı biçimde işleyemeyecek özel bir
varlıktır -rasyonel bir varlık- ve haklar insanın özel varlık tarzının bir
gerekli koşuludur.
“Birey haklarının kaynağı ilahi hukuk veya kongrenin kanunu değil, fakat kimlik
kanunudur. Haklar, insanın tabiatının insanın insana yaraşır bir şekilde
yaşayışı için gerekli kıldığı varlık şartlarıdır. İnsanın dünyada yaşamak,
kendi hür yargısına göre davranmak, kendi değerleri için çalışmak ve emeğinin
ürünlerini muhafaza etmek hakkı mevcuttur. Eğer dünya üzerinde yaşamak onun
amacıysa, rasyonel bir varlık olarak yaşamak hakkına sahiptir; doğa ona
irrasyonel olmayı yasaklar”
Birey haklarını ihlal etmek demek, onu kendi yargısının aksi yönde davranmaya
zorlamak veya onun değerlerini kamulaştırmak demektir. Esas olarak, bunu
yapmanın yalnız bir yolu vardır. Fiziksel zor kullanımı. İnsan haklarının iki
muhtemel ihlalcisi vardır: Suçlular ve siyasi yönetim. Birleşik Devletler’in
büyük kazanımı, bunlardan ikincisine ilkinin eylemlerinin yasal kılıf geçirilmiş
versiyonlarını yasaklamak suretiyle, bu ikisi arasında bir ayırım çizgisi
çekmekti.
Bağımsızlık Beyannamesi, “bu hakları güvence altına almak için, insanlar
arasında siyasi yönetimler oluşturuldu” ilkesine dayandı. Bu ilke; bir devletin
tek geçerli haklılaştırılmasını sağladı ve siyasi gücün tek meşru amacını
tanımladı: Birey haklarını, bireyi fiziksel şiddetten korumak suretiyle,
korumak.
Böylece devletin fonksiyonu geleneksel yöneticilik rolü olmaktan çıkıp hizmetçi
olma rolüne dönüştü. Siyasi yönetim bireyi suçlulardan korumak için kuruldu;
anayasa bireyi siyasi yönetimden korumak için yazıldı. Haklar Bildirgesi (Bill
of Rights) doğrudan doğruya özel vatandaşlara karşı yazılmadı; birey haklarının
her türü kamu gücüne veya sosyal güce üstün olacağının kati beyanı olarak,
siyasi yönetime karşı yazıldı.
Sonuç, Amerika’nın –150 yıl gibi kısa bir süre için- bütünüyle gerçekleştirmeye
çok yaklaştığı bir uygar toplum modeliydi. Bir uygar toplum, toplum içindeki
insan ilişkilerinde fiziksel zor kullanımının yasaklandığı, siyasi yönetimin,
bir polis gücü olarak hareket etmek suretiyle, sadece şiddet kullanımına
yönelenlere karşı ve yalnızca bu kişilerin şiddet kullanması halinde mukabil
olarak fiziksel zor kullanabileceği bir toplumdur.
Bu, Amerikan politik felsefesinin, birey hakları prensibinde zımni olarak
beliren esas anlamı ve amacıydı. Fakat ne nazik bir şekilde formüle edildi, ne
tam olarak kabul edildi, ne de tutarlı biçimde uygulandı.
Amerika’nın iç çelişkisi altruist-kollektivist ahlaklardı. Altruizm özgürlük,
kapitalizm ve birey haklarıyla bağdaşmaz. Hiç kimse mutluluğun aranmasını
kurbanlık bir hayvanın moral statüsüyle birleştiremez.
Hür bir toplumu doğuran şey, birey hakları kavramıydı. Özgürlüğün yok edilmesi,
birey haklarının tahribi ile başlamak zorundaydı.
Bir kollektivist tiran, bir ülkeyi, o ülkenin maddi ve manevi değerlerini derhal
gasbederek köleleştirmeye cesaret edemez. Bu bir iç çürüme süreciyle yapılmak
zorundadır. Aynen maddi alanda bir ülkenin zenginliğini yağmalamanın o ülkenin
parasını artırarak yapılması gibi. Dolayısıyla, haklar alanında uygulanmakta
olan bir enflasyon sürecinde de şahit olunabilir. Bu süreç yeni türetilmiş
“haklar”ın büyümesini gerektirir ve halk bu yolla kavramın anlamının tersine
çevrildiği gerçeğine dikkat etmez. Aynen kötü paranın iyi parayı kovması gibi,
bu yapay-türeme haklar hakiki hakları inkar eder, yok eder.
Şu garip gerçeği mütalaa edin: Hak olduğu iddia edilen yeni “haklar” ile
işçi-köle kampları iki çelişik vakadır ve bütün dünyada hiçbir zaman hiçbir şey
bunlar kadar bol bir şekilde bulunmamıştır.
Kurnazlık, haklar kavramının siyasi alandan ekonomik alana kaydırılmasıydı.
Demokrat Parti’nin 1960 kongresi bu kayışı tam anlamıyla ve açıkça özetler. Buna
göre bir Demokrat yönetim “Franklin Roosevelt’in 16 yıl önce milli bilincimize
kazıdığı ekonomik haklar bildirgesini yeniden tasdik edecektir”. Kongrenin
önerdiği listeyi okuduğunuz vakit “haklar” kavramının anlamını berrak biçimde
aklınızda tutun:
“1. Endüstri tesislerinde, mağazalarda, çiftliklerde veya ülkenin madenlerinde
yararlı ve kazançlı bir işe sahip olma hakkı.
2. Uygun yiyecek, giyecek ve eğlenme, istirahat imkanı sağlamaya yeterli kazanç
temin etme hakkı.
3. Her çiftçinin ürünlerini yetiştirme ve onları kendisiyle ailesine nezih bir
hayat sağlamaya yetecek getiri karşılığında satma hakkı.
4. Büyük, küçük her işadamının, içte ve dışta, adil olmayan haksız rekabet ve
monopollerinin tahakkümüne düşme korkusundan uzak bir hürriyet ortamında ticari
faaliyette bulunma hakkı,
5. Her ailenin uygun bir eve sahip olma hakkı.
6. Uygun tıbbi tedavi imkanları edinme hakkı ve sağlıklı bir hayat yaşama ve
bundan zevk alma hakkı.
7. Yaşlılık çağıyla hastalık, kazalar ve işsizliğin doğuracağı ekonomik
korkulardan yeterli korunma hakkı.
8. İyi bir eğitim hakkı”.
Yukarıdaki sekiz cümlenin her birine bir tek soru eklemek konuyu daha vazıh
kılacaktır: Kimin pahasına?
İşler, yiyecek, giyecek, eğlence, evler, tıbbi bakım, eğitim vs. tabiatta
kendiliğinden büyümez. Bunlar insan yapımı değerler –eşyalar ve insan tarafından
üretilen hizmetlerdir. Kim sağlayacak bunları?
Eğer bazı insanlara bir hakla, diğer bazı insanların çalışmalarının ürünleri
üzerinde birtakım yetkiler kazandırılırsa, bunun anlamı, üreten insanların
haklarından mahrum edilmesi ve köle işgücü olmağa mahkum kılınmasıdır.
Bir kimsenin “hak” olduğu öne sürülen herhangi bir hakkı, eğer başka birinin
haklarının ihlal edilmesini gerektiriyorsa, bir hak değildir ve olamaz.
Hiç kimse başka biri üzerine, onun seçimi olmayan bir zorunluluk, bir
karşılıksız-bedelsiz görev, bir gönülsüz hizmetçilik yükleme hakkına sahip
olamaz. “Köleleştirme hakkı” gibi bir hak olamaz.
Bir hak, o hakkın başka insanlar tarafından maddi bakımdan gerçekleştirilmesini
kapsamaz; o sadece bu gerçekleşmeyi bireyin bizzat kendi gayretiyle elde etmesi
hürriyetini kapsar.
Bu çerçevede Amerikan Kurucu Babalarının entelektüel bakımdan ne kadar kesin
olduğunu gözleyin; Onlar mutluluğu arama hakkından söz ederler, mutlu olma
hakkından değil. Bunun anlamı şudur: Bir insan mutluluğunu kazanmak için gerekli
gördüğü eylemleri yapma hakkına sahiptir. Diğer insanlar onu mutlu yapmak
mecburiyetinde değildir.
Hayat hakkı, bir insanın kendi hayatını bizzat kendi çalışmasıyla sürdürmesi
hakkıdır. Bu demek değildir ki diğer insanlar ona hayatın ihtiyaçlarını
sağlamalıdırlar.
Mülkiyet hakkı, bir insanın mal mülk kazanmak, bunları kullanmak ve elinden
çıkarmak için gerekli ekonomik faaliyetlerde bulunma hakkına sahip olması
demektir; başkalarının ona mal-mülk sağlamak zorunda olması demek değildir.
Söz hürriyeti demek bir insanın, fikirlerini, siyasi iktidar tarafından baskı
altında tutulma, müdahale edilme veya cezalandırılma tehlikesinden uzak olarak
ifade etme hakkına sahip olması demektir. İfade hürriyeti diğer insanların bu
kimseye, fikirlerini ifade etmek için kullanmak üzere bir konferans salonu, bir
radyo istasyonu veya bir baskı makinesi sağlaması demek değildir.
Birden fazla insanın katılımını icap ettiren herhangi bir iş her katılımcının
gönüllü rızasını gerektirir. Tarafların her biri kendi kararını verme hakkına
sahiptir, fakat hiçbiri kendi kararlarını zorla diğerlerine dayatmak hakkına
sahip değildir.
“Bir işe sahip olma hakkı” gibi bir hak yoktur, sadece serbest ticaret hakkı
vardır; bu, bir kimsenin, eğer başka biri onu çalıştırmak isterse, bir iş
edinmesi hakkıdır. “Bir eve sahip olma hakkı” gibi bir hak yoktur, sadece
serbest ticaret hakkı; bir ev inşa etmek veya satın almak hakkı vardır. Eğer hiç
kimse bir mal için para ödemek istemiyorsa, şayet hiç kimse bir insanı
çalıştırmak veya onun ürününü satın almak istemiyorsa, “adil bir ücret veya
fiyat hakkı” gibi bir hak yoktur. Hiçbir üretici süt, ayakkabı, sinema filmi
veya şampanya gibi malları üretme yolunu seçmediği takdirde tüketicilerin
bunları edinme hakları, “tüketici hakları” gibi haklar yoktur (sadece onları
kendi kendine üretme hakları vardır). Özel grupların “hakları” yoktur,
“çiftçilerin, işçilerin, işadamlarının, işverenlerin, yaşlıların, gençlerin,
doğmamışların hakları” yoktur. Sadece her bireysel insanın ve bireyler olarak
bütün insanların sahip olduğu insan hakları vardır.
Mülkiyet hakları ve serbest ticaret hakkı insanın tek “ekonomik hakkı”dır
(aslında bunlar politik haklardır) –ve “ekonomik haklar bildirgesi” cinsinden
bir şey olamaz. “Ekonomik haklar”ın savunucularının mülkiyet haklarını ve
serbest ticaret haklarını gasbettiğini gözleyin.
Hatırlayınız ki haklar, bir insanın eylem hürriyetini koruyan, fakat diğer
insanlara hiçbir zorunluluk yüklemeyen moral ilkelerdir. Özel kişiler bir
diğerinin hürriyetine veya haklarına bir tehdit değildir. Fiziksel zora başvuran
ve diğer insanların haklarını ihlal eden özel kişi bir suçludur ve insanlar ona
karşı kanuni korunma hakkına sahiptir.
Suçlular herhangi bir ülkede ve herhangi bir çağda küçük bir azınlıktır. Ve
bunların insanlığa verdiği zarar, insanoğlunun siyasi yönetimlerince
gerçekleştirilmiş olan dehşet –katliamlar, savaşlar, zulümler, gasplar,
kıtlıklar, köleleştirmeler ve toplu tahripler- ile kıyaslandığında çok azdır.
Potansiyel olarak bir siyasi yönetim insan haklarına yönelik en tehlikeli
tehdittir; siyasi yönetim yasal olarak silahsızlandırılmış kurbanlara karşı
fiziki zor kullanma konusunda hukuki bir tekeli elinde tutar. Birey haklarıyla
sınırlandırılmadığı ve kısıtlanmadığı zaman bir siyasi yönetim insanın en
ölümcül düşmanıdır. Haklar Bildirgesi, özel kişilerin eylemlerine karşı değil
siyasi yönetimin eylemlerine karşı yazıldı.
Şimdi birey haklarının tahrip edilme mekanizmasını gözleyin.
Süreç, siyasi yönetime anayasal olarak yasaklanmış belirli ihlalleri özel
kişilerin üstüne atmak ve böylece yönetimi bütün sınırlamalardan kurtarmaktan
oluşur. Bu yöntem söz hürriyeti alanına doğru gittikçe daha aşikar oluyor.
Kollektivistler yıllardır bir özel kişinin ona muhalif olan birini finanse
etmeyi reddetmesi fikrinin, muhalifin hür konuşma hakkının ihlali ve bir
“sansür” eylemi olduğu yolundaki görüşü propaganda etmektedirler.
Kollektivistler, eğer işadamları kendilerini suçlayan, küçülten ve lekeleyen bir
dergiye reklam vermeyi reddederlerse bunun “sansür” olduğunu iddia ederler.
Bir TV programı destekleyicisi yapımını finanse ettiği bir programda
gerçekleştirilen kendine yönelik tecavüzlere itiraz ederse, bunun bir “sansür”
olduğunu öne sürerler –eski başkan yardımcısı Nixon’u suçlamak üzere davet
edilen Alger Hiss’in olayındaki gibi- Ardından Mr. Newton N. Minow konuşur:
“Oranlamalar yoluyla, reklamcılar, şebekeler ve kendi alanlarında önerilen
programları reddeden şirketler yoluyla bir sansür uygulaması vardır”. Aynı Mr.
Mnow program yapımında kendi görüşlerine uymayan televizyon istasyonlarının
yayın izinlerini iptal etmekle tehdit eder ve bunun sansür olmadığını öne sürer.
Bu çeşit bir eğilimin uygulamalarını gözleyin:
“Sansür” yalnızca siyasi yönetimin eylemleri için kullanılabilecek bir terimdir.
Hiçbir özel eylem sansür değildir. Hiçbir özel kişi veya şirket bir insanı
susturamaz veya bir yayını engelleyemez; sadece devlet bunları yapabilir. Özel
kişilerin konuşma hürriyeti, aynı fikirde olmama, dinlememe ve kendi
düşmanlarını finanse etmeme haklarını kapsar.
Fakat “ekonomik haklar bildirgesi” gibi doktrinlere göre bir birey, kendi maddi
varlığını kendi kanaatlerine göre kullanma hakkına sahip değildir ve kendi
parasını, ayırım yapmaksızın, onun mülkiyeti üzerinde bir “hakkı” olan herhangi
bir konuşmacıya ve propagandiste devretmelidir.
Bunun anlamı şudur: Fikirlerin ifadesi için araçlar sağlama yeteneği bir insanı
herhangi bir fikre sahip olma –bir fikri savunma- hakkından mahrum eder. Buna
göre bir yayınevi, değersiz, yanlış veya zararlı (kötü) bulduğu kitapları
neşretmek zorundadır –bir TV programının mali giderlerinin karşılayıcısı kendi
kanaatlerini tahkir eden yorumcuları finanse etmek mecburiyetindedir- bir
gazetenin sahibi kendi başyazı sütunlarını basının köleleştirilmesi için yaygara
yapan genç serserilere tahsis etmelidir. Bu, bir grup insan çaresiz sorumsuzluğa
sokulurken, diğer bir grup insanın sınırsız yetki “hakkı” kazanması demektir.
Fakat her isteyene bir iş, bir mikrofon, bir gazete sütunu sağlanması açıkça
imkansız olduğundan, mal-mülk sahiplerinin seçme hakkı kaldırıldığı zaman
“ekonomik haklar”ın dağıtımını ve bu dağıtımdaki alıcıları kim belirleyecektir?
Mr. Minow bu sorunun cevabını gayet açıkça ortaya sermektedir.
Eğer Mr. Minow’un formülünün yalnızca büyük mülkiyet sahiplerine uygulanacağını
zannetme hatasına düşerseniz, şunu anlamalısınız: “Ekonomik haklar” teorisi, her
tiyatro yazarı olmayı düşleyene, her avare şaire, her gürültücü besteciye, her
politik himayecisi olan ressama, sizin, gösterilerini izlememek veya eserlerini
almamak yoluyla onlara vermekten kaçındığınız mali desteğin sağlanması hakkını
da kapsar. Yoksa, sizin vergi paranızı sübvanse edilmiş sanat için harcamanın
anlamı nedir?
Bazı insanlar “ekonomik haklar” hakkında gürültü yaparken, politik haklar
kavramı ortadan kayboluyor. Hür konuşma hakkının bireyin kendi görüşlerini
savunma ve diğer insanlarla uyuşmama muhalefet edilme, fazla tanınmayan – ünsüz
biri olma ve destekten mahrum kalmayı da kapsayan muhtemel sonuçların karşılama
hürriyeti olduğu unutuluyor. “Özgürce konuşma hakkı”nın siyasal fonksiyonu
muhalifleri ve makbul olmayan azınlıkları zora dayanan bastırmadan korumak
demektir, onlara destekler, avantajlar ve kazanmadıkları bir çok tutulurluğun
ödüllerini garanti etmek değildir.
Haklar Bildirgesinde şöyle denir: “Kongre konuşma özgürlüğünü, veya basın
özgürlüğünü kısıtlayan hiçbir kanun yapmayacak...” O, özel vatandaşlarının,
onların yok edilmesini savunan birine bir mikrofon, veya onları soymaya çalışan
hırsıza bir anahtar veya onların boğazlarını kesmeyi isteyene bir bıçak
sağlamalarını talep edemez.
Politik haklara karşı, “ekonomik haklar” formülü zamanımızın en hayati
sorunlarından birinin ifadesidir. Bu formül ya o, ya da öbürü formülüdür. Biri
diğerini tahrip eder. Fakat, gerçekte hiçbir “ekonomik hak”, “kollektif hak”,
“kamu çıkarı hakları” yoktur. “Birey hakları” terimi bir gereksizliktir, sadece
hak vardır, başka hiçbir çeşit hak ve onlara sahip olacak kişi, kimse yoktur.
Laissez-faire kapitalizmini savunanlar, insan haklarının yegane
savunucusudurlar.
* Bu metin Prof.Dr.Atilla Yayla tarafından tercüme edilmiştir.Bkz:
Ayn Rand, “İnsanın Hakları”, içinde: Sosyal & Siyasal Teori –Seçme Yazılar-,
(Der:Atilla Yayla), Ankara: Siyasal Kitabevi,1993. 258-264.
Cesurduk herkes kadar
Geçtik Gökkuşağının altından
Sakınmadan, ıslanmadan.
Umudumuz Sevgiydi, Maviydi, Deniz''di
Korkmadık kırmızıya boyanmaktan..