İçerik değiştir



- - - - -

Yaşamın Gerçeği


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 30 yanıt verildi

#1 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 23.12.2004 - 20:49


YAŞAMIN GERÇEÐİ


Bilelim ki…
Bütün ilimlerin başı, Allah’ı bilmektir!.
“Allah”ı bilmeyenin ilmi ise, boşa emektir!
“Allah’ı hakkıyla idrâka çalışmadılar” diyor Kurân, 22.sûrenin 74. âyetinde...
Öyleyse önce, “Allah” ismiyle işaret edileni çok iyi bilmemiz lâzım!.
Zîrâ şu âyetlere dikkat edelim:
“Hayâlini hevâsını tanrı edineni gördün mü?”(45-23)
”Allah yanısıra tanrı edinme!” (28/88)
“Allah de, bırak sapık fikirleriyle başbaşa!” ( 6/91)
Âşikardır zâtı Hak, görmeyi bir dilesen…
“Benliği”dir var olan, adını silebilsen!
Düşünürsün ki varsın; oysa bu varsayımın!!!
Zâtı Hak’tır varlığın, “nefs”ini görebilsen!
“ALLAH” ismiyle işaret edileni, anlatmaya çalıştığımız kitabın adı “Hz. Muhammed’in açıkladığı ALLAH” olarak konuldu.
Belki de pek çoğumuz için şaşırtıcı bir isim..
Niçin sadece “ALLAH” değil de; “Hz.Muhammedin açıkladığı Allah”?
Çünkü insanların pek çoğu, hayalinde tasavvur ettiği “tanrı” kavramını “ALLAH” adıyla etiketliyor da ondan…. “ALLAH” ismiyle işaret edilenden tamamen alâkasız “tanrı” kavramıyla avunup yaşamına buna göre yön veren insanların sonu ise çoklukla hüsran olacak, zira sonuçta kafalarında kurguladıkları böyle bir “tanrı”nın var olmadığını görerek büyük sükûtu hayâle uğrayacaklar maâlesef!.
“ALLAH” adıyla işaret edileni anlatmaya çalıştığımız kitabımızda elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce “Allah” ismiyle işaret edilenin bir “Tanrı” olmadığını; çeşitli yanlış bilgilere ve şartlanmalara dayanan hayâllerde kurgulanmış türlü “Tanrı”ların asla Hz.Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu “ALLAH” ile bağdaşmadığını izah etmeye çalıştık.
En ilkelinden gelişmişine kadar hemen herkesin düşüncesinde bir tanrı vardır...
Onu sever, ona kızar, onu yargılar, zaman zaman yaptığı yanlış işler yüzünden onu itham eder. Âdeta onu yukarıda bir yıldızda, ya da boşlukta oturmakta olan bir tonton dede ya da celâlli bir sultan gibi tahayyül ederiz.
Biraz daha geniş düşünenler ise bu tahayyülümüzde kurgulanmış tanrının olamayacağını söyler ve “biz Tanrıya inanmıyoruz” derler..
Evet... Hz.Rasûlallah, kişinin ölümötesinde karşılaşacağı olaylara göre o kişinin zarar görmemesi, huzur ve sadet içinde yaşaması için gerekli olan şartları bildirerek o şartlara dönük bir biçimde belli önerileri ve teklifleri getirmiştir.
Kişi kendi aklı-idrâkıyla bu teklifleri değerlendirip birtakım çalışmaları yapar veya yapmaz; sonucuna katlanır!
İşte bu sebepledir ki Kurân’da;
“Lâ ikrâha fiyd diyn!”
“Din içindeki tatbikatta; Din uygulanmasında zorlama yoktur” hükmü gelmiştir. Yani, hiç bir ferdin veya kuruluş veya devletin, bir kişiye dini bir kuralı uygulatma yolunda zor kullanma hakkı veya sorumluluğu yoktur, bu âyete göre!.
Kurân’ı kabul eden, âyeti kabul eden kişinin, bir başkasına herhangi bir dini kuralı uygulatma konusunda zorlama yapmaya hakkı yoktur!.
Çünkü esasen zaten olay, zorlamayla yapılacak bir olay değildir.
Sen, diyelim ki, belli bir imana sahip kişisin... Ama, Cuma namazına gitmiyorsun, hangi gerekçeyle olursa olsun.. Buna karşın, Allah’a inanıyorsun… Kurân’ın Hak Kitap olduğunu kabul ediyorsun.. Hz. Muhammed’in Allah Rasûlü olduğunu kabul ediyorsun..
Şimdi eğer be, seni Cuma namazına herhangi bir cezai müeyyideyle, tedbirle göndermeye kalkarsam, sen kerhen, istemeye istemeye Cuma’ya gideceksin; veya oruç tutacaksın..
Ben seni zorladığım için, sen istemediğin halde oruç tutuğunda veya namaz kıldığında, bu yaptığın hareket MÜNÂFIKLIKtır; ikiyüzlülüktür!
Yani sen, belli bir imanı olan kişiyken, benim seni zorlamam yüzünden istemeyerek, yaptığım zorbalık yüzünden, uyguladıklarınla münâfıklık düzeyine düşersin!.
Benim seni, iman noktasından münafıklık çizgisine atmaya hakkım yoktur!
Hiçbir kimsenin de, bir başkasını dini bir kuralı uygulamağa zorlamaya hakkı yoktur!.
Neye göre? Kurân’a göre!.
Kurân insanların kendi aklıyla kendi idrakıyla kendi yolunu çizmesini öneriyor!.
İşte bu yüzden zaten İslâm, TEKLİFTİR!
“İslâm’ın şartları” diye bahsedilen çalışmalar, tekliftir! Yani “sen bunları bunları yaparsan şu neticelerle karşılaşacaksın; veya yapmazsan şu tarz olaylarla karşılaşacaksın”, denerek teklif ediliyor.
Kişi de bu teklifi, ya değerlendirir veya değerlendirmez, neticesine kendi katlanır.
Demek ki İslâmiyet, kişinin ölümötesine inanması veya ölümötesi yaşamı idrak etmesi sonucu, kendisinin karar vererek birtakım şeyler yapmasını istiyor.
Zorlama diye bir olay yok!.
Ayrıca herbirimiz Hz.Rasûlallah’a inanmak ve O’nun gösterdiği yoldan gitmek teklifiyle karşı karşıyayız.
Senin herhangi bir tarikata, herhangi bir şeyhe bağlanman veya herhangi bir mezhebe girmen diye Din’de bir hüküm yoktur.
Çünkü Din esas itibariyle akla, mantığa, düşünen insana hitab eder; ve İnsanların düşünmesini, tefekkür etmesini, aklını mantığını kullanmasını ister.
Yani kişinin, kendi yolunu kendinin çizmesini ister.
Dolayısıyla herkes, Kurân’ı elinden geldiği kadar anlayacak.. Hz. Rasûlullah’ın sözlerini açıklamalarını dinleyecek, etüd edecek, ve buna göre kendine bir yol çizecek.
İslâm, Kurân insanın körükörüne, koyun gibi gidip birisine tâbi olmasından yana değildir.
İnsanın aklıyla mantığıyla yolunu çizmesinden yanadır!.
İşte bu sebeptendir ki, biz insanların bu konuları düşünmesini, araştırmasını, bu yolda etüdler yapmasını ve bunun gereği bir biçimde de kendi yaşamına kendisinin yön vermesini öneriyoruz.
Dolayısıyla biz hiçbir zaman, ne bir dini liderlik, ne bir önderlik, ne bir şeyhlik, ne bir hocalık, ne de herhangi bir dini ünvan ve etiketten yana değiliz; böyle ünvanımız yok; insanları da kesinlikle kendimize davet etmiyoruz! Cahiller, bizi, bu görüşümüze rağmen, bizi nasıl etiketlemek isterse istesin, bu etiket bize yapışmaz!
İslâm’da asla “din adamlığı” diye bir sınıf veya etiket yoktur!
Biz, insanların kendi akıl ve mantıklarını kullanarak, kendi yollarını kendilerinin çizmeleri realitesine davet ediyoruz..
İnsanları, gerçekçi bir biçimde İslâm’ı kaynaklarından araştırıp sorgulamaya, öğrenmeye davet ediyoruz.
Öyleyse bu gerçekler ışığı altında düşünelim...
Din’i gerçekçi bir biçimde değerlendirelim...
Bu gerçekçi değerlendirme bizi nereye getirecek?...
Bizi şuraya getirecek; Hz. Rasulullah, Sistem’in gereği olarak bize belli önerilerde bulunmuş; “Şunları şunları yaparsanız sizin için böyle faydalı olur, veya bunları yapmazsanız neticesinde böyle birtakım sıkıntılar sizi bekliyor” diye..
Hz. Rasûlullah’ın bize önerdiği Kurân’da bahsedilen teklifer, kesin olarak bilelim ki, bir paket değildir. Yani “ya hepsini birden tatbik edeceksin, veya hiç birini tatbik etme!”
Bu tamamen yanlış bir görüştür!’
Kurân’ın bize teklifi pek çoktur; Namaz, oruç, hac, zekat, yalan söylememek, gıybet etmemek, zina yapmamak, kumar oynamamak, vesâire gibi...
Bunun ne kadarını biz tutarsak o kadar kârlı oluruz; ne kadarını ihmal edersek, geri bırakırsak, o kadarının da sonuçlarına katlanırız.
Şimdi diyelim ki bir kişi Ramazanda oruç tutabiliyor, elinden geliyor; fakat namaz kılamıyor..
Tamam... orucunu tutsun.. Namaz kılamıyorsa kılamasın...
Namaz kılamıyorum diye de orucu tutmaması yanlıştır!.
Veya herhangi bir kişinin, “Sen mâdem ki namaz kılmıyorsun, oruç da tutma” demesi kesinlikle yanlıştır ve Din’de yeri olmayan bir hükümdür, büyük vebal getirir!.
Çünkü herkes yapabildiği kadarını yapacak, yapamadığının da sonuçlarına kendisi katlanacaktır!
Yani biz hiçbir zaman Allah adına yargıç olamayız ve birbirimizi yargılamakla da yükümlü veya yetkili değiliz!.
Herkes yaptığını yapacak ve neticede de Allah ile kendi arasında bir mekânizma karar verecektir!
Biz maalesef bazı şeyleri çok yanlış anlıyor ve anlatıyoruz..
Günümüzde çok önemli bir konu, kadınların başını örtmesi olayıdır.
Namaz-oruç-hac-zekât gibi hükümlerin bir insan için son derece önemli olduğu ve bunları yerine getirmeyenlerin neleri kaybetmekte olduğu Hz.Rasûlullah tarafından açıklanmıştır..
Bu hükümler bu kadar önemliyken maalesef bazı kişiler Din olayını, Müslümanlık olayını sadece ve sadece kadınların başörtmesi üzerine kurarak; başını örtmeyen kadının âdeta İslâmiyette yeri olmayacağını, kâfir olacağını vurgulama noktasına kadar gitmektedirler.
Bize göre bu, çok yanlış bir değerlendirmedir!.
Kurân’da kadının başını örtmesi konusunda âyetler vardır. Yani bu, hanımlara yapılan bir tekliftir!
Fakat, bir hanım başını örtmediği takdirde ne olacağına dair ne bir Kurân âyeti vardır; ne de Hz.Rasûlallah’ın getirdiği bir açıklama vardır.
Dolayısıyla, İslâm Dini’ni kabul etmiş olan bir hanım, eğer başını örtmüyorsa, biz onun hakkında hiçbir yorumda ve değerlendirmede bulunmayız.
“Yaptığı hareket, onunla Allah arasında çözümlenecek bir olaydır. Allah nasıl dilerse onun hakkında öyle hüküm verir “ deriz ve geçeriz .
Ama o hanımın “ben başımı örtemiyorum öyleyse namaz da kılmayayım” demesi kadar büyük bir yanlış da olamaz!.
Eğer başını örtemiyorsa, örtemeyebilir. Ama gene de namazını kılabilir, orucunu tutabilir, hacca gidebilir. Nasıl namaza durduğu zaman, başını örtüp namazını kılıyor, daha sonra da günlük kendi kıyafeti içinde çıkıp dolaşabiliyorsa, aynı şekilde o hanım Hacca da gider. Hac görevini de oranın şartları içinde ifa eder, döndükten sonra da gene kendi kıyafeti ile yaşamına devam eder.
Başını örtmemişse, bu, Allah’la onun arasında bir olaydır. Ama başını örtmemesi, Hacca gitmemesi konusunda kesinlikle bir engel teşkil etmez!.
Bunu çok açık ve net söylüyorum!.
Ve herkesin kendi yaşamını buna göre değerlendirmesi gerekir.
Yani yaşamda temel esas şudur:
Biz gerçekçi zaman boyutuna göre, saniyeler kadarlık bir süreç yaşıyoruz Dünya üzerinde!.
Nitekim Hz. Rasûlullah buyuruyor ki:
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”
Ölünce uyanırlar!… Bu ifadenin hem zahir yaşamı ilgilendiren anlamı vardır, hem de şuur boyutuna hitap eden anlamı.
İnsanların ölmeden evvel yaşadıkları hayat, bir “rüya” hükmündedir!.
Biz, âdeta bir rüya hükmünde olan bu Dünya yaşamında ölümötesi ebedi hayatı kazanmak; ölümötesi ebedi hayatın bedenini, imkânlarını inşâ etmek durumuyla yüz yüzeyiz.
Böyle bir süreç içinde yaşamımızın büyük bir kısmı, gerçekleri farketmeden geçmiş... Gençliğin, orta yaşın, iş hayatının çeşitli gürültüsü patırtısı, çalkantısı içinde ömrü harcamışız.. Kalan önümüzde ne kadar bir süre bilmiyoruz... Belki de çok çok az! Şu günün şartlarında bir trafik kazası bir anda hayatı bitiriveriyor. Ve o geçişten sonra da geri dönüş, Dünya’ya geri geliş kesinlikle mümkün değil!.
Öyleyse ne yaparsak burada şu çok kısa sürelik ömürde yapmak zorundayız!
Yani, yaşamımızın bir kısmı alev almış yanıyor.. Sanki salonumuzun bir kısmı alev almış yanıyor.. Biz buradan kurtarabildiğimizi kurtarmaya bakacağız!
Yanan yanmış... Onun gailesini derdini çekmiyeceğiz.. Geride ne kalmışsa onu kurtarmaya bakacağız.
Şimdi.. “Efendim ben başımı örtemiyorum” diyerek başka yapabileceklerini ihmal etmek, yapılacak en büyük hata ve gaflettir!
Herkes ne yapabiliyorsa onu yapsın!
Cuma namazına gidebilen, Cuma namazına gitsin...
Günde 2-3 vakit namaz kılan 2-3 vakit kılsın!.
5 vakti tamamlayan aliyyül âlâ..
Ama ben 5 vakit kılamıyorum, öyleyse hiç kılmayayım, demek çok yanlıştır!..
5 kılamıyorsan 4 kıl... 4 kılamıyorsan 3 kıl.. 3 kılamıyorsan, hiç değilse bir sabahleyin elini yüzünü yıkadıktan sonra ayağını da yıkadığın zaman işte abdest almış oldun!.
2 rekat sabah namazını evden çıkmadan evvel kılsan, hiç olmazsa günün bir vaktini kılmış olursun... Hiç kılmamaktan çok daha âlâdır.
Bir şeyi hiç yapmamaktansa biraz olsun yapmak, neticede kazançtır!
Siz dükkanınızı açtığınız zaman, işyerinize geldiğiniz zaman, “bugün 100 milyon kazanıcam, 5 milyon kazanıcam, 10 milyon kazanıcam” deyip de bunun 10 da birini kazandığınız zaman“; olmaz, bu benim hedefim değildi; istediğim değildi”, diye geri mi çeviriyorsunuz?
Hayır!
Alabildiğiniz, kârınızdır!.
Öyleyse şu dünya yaşamı içinde, bu Dünya mücadelesi, savaşı içinde yapabildiğinizi yapın..
İster kadın olun ister erkek...
İster genç olun, ister yaşlı..
Geçen geçmiştir.. Geçmişin kavgasıyla boşa geçirecek zamanımız yok!.
Önümüzde meçhul ve uzun olmayan bir süreç var. Bu süreci mümkün olabildiğince iyi değerlendirmeye bakalım.
Ne yapabiliyorsak onu yapalım. Çünkü kârımız o kadar olsun!
Zarardansa en az kâr, her hâlukârda iyidir.
Kazanmamaktansa kazanmak, az da olsa gene de iyidir!..
İşte Din’deki esas, “herkesin ne yapabiliyorsa onu yapabilmesi” esasıdır.
Çünkü bir daha geri gelip yapmadıklarımızı yapma şansımız olmayacak!.
Niye mi? Gayet basit…
Biz şu bedenimizde yaşarken dışarıdan çeşitli gıdaları alırız. Bu gıdalar vücudumuzun enerjisini, bioelektrik enerjisini oluşturur.
Bu bioelektrik enerji, mikrovolt cinsinden elektrik ihtiva eden, beyin hücrelerinin ihtiyacı olan bioelektrik enerjiyi meydana getirir..
Beyin, bedendeki bioelektrik enerjinin verdiği güçle, belli bir ışınsal dalga yayar.
Beynin yaydığı bu ışınsal dalgalar bir yandan bizim “RUH” adını verdiğimiz ışınsal bedenimizi, yani “astral bedenimizi”, yani “ruh”umuzu üretir ve beynimizdeki tüm kapasite bilgi, idrak, ilim ve de “ruh gücü” denen “ruhumuzdaki mevcud potansiyel enerji” beyin tarafından “ruh”a yüklenir.
Beyin durduğu andan itibaren de, ruha yüklenmiş olan bilgilerin oluşturduğu bilinçle biz yaşamımıza ışınsal boyutta, “Güneş platformu” dediğimiz güneşin ışınsal alanı içinde, Dünyanın manyetik alanının içinde Kıyâmete kadar yaşamımıza devam ederiz. Ki bu devre, Din’de “BERZAH ÂLEMİ”, “Kâbir âlemi” diye anlatılmıştır..
Bu âleme geçtikten sonra artık Dünyaya bir daha geri dönüş diye bir olay yok!
Ve yeniden beyin sahibi olarak, yeniden ruhumuza birşeyler yükleme şansımız yok!
İşte bu yüzdendir ki biz geleceğe dönük bir biçimde belli çalışmalar yapmak zorundayız!.
Şimdi.. en basit bir olayla meseleye girmeye çalışayım...
Biz abdest alırız.. Abdest aldığımız zaman, “bunu niye aldık?” diye sorarsak, eskilerin bir çoğu der ki; “temizlik olsun diye, temizlik için “...
Halbuki Hz. Rasûlullah aleyhisselam icabında bir bardak suyla dahi abdest almıştır; ve bugün ortadoğu ülkelerinde sıcak yerlerde görürsünüz, ufacık bir kaptan birazcık suyla abdest alınır..
Hele bir de teyemmüm olayını düşünürseniz… yüze toprak sürme….
O alınan suyla vücudun temizlenmesi mümkün değildir!
Buradaki temizlik, bildiğimiz fiziki bir temizlik olayı olamaz.
Peki, temizlik için değilse, niçindir?
Eğer bunu da dikkatli bir şekilde düşünürsek;
Vücudun osmos yoluyla dışardan hava aldığını biliyoruz.. Aynı şekilde osmos yoluyla dışardan su da alır. Suyu alması demek, H2O, hidrojen ve oksijen atomlarından oluşmuş olan enerjiyi sinir sistemine iletmesi demektir!
Eğer dışardan suyu vücuda sürmek suretiyle elektrik enerjisi temini amacına mâtuf değilse abdest, acaba ne içindir?...bunu düşünmek gerekir.
Aynı şekilde “Teyemmüm” dediğimiz şey de vücutta statik elektriğin beyin üzerinde büyük baskı ve stresi oluşturan statik elektriğin atılmasıdır. Yani “ibadet” denen bu çalışmaların herbiri, tamamen bilimsel birtakım gerçeklere, fiziksel, kimyasal birtakım “sistem gerekleri”ne dayalı şekilde önerilmiş çalışmalardır!
İşin bir diğer değişik yönü daha var... O yönü itibariyle de olay şöyle:
Bu Kâinatı var eden Mutlak Varlık; ki “ALLAH” ismiyle O’na işaret edilmiştir İslâm’da, Kurân’da...
Bu varlığı, kâinatta varolan herşeyi, kendi isimlerinin-esmâsının özellikleriyle varetmiştir. Yani hepimizde varolan bütün özellikler, “Allah İsimlerinin işaret ettiği mânâlar”dan kaynaklanmaktadır.
İnsanın yeryüzünde halife olması, Allah’ın 99 isminin mânâsının da mâhiyet olarak-öz olarak insanın varlığında mevcud olmasından kaynaklanmaktadır.
Şimdi, İnsanın Halifeliği’nden bahsetmişken burada bir noktaya daha açıklık kazandırmak istiyorum...
Dikkat edin, Kurân’daki âyette; “Biz insanı Halife olarak yarattık”, veya “Biz sizleri yeryüzünde halifeler olarak meydana getirdik”, derken kadın ve erkek ayırımı yapmamıştır.
Yani, Allah’ın Halifesi olma yönünde, erkek ve kadın eşittir! Her ikisi de Allah’ın Halifesi olma kemâlâtına sahiptir.
Bu sebepten dolayı da kadının erkekten 2. derecede olması veya 2. düzeyde, 2. sınıf mahlûk olmasından söz edilemez.
Çünkü Allah, “Biz sizi yeryüzünde Halife olarak yarattık” derken kadın ve erkek ayırımından sözetmemiştir!.
Asliyyeti ve mâhiyeti itibariyle kadın ve erkek Hilâfet bahsinde eşit özelliklere sahiptir!
İslâm’ın ve Kurân’ın bu gerçeğini böylesine vurguladıktan sonra, işin biraz daha derinine girmek istiyorum ..
Hepimiz Allah’ın isimlerinin varlığıyla meydana geldiğimize göre; Allah’ın Rahman, Rahim, Mürid, Melik, Kuddüs isimleri hepimizde varolduğu gibi, Allah’ın Zâti sıfatlarıyla da hepimiz varız.
Yani Allah’ın Hayat sıfatının varlığımızda olması itibariyle hepimiz HAYY, yani canlı- diriyiz.
Allah’ın ilim sıfatının hepimizde varolması itibariyle hepimiz şuur sahibiyiz..
Allah’ın İrade sıfatının hepimizde varolması hasebiyle yani Allah’ın MÜRİD isminin mânâsının işaret etiiği irade vasfı, özelliği hepimizde mevcud olduğu için biz şuurumuzda varolan şeyleri dilemekte; ve KUDRET sıfatı hepimizde varolduğu için o dilediklerimizi gerçekleştirebilmekteyiz.
Yani hepimiz Allah’ın zâti sıfatları ve esmâsının ihtiva ettiği özelliklerle varız.
Kurân’da ve Hz. Rasûlullah tarafından Allah’ın bu isimlerinin bize bildirilmesi, yukarıdaki - ötedeki bir Tanrının özelliklerini bize tanıtmak amacıyla değil, kendi varlığımızı teşkil eden bu özelliklerin yani yapımızın hakikatinin bilinebilmesi amacına mâtuftur.
Nitekim “Nefsini bilen Rabbını bilir!” hadisi bu gerçeğe işaret eder. Yani sen nefsindeki bu özellikleri ne kadar bilip tanıyabilirsen, o nisbette de senin nefsinin, varlığın, kâinatın hakikati olan Allah’ın özelliklerini bilebilirsin!
Ancak; Allah’ı ne kadar bu özellikleriyle bilirsen bil, Zâtı yönünden de O’nu bilebilmek, düşünebilmek, tefekkür edebilmek, mümkün değildir!
Çünkü Zâtının sonsuz ve sınırsızlığı, sınırlı ve sonlu idrak ve kavrayış sahibi varlıkların Onun Zâtını kavramasına olanak tanımaz!.
Öyleyse biz hepimiz, O’nun varlığıyla, O’nun esmâsının özellikleriyle meydana geldiğimize göre, gerçekte herbirimiz O’nun tüm özellikleriyle âşikâr olduğuna göre, O’nun dilediği özellikleriyle âşikâr olduğuna göre, herbirimiz O’nun halifesi olarak saygıya, sevgiye ve hürmete değer varlıklarız!.
Öyleyse biz adı-rengi-cinsi-ırkı-dili-dini ne olursa olsun herbir insanı ve birimi sevmek ve saygı göstermek mecburiyetindeyiz!.
Çünkü o ismin, o resmin, o rengin, o dilin, o dinin, o ırkın ardındaki varlık, Allah’a ait varlıktır.
Yüz çevirdiğiniz, nefret ettiğiniz, beğenmediğiniz, hor-hakir gördüğünüz varlık, neticede Allah’ın vechine dayanan bir varlık olduğu için bu davranışınız Allah’a uzanır gider.
“Secde”, sadece alnı toprağa koymak değil; varlıkta mutlak hakiki yegâne varlığın O olduğunu, ötelere atmadan idrak edebilmek ve her bir surette O’nun vechinin varolduğunu idrak edebilmektir!.
Eğer biz bu idraka gelirsek; ne Arab’ı hor görürüz, ne Acem’i hor görürüz, ne Kürd’ü hor görürüz, ne Alevi’yi hor görürürüz, ne Sünni’yi hor görürüz, ne herhangi bir birimi!.
Öyleyse bizim için “Allah’ın Halifesi olan insan” vardır. Ve hangi ırkta, hangi cinste, hangi dilde, dinde ortaya çıkarsa çıksın, biz onu sevip saymak, ona elimizden gelen saygı-hürmeti göstermekle mükellefiz!
Aksi taktirde Allah’tan ve gerçeklerden perdeli olarak şartlanmış gâfil bir birim olarak bu dünyadan geçer gideriz ki, bunun sonucu da ebediyyen azap ve ızdırap içinde kalmaktır. Çünkü kendimizin hakikatinden mahrum kalmış, hakikatimizi tanıyamadığımız için de karşımızdakini değerlendirememiş ve böylece de gaflet içinde, yani bir diğer günümüz ifadesiyle, koza içinde-kozadan çıkamadan bu dünyadan geçmiş oluruz.
Ya kozamızı delip kelebek olup uçacağız… Ya da kozayı delemeden kozayla birlikte kaynar kazanı boylıycak; ipek böceği misali, kelebek olamadan tırtıl olarak ipeğin içinde ateşi boyluyacağız!
İpeğin içinde olup da onun dışına çıkamadan o kozayla birlikte ateşi, kaynar kazanı boylamak, herhalde tırtıl için hoş bir şey olmasa gerek!
Öyleyse;
“Ey ipeğin içindeki!”…
Kozanı delip, kelebek olup uçmaya bak.. Aksi taktirde tırtıl olarak o kozayla birlikte kaynar kazan seni bekliyor! Gel sen aklını başına topla.. Bir an evvel kozanı del, yaşamın gerçeklerini gör. Hz. Rasulullah’ın hitâbına kulak ver, Onu değerlendirmeye çalış. Ebedi hayatını kurtarmaya bak!. Çünkü sana teklif edilen şeyler senin kendin için gerekli olan şeyler.
Ne Allah’ın sana ihtiyacı var..
Ne Allah Rasulünün sana ihtiyacı var..
Ne Kurân’ın sana ihtiyacı var..
Ne de benim, sana ihtiyacım var!
Sen, sadece kendi geleceğini kurtarmak için bu söylediklerimi düşünmek, değerlendirmek mecburiyetindesin!.
Aksi takdirde pişmanlığın hiçbir zaman sana fayda vermeyecektir.”
Şu anda Dünya üzerinde 5 milyar insan yaşıyor.. 5 milyar insanı bir araziye toplasak, senin tanıdığın bir insanı o 5 milyar içinde görüp bulma şansın, dikkat et, 5 milyarda birdir!
“Ölüm” denen olayla birlikte bu dünyadan ayrılacaksın ve kabir âlemine geçeceksin... Kabir âleminde milyonlarla sene yaşamına devam edeceksin ve Kıyâmette tüm insanlar biraraya gelecek.
Acaba bugün en değer verdiğin birimlerin kaçını orada görebileceksin, bulabileceksin veya bulamayacaksın?
Şimdi... “Ölüm” denen olayla birlikte “Kabir âlemi”ne gireceksin, dedim.
Kısaca bu konuyu biraz açmak istiyorum...
Biz “ölüm” denen olayla birlikte bu bedenle alâkamız kesildikten sonra şuurlu bir biçimde kabre konarız. O mezarın içindeki toprağın içindeki haşeratı, şunu bunu hepsini görürüz. Ve aynı şekilde dışardan gelen sesleri de işitiriz, fakat kabirden çıkıp gidemeyiz. Tıpkı bütün gün yaşam boyunca düşündüğün olaylar nasıl otomatik olarak rüyana girer ve rüyanda bunları değiştirmek elinden gelmezse, gündüz kafana girmiş şeylerin doğal sonucunu rüyanda yaşarsan; “Dünyada da insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hesabı, dünyada neleri yaşamışsan, neleri benimsemişsen, benlenmişsen, sahiplenmişsen bunların hepsinin sonuçlarını da kabirde yaşamaya başlarsın!.
Tabii bir süre sonra madde dünyası tamamen kaybolduğu için de, kabrin o toprak mezar bölümü, dünyası tamamen kaybolur ve ruh boyutunda kabirde yaşamaya başlarsın.
Kabirde “Ruh boyutunda” yaşamaya başlamış olman demek, senin gözünün önünden dünyanın tamamen kaybolması, güneşin ışınsal platformunda yaşamaya başlamış olman ve güneşi ve güneşin içindeki bütün canlıları olduğu gibi görmeye başlaman demektir.
Aynı şekilde galaksi içindeki tüm yıldızların ışınsal boyutundaki varlıkları da görmeye başlarsın. İşte bu olay Din’de “kişi ölümle birlikte kabirde bir pencere açılır. Bir yandan cehennemi ve içindekileri görür, bir yanda bir pencere açılır cenneti ve içindekileri görür”, diye anlatılmıştır. Çünkü ruh gözünde mesafe kavramı yoktur!
Bizim bu gözle her ne kadar 50 metre, 100 metre, 1000 metre görme gibi bir sınırımız varsa da, kabir âlemine geçmiş kişinin ruh gözü için mesafe kavramı kalkar ve sanki birkaç metre yanındaymış gibi 150 milyon km. ötedeki güneşin merkezinin ışınsal varlıklarını, canlılarını görmeye başlar.
Bizim bir arkadaşın hesabına göre, şu anda 70 kilo olan bedeni güneş üzerindeki ağırlığı itibariyle 300.000 kilo olacak diye düşünüyor.
Cehenneme girmiş insanların bedenlerinin de son derece dev boyutlarda olacağına dair birtakım hadisler, yani Hz.Rasûlallah’ın açıklamaları var.
Kabir âlemine geçen bu kişi bir yandan güneşi, içindeki canlıları ve o ortamı görür..
Şâyet o, orada ebedi olarak kalacak olanlardan ise; gidemeyeceği güzel ortamı görüp, gideceği de azap verici ortamı görüp, bunun sonucunda kabirde oldukça sıkıntılı azaplı bir evre geçirir, tıpkı kâbus içinde rüya gören insan gibi..
Eğer bunun aksi ise, yani o cennet denen güzellikler ortamına gidecek, ordan kurtulacaksa, o zaman da çok huzurlu olur, o öbür ebedi kalınacak ortamdan kurtulacağının sevinci içinde.. Ve bu süre kıyamete kadar böylece devam eder.
Kıyâmet dediğimiz, bizim tesbitimize göre güneşin büyüme ve çevresindeki dünyayı yok etme evresinden sonra; şu anda dünya varolması itibariyle “Von Allen” adı verilmiş manyetik kuşağın içinde yaşamaktadır, dünyadan ayrılmış kişilerin ruhları.
“Kabir âlemi” ve “Berzah âlemi” denen âlem, bu kuşak içinde olan manyetik âlemdir!
Güneşin büyüme evresiyle birlikte Güneş; Merkürün, Venüsün ve Dünyanın tamamen eriyip, yok olup, buhar olmasını, sonuçta TAMAMEN ORTADAN KALKMASINI TEMİN EDER.. Bu kalkışla birlikte “Von Allen” alanı - dünyanın manyetik çekim alanı da biter.
Bu bitişle birlikte insanlar, Güneşin çekim alanına dahil ışınsal mekân-platform üzerinde hep bir arada olurlar. Bu alan ortadan kalktığı için de, “Mahşer” denen o kıyâmet evresinden sonra da insanlar dünyada neler yapmış olduklarını ve bu yaptıkları yanlışların ve doğruların kendilerine neler getirdiğini, o günün şartları ve varlıkları içinde müşahede ederler. Yani “mahşer” denen ortama dair hadislerle sembolik bir biçimde anlatılan bütün olaylar bilfiil yaşanır ve bundan sonra bu insanlardan belli çalışmalar yapmış, belli neticeler elde etmiş kişiler Cehennem ortamından çıkarak, tamamen “Cennet” denen bir başka boyuta geçerler..
Diğerleri ise o boyutta yani Güneşin çekim alanı içinde kalır.
Esasen, Güneş’in cehennem olduğu konusu, bizim müşahademize göredir..
Bizim bugünkü bilimsel verilerle olaya yaklaşımımız da güneşin dünyayı yutacağı ve yok edeceği kesin olarak bildirilmektedir!.
İş, gerçekler böyle olduğuna göre bu durumda biz ne yapmak zorundayız?
İşte “ne yapmak zorundayız”a yine geldik, döndük dolaştık aynı yöne.
Bir yönü itibariyle ölümötesi ruhumuzu, şu anda yaptığımız beyin çalışmalarıyla oluşturduğumuza göre beynimizi azami ölçüde değerlendirmek zorundayız. Meselâ; “herkesin beyni %5-7 arasında bir kapasiteyle çalışmaktadır” bulgusu vardır bilimsel olarak.. Geri kalan %90 civarında bir kapasite de beyinde âtıl duruyor.
“Biz Allah’ı zikredelim” dediğimiz zaman, “ne yapıyoruz?”, “niye yapıyoruz?”..
Bunun üzerinde kısaca durayım...
En önemli şey bir insan için, ZİKİR’dir!
Çünki “zikir” denen olay, biraz evvel de bahsettiğim gibi yukarıda ötede bir tanrıyı anma amacına yönelik olarak gelmemiştir.
Biz, biraz evvel de bahsettiğim gibi, Allah’ın çeşitli isimleriyle işaret edilen özelliklerle varolmuşuz.
Bu özellikler yani Rahman isminin, Rahim isminin, Mürid isminin, Kuddüs isminin, Fettah isminin mânâları bizim beynimizde mevcuttur!
Nasıl mevcuttur?
Beyinde, ne kelime vardır, ne resim vardır, ne görüntü vardır..
Beyinde her bir anlamın, belli hücre grupları içinde yerleşik belli frekansta bir titreşimi vardır. Beyin hücreleri sürekli titreşim hâlindedir. Bir elektriksel titreşim hâlindedir.
Her bir düşünce, beyinde belli hücre grupları arasında bir titreşim oluşturmakta ve belli bir elektrik akışı oluşturmaktadır.
Dünyada ilk defa olarak, 1986 yılında “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızda, zikir denen olayın beyinde hücreler arasında belli bir elektrik faaliyeti meydana getirdiğini, bu kelime tekrarından hücreler arasındaki elektriksel faaliyetin arttığını; bunun frekansının âtıl duran diğer hücrelere ‘transmetter’lar aracılığıyla iletilerek bu âtıl duran hücrelerin o gelen frekansa programlanarak devreye girdiğini ve böylece de zikrin beyindeki kapasiteyi arttırdığını yazdık.
1986 senesinde biz bunu yazdıktan sonra, bu konuda ilk bilimsel açıklama, 1993 senesinde Amerika’da, 93 aralık sayısında, Dünyanın bir numaralı bilim dergisi olan “Scientific America”da bir makalede ele alındı.
Bu makalede, bilim adamı-yazar beyindeki hücrelerin belli kelime tekrarlarıyla devreye girdiğini, kelime tekrarlarının beyinde belli hücreleri devreye sokarak kapasiteyi arttırdığını yazdı. (Scientific America mecmuası 1993 senesi Aralık ayı sayısı) Arzu edenler bu olayı ordan tahkik edebilirler.
Yani burda demek istediğim şu;
Siz, zikir yapmak yani Allah’ın belli isimlerini anmak suretiyle o isimlerin ihtiva ettiği anlam istikametinde beyin kapasitesini geliştirebilirsiniz. Meselâ diyelim ki Allah’ın 7 zâti sıfatından 3.sıfatı olan irade sıfatının adı olan MÜRİD ismini zikrettiğiniz zaman, hergün belli bir sayıda bunu tekrarladığınız zaman, diyelim ki 1000-2000-3000 defa tekrarladığınız zaman, birkaç ay sonra kendinizde İrade gücünün arttığını farkedersiniz.. Bunun yanı sıra, “Mürid” isminin yanısıra, “Kuddüs” ismini tekrar etmeye başladığınız zaman, kendinizde belli bir arınma, istemediğiniz kötü alışkanlıllardan arınma; kendinizin bu beden değil, bir bilinç bir varlık olduğunu ölümötesi yaşamda yaşamınızın devam edegiden bir sonsuz varlık olduğunun idrakının kendinizde gelişmeye başladığını farkedersiniz.
İşte bütün bu kelime zikirleri yani Allah’ın isimlerinin zikri, sizin beyninizde belli kapasiteleri arttırır, geliştirir.
Bu kapasite sizde ne kadar artarsa, o ismin mânâsı sizde o kadar açılır ve o ismin mânâsının hakikatinin işaret ettiği mânâda da Allah’ı tanımış olursunuz.
Yani sizin Allah’ı tanımanız, kendinizde O’nu bulabildiğiniz ölçüdedir!
Kendinizde olduğu gibi başkalarında da ortaya çıkan özellikler, yine Allah’ın isimlerinin özellikleridir. Ama biz etrafa dönük değil, önce kendimizi geliştirmek yönünden olaya bakarsak, nasıl zikir beyinde belli bir kapasite genişlemesini ve bu kapasitenin gelişmesine bağlı olarak kişilikte gelişmeleri ve kişiliğin tekâmülünü getiriyorsa ve bu özellikler de otomatik olarak beyin tarafında ruha yüklendiği için, ruhunuzun da çok daha yüksek kapasitede özelliklerle kemalatla üretilmesini sağlamış oluruz.
Yani yaptığımız bu zilkir çalışmaları veya bu zikir yanısıra yaptığımız diğer “ibadet” adı verilen bireysel menfaate dönük çalışmalar, yani namaz-oruç-hac vs. gibi çalışmalar hep bizim kendi geleceğimizi en güzel şekilde inşâ etmek, ölüm ötesi boyutta yaşam şartlarımızı güzelleştirmek amacına yöneliktir.
Dolayısıyladır ki biz, ya bu çalışmalarla kendi ölümötesi yaşam bedenimiz olan astral bedenimizi-ruhumuzu geliştireceğiz, kuvvetlendireceğiz ve bunun ötesinde Allah’ı ve Allah’a ait özellikleri daha iyi anlayıp kavrayacağız, ve onları anladığımız bildiğimiz ölçüde kendi yaşamımıza ona göre yön vereceğiz... ya da bunları ihmal edeceğiz, bütün bunlardan bîhaber olarak; sanki yukarıda ötede bir tanrı varmış gibi, sanki onun bizim yaptığımız şeylere ihtiyacı varmış gibi olayı değerlendirip; “Aman canım, O’nun benim yaptığıma ihtiyacı yok!“ deyip, her şeye boşverip, ondan sonra da yaşamın son derece acı gerçekleriyle karşı karşıya kalacağız!.
İşte bu sohbetimde size bilebildiğim, muttali olabildiğim kadarıyla yaşamın gerçeklerinden ve bu gerçeklere dayalı olarak gelmiş olan Din’in tekliflerinden ve Din’in geliş gerekçelerinden söz etmeye çalıştım..
Bilemiyorum faydalı olabildim mi, olamadım mı?...
Ama şurası kesin gerçek ki, bu anlattıklarım doğru veya yanlış da olsa siz gene de bu konuları ana kaynaklardan araştırın, düşünün, inceleyin, etüd edin.
YAŞAMINIZLA KUMAR OYNAMAYIN!
Yaşamınız derken EBEDİ YAŞAMINIZdan sözediyorum.
Şu dünyada kaç saniye yaşadık ve daha kaç saniye yaşayacağız, gerçek boyuta, gerçek zaman değerlerine göre?... Bunu hatırlayın!
Yaşamınızın kaç saniyesi gitti veya kaç saniyesi veya salisesisi kaldı?
“Timer” hızla işliyor!
Geri sayım başladı... 59 58 57 56....
Hızla azalıyor zaman!
Öyleyse bu kalan zamanı çok iyi değerlendirin!.. Bu dediklerimi araştırın!..
“Doğru mu, değil mi?” bunları tasbit edin, kalan son süreyi iyi değerlendirmeye bakın!..
Bir daha geri geliş, Kurân’a göre yok!
Hz. Muhammed’e göre insanın bir daha dünyaya gelerek yapmadıklarını yapması, hatalarını, yanlışlarını telâfi etmesi mümkün değil!.
Yarın öbür tarafa gittiğiniz zaman, burdaki bu değerlerin hiçbirisi geçerli olmayacak..
Öyleyse lütfen, bu gerçekleri olabildiğince gerçekçi bir biçimde düşünerek pişman olmayacağınız bir biçimde yaşamınıza yön vermeye çalışın. Zira son pişmanlık noktasında, size bir daha kesinlikle geri dönüş hakkı olmayacak!.
Allah hepimize pişman olmayacağımız bir şekilde yaşamı değerlendirmeyi, yaşamın gerçeklerini değerlendirmeyi kolaylaştırmış nasip etmiş olsun!
Hoşça kalın dostlarım!


AHMED HULUSİ
-YAŞAMIN GERÇEÐİ-

#2 dora

dora

    made by f"ebru"ary 8

  • Cadı
  • 4.623 Mesaj
  • Cinsiyet:Bayan
  • Konum:yalnızlar rıhtımı..
  • İlgi Alanları:ilgisiz alakasiz..

Gönderim zamanı 25.12.2004 - 11:24

Kozani delip, kelebek olup uçmaya bak.. Aksi taktirde tirtil olarak o kozayla birlikte kaynar kazan seni bekliyor!

bismillah..
“Sen; onun sorduklarına cevap vermeye bile tenezzül etmezsin, o seni susturduğunu sanar. Hayat işte.”

#3 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 25.12.2004 - 20:03

! :)

#4 inan

inan

    tersceviroku

  • Üyeler
  • 2.596 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 25.12.2004 - 21:48

:shock:
Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina

#5 dora

dora

    made by f"ebru"ary 8

  • Cadı
  • 4.623 Mesaj
  • Cinsiyet:Bayan
  • Konum:yalnızlar rıhtımı..
  • İlgi Alanları:ilgisiz alakasiz..

Gönderim zamanı 27.12.2004 - 17:05

noldu ne dedim ki agzinizi actiniz o kadar?
guldum ama guzel karakterler .)))
“Sen; onun sorduklarına cevap vermeye bile tenezzül etmezsin, o seni susturduğunu sanar. Hayat işte.”

#6 inan

inan

    tersceviroku

  • Üyeler
  • 2.596 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 27.12.2004 - 20:21

:huh:
Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina

#7 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 28.12.2004 - 21:42

Allahın selamı üzerinize olsun..

Herkez yaşamda Allahın yazmış olduğu kader gereği ne için yaratıldıysa onu ifa etmekte.. Kimsenin kimseye önyargılı yaklaşmaması gerektiğini biliyorum..Bu foruma kıymetli bir kişinin kendi kitaplarından yazılarını aksettim..İnanmayabilir ve okumayabilirsiniz.. Kim olursanız olun çok kıymetlisiniz çünkü insan sıfatıyla yaratıldınız.. O yüzden sadece önyargılı yaklaşmamanız gerektiğini düşünüyorum.

#8 bilowcan

bilowcan

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 7 Mesaj

Gönderim zamanı 30.12.2004 - 16:32

Kaderi Allah mı yazmıştır gerçekten? Yoksa o herşeyi bildiği için gelecekte ne olacağını da bilmekte midir? Bana sorarsanız ikincisi daha doğrudur. İnsanlar kendi kaderlerini kendileri çizer. Hayatımızdaki herşeyi kontrol edemesek de birçok konuda seçim yapmak bize bırakılmış.

Yanlış tercih yaptıkça "Kader de bu da varmış" demek, başına her kötü bir olay geldiğinde kabullenmek, bir işi başaramadığında "Nasip değilmiş" demek de bana göre yanlıştır.

Herşeyi Allah'a bağlamayın, herşeyi ondan beklemeyin. Allah'tan birşey dileyeceksen, önce elinden geleni yaparsın, sonra dua edersin. Bunun aksi akla da aykırıdır, dinimize de aykırıdır.

#9 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 31.12.2004 - 16:47

VE BİL KADERİ"... KADERE...


--------------------------------------------------------------------------------


Bu sözde "vel yevmil âhir"den sonra, "ve kadere" dememiş, "VE BİL KADERE" demiş. "B" harfini gene getirmiş burada başa koymuş.

Bunun mânâsı:

"Nesnenin kaderi kendisinde mevcut olarak, o nesne var olmuştur"; demektir.

Oluşan birim, kaderi kendisinde mevcut olarak o kaderle mevcut olmuş, var olmuş demektir.

"B" harfinin oluşturduğu mânâ burada odur.

Yani, rastgele bir kader değil!..

Dışarıdaki birinin yazdığı bir kadere göre, ben varım ve ben o programı uyguluyorum, gibi değil!..

Kaderi kendinden gelen bir biçimde, kendi varlığında; kendi programı yapısında özünde mevcut bir biçimde var olmuş demektir.

Burası çok önemli ve ince bir noktadır.

"Kadere iman"ın esaslarını, yani neye ve nasıl iman edilmesi gerekliliği esaslarını, birazdan âyetlerle ve hadislerle izah edeceğim.

Şimdi burada üzerinde durmak istediğim husus şudur:

Birim, var oluş gayesine uygun bir programla yüklenir; ki bu oluş birimin "fıtratı" diye bilinir!... Daha doğrusu, programı gelen meleki-kozmik etkilerle beyne yüklenir!.. O birimin manevi sureti, onun programıdır; yani "fıtratı"dır; yani kaderidir!.

Bu hususa işaret eden âyet

"KÜLLÜN YA'MELU ALA ŞAKILETİH"dir. (17-84)

"TÜMÜ DE PROGRAMLARI (ŞÂKILESİ) DOÐRULTUSUNDA FİİLLER YAPAR..."

dır.

Bu hususa işaret eden çok önemli bir âyet daha var:

"FEEKIM VECHEKE LİDDİYNİ HANÎFA...." (30-30)

"VECHİNİ HANÎF OLARAK DİNE DÖNDÜR"

Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’a bu şekilde bir gerçek bildirildikten sonra evrensel sır açıklanıyor ve bir gerçek daha vurgulanıyor:

Buyuruluyor:

"...FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NÂSE ALEYHA;

LÂ TEBDİYLE LİHALKİLLAH;

ZÂLİKE DİYNÜL KAYYIM;

VE LÂKİNNE EKSEREN NÂSİ LA YA'LEMUN". (30-30)

"FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NÂSE ALEYHA":

"İnsanlar belli program üzere, programlanmış olarak vardırlar".

"ALLAH"ın belli bir gayeye yönelik bir biçimde, belli bir programla meydana getirmesi ile vardırlar.

"ALLAH" onlarda hangi isimlerin mânâlarını açığa çıkarmayı dilemişse, o isimlerin mânâlarını açığa çıkarmaya uygun bir beyin programıyla oluşurlar; ve o beyin programının gereğini meydana getirirler!... Ve bu program da asla değişmez!.

"LÂ TEBDİYLE LİHALKİLLAH":

Bazı müfessirler buradaki "tebdilâ"yı "ona bedel bulunmaz" şeklinde tercüme etmişlerse de; buradaki esas ağırlıklı mânâ "değişmezliktir."

Yani, "ALLAH`ın belli bir programla ve amaçla halkettiği varlığında asla program değişikliği olmaz"!.

"O ne gaye ile var olmuşsa, o gaye üzerine yaşamına sonsuza dek devam eder"dir bunun manası... Ve zaten:

"ZÂLİKE DİN`ÜL KAYYUM":

Ve "dinde bu esas üzerine kaimdir", hükmü de bunu hemen tamamlıyor ve ondan sonra diyor ki:

"VE LÂKİN EKSEREN NÂSİ LA YA'LEMUN""Velâkin insanların ekseriyeti bu gerçeği bilmezler"!. Ya nasıl bilirier; işte bugün herkes nasıl biliyorsa öyle bilirler...işin bu gerçeğini bilmezler!.

İşte "ALLAH"'ın, insanların her birini belli bir gayeye uygun olarak, kendindeki mânâları seyretme amacına dönük "fıtrat"la halketmesi konusunu isteyenler bizim, "TEKİN SEYRİ" isimli kitabımızda ve "Öz'ün Seyri" ve "Tekliğin Esasları" isimli kasetlerimizden dinleyebilirler.

Şimdi biz, belli bir program üzere kendi kaderi ile, "fıtratı" ile varolmuş olan insanın; sadece kendi çizgisini, kaderini yaşayacağı hususunu vurgulayan; kadere iman esasını anlamamıza yardımcı olacak bazı açıklamalar yapmaya çalışalım:

"SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE İSABET EDEN BİR OLAY, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!...

BUNU, ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUÐUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN AÇIKLIYORUZ....." (Hadid suresi, 22-23) KUR`ÂN-I KERİM

Kader konusu, insanlığı asırlar ve asırlar boyu meşgul etmiş bir konudur. Ve genellikle de, bu konuya çok net açıklamalar getiren Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları yeterince değerlendirilememiş; yaşam içinde bu uyarılar ve ilgili âyetlerin mânâları yerli yerine oturtulamamış; bu yüzden de "kader" konusundan insanlar son derece ürkmüşler, korkmuşlar ve hatta bu konuyu konuşmaktan kaçınmışlardır.

Ne var ki; "kader"e hakkıyla iman etmek için, önce "kader"in ne olduğunu bilmek lazım!...

Zira, Âmentü'nün esaslarından biri olan "kadere iman", gerçekte, ancak "kader"in ne olduğunu bildikten sonra mümkündür.. Aksi takdirde sadece "kader" ismine iman edilmiş olur!.

Bilmediğiniz bir şeye "iman" etmek, ancak, o bilmediğiniz şeyin "ismine iman etmek" demek olur!. Oysa önemli ve gerekli olan, o şeyin "ismine" değil "mânâsına iman" etmektir!.

"Kader" konusunu anlayabilmenin tek bir yolu vardır... O da "ALLAH"ın vahdaniyetini, tekliğini, ahadiyetini ve vâhidiyetini kavrayabilmekten geçer!.

Şayet bir kişi, ALLAH'ın "vâhidiyet ve ahadiyet"ini kavrayamamış ise; o kişinin "kader" konusunu idrak edebilmesine asla ve asla imkan yoktur!.

Zira, "Kader" konusunu idrak edebilmenin yolu, önce de vurguladığım gibi, ALLAH'ın Vâhidiyetini ve Ahadiyetini idrak edebilmekten geçer!.

Bunu da herkese anlatabilmek mümkün olmadığı için, "kader" konusunun derinliğine genellikle girilmemiş...

"ALLAH"ın "Vâhidiyet" ve "Ahadiyet"ini bugüne kadar çeşitli kitaplarımızda ve sohbetlerimizde genişliğine, derinliğine anlattığımız için; sanıyorum bu kitabımızda da artık "kader" konusunun detaylarına girmek gereği hasıl oluyor.

"Kader" konusunu çözmede çeşitli yanılgılara düşülmesinin en başta gelen sebebi, her seviyeden insana hitabetmesi dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim ‘deki "iki yönlü anlatım" tarzıdır.

Kur’ân-ı Kerim, "ALLAH" isminin mânâsını tarif sadedinde iki usûl, iki yol tatbik eder;

Birincisi, "ALLAH" isminin işaret ettiği anlamın, insanın anlayışına göre târifidir.

İkinci tarz "ALLAH"ın anlatımı ise "ALLAH'ın bizatihi kendisini" târif edişidir.

Bu iki yoldan "ALLAH" târifinin Kur’ân ‘da herkesin anlayacağı bir ifadeyle yer almaması, "olayın bütünlüğünü idrak edemeyen" insanlarda çelişkileri meydana getirmiş; ve bu çelişkilerin sonunda da olayı çözemeyenlere göre büyük bir kaos oluşmuştur!.

İşte bu kaosun sonucunda da "kaderi" değişik mânâlarda anlayan çeşitli "anlayış"lar yani "mezhep"ler meydana gelmiştir.

Kur’ân, bir yönüyle, "insanın anlayışına göre", "ALLAH" ismiyle işaret edileni târif eder demiştik...

İnsanın anlayışına göre "ALLAH"ı târif, tanımlamasına uygun düşen en açık-seçik âyet, "ÂYETEL KÜRSİ" ismiyle bilinen, Bakara Sûresinin 255. âyetidir...

Bunun yanında;

"EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN HEP O`DUR"

"ŞAH DAMARINIZDAN DAHA YAKINIZ"

"NEFSİNİZDE MEVCUT... "

"BAŞINI NE YANA ÇEVİRİRSEN ALLAH'IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN"

gibi daha bir çok âyetler, hep "ALLAH"ı, insanın anlayışına göre târif eden âyetlerdir.

Bunu biraz daha açalım.

Meselâ "Âyetel Kürsi"de, Bakara Sûresindeki bu âyeti kerimede buyurur ki:

"...LÂ TE`HUZUHU SİNETÜN VELÂ NEVM..."

"...O, NE UYUKLAR, NE DE UYUR...!."

Bilindiği gibi "uyuma, uyuklama" halleri insana, hayvana ait özelliktir!... Burada, insanda veya hayvanda oluşan bir hale nispetle, bu hâle GÖRE "ALLAH"ı tanımlıyor; ve denilmek isteniyor ki, "O" insandaki bu hâlden münezzehtir!..

Yani, gerçekte, burada "O"nun ne olmadığı, neye benzemediği anlatılıyor!.. Ne olduğu değil!... Ve insana GÖRE!...

İşte Kur`an-ı Kerim’de görülen bu gibi tanımlamlar; yani, beşeri değer yargılarına, beşeri kabullere, beşeri vasıflara GÖRE yapılan tanımlamalar, insanın anlayışına izâfetle yapılan, "yaklaştırıcı" tanımlamalardır!..

Bunlar hiçbir zaman, mutlak mânâda olduğu üzere, "ALLAH"ı anlatmaz!.

Sadece, insanlardaki çeşitli tanrı, ilâh kabullerinin dayandığı özellikleri ortadan kaldırmak, silmek, yok etme amacıyla kullanılan tanımlamalardır bunlar...

Çünki insanlar, onbinlerle sene ötesinden gelen bir biçimde, hep tanrılara; veya daha gelişmiş hâli ile "tek tanrıya" tapınma anlayışı içinde olmuşlardır!.

Oysa bu anlayışın zirvesine ulaşmış ve onu açıklamakla görevlenmiş olan Efendimiz Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "tanrı ve kavramının yokluğunu"; "sadece ALLAH'ın var olduğunu"; "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlığın "tanrılık kavramından münezzeh" olduğunu tebliğ ile görevlenmiş olarak; Kur’ân-ı Kerim`de, öncelikle "ALLAH" isminin mânâsının ne olduğunu çok açık seçik bir biçimde vurgulamıştır.

Şayet biz, gerçek mânâda "ALLAH" isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur`an-ı Kerim`deki, beşere göre "ALLAH"ı târif eden âyetlerin sırrını anlamalıyız.

Sonra da buradan ilerleyerek, "ALLAH"ın bizâtihi "ALLAH"ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!.

Eğer, gerçekten "ALLAH"ı istiyorsanız, beşeri değer yargılarından beşeri kavramlardan arınıp, saflaşıp; "ALLAH"ın bizatihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitâba yönelmek mecburiyetindeyiz!.

Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla "kader" olayını ve "kader sırrını" da anlamamız mümkün olmayacaktır.

Bu takdirde de "tanrı ve tanrılık kavramına" dayalı bir biçimde; "tanrı ve tapınanı" ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir "tanrının iradesi"nden, bir de "tanrıya tapınanların" iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, "iradeyi kül" - "iradeyi cüz" ikileminden kendimizi kurtaramayız!.

Eğer gerçek anlamda "kader sırrına" vakıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, "özde birliği" kavramak zorundayız!.

"Özde biriz" derken, "sen ben o var, ama hepimizin özü birdir" değildir bunun manası!.

"Gerçek varlık olarak sadece "ALLAH" mevcuttur; ve "O"nun dışında, "o"nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir" şeklindedir bunu mânâsı..

Evet buraya kadar, beşeri değerlere ve beşeri anlayışa GÖRE, "ALLAH"ın târiflerinden sözettik... Ve bu, insanların, tanrı kavramından kurtulması, "ALLAH"ın ne olduğunun biraz daha iyi bir ölçüde tanınabilmesi için gerekli olan târiflerdir bunlar; dedik...

Meselâ,

"ÖNCE VE SONRA, VE APAÇIK ORTADA OLAN VE ALGILANANLARIN ARDINDAKİ HEP O`DUR!."

âyetini ele alalaım.

Mutlak mânâda, ayrı ayrı bir "zâhir", bir "bâtın" vardır da, bunların hepsi de "O"dur; değildir burada anlatılmak istenen!...

Burada, "insana, insanın algılama araçlarına yani beş duyusuna göre, yani insana izâfetle "ZÂHİR" vardır, "BÂTIN" vardır"; gerçeği anlatılmak istenmektedir.

Yani, insanın algılayabildiği, tespit edebildiği zâhirdir; tespit edemediği bâtındır!. "O" ise zâhir ve bâtın diye bilinen tek`tir; anlamına işaret edilmektedir.

Ayrıca burada, "O" kelimesi ile işaret edilen varlık, senin hem tespit edebildiğin, hem de edemediğin herşeyin orijinidir"; vurgulaması yapılmaktadır.

Görüldüğü üzere burada yapılmakta olan târif, insanın algılama sistemine göre yapılan târiftir!.insanın algılama organlarının var ya da yok kabul ettiği şeylere GÖRE yapılan bir tariftir!. Mutlak mânâda, "ALLAH"ı târif değildir!.

Veya bunun gibi bir başka kabulleniş vardır!.

Meselâ "ALLAH"ın "Kıdem" ve "Bekâ" sıfatlarından söz edilir... "Önceliksiz" oluşu; ya da "sonsuz" oluşu gibi!.

Halbuki, "ALLAH" "öncelik" veya "sonralık", "devamlılık" veya "devamsızlık" gibi kavramlardan beridir, münezzehtir!. Çünkü, "O", "ALLAH"tır!..

Buyurulmaktadır ki;

"KÂ'NALLAHU VELEM YEKÛN MEAHU ŞEY'A !"

"ALLAH VARDIR, VE ONUNLA BERABER HİÇ BİRŞEY MEVCUT DEÐİLDİR!."

Eğer bu uyarının mânâsını idrak edersek, farkederiz ki, böylesine "TEK" olan bir varlığın, önceliğinden veya sonralığından, söz edilemez!.

Çünkü "öncelik" ve "sonralık" kavramı, var kabul edilenlere göre oluşmuş bir kavramdır... Halbuki "ALLAH sonsuz ve sınırsız tek"tir, diyoruz ya!...

Şimdi dikkat ediniz, "sonsuz-sınırsız" târifi dahi gene bir beşeri kavrama nispetledir.

"ALLAH", gerçekte, "sonluluk" kavramından münezzeh olduğu gibi, "sonsuzluk ve sınırsızlık" kavramından dahi münezzehtir!... Böyle bir kavramdan dahi beridir.

Ama beşeri değerlerle programlanmış, bezenmiş bizler; tanrı kabulünden arınabilmek için, bu izâfi değerlere bağlı sonsuzluk sınırsızlık ifade eden kavramlara sığınmak, onlara sarılmak; böylece "ALLAH" isminin mânâsını anlamağa yaklaşmak zorundayız!. Yani, bir zorunluluğun getirdiği tanımlamalardır bunlar!

Oysa "ALLAH", bizâtihi kendisini, çok net bir biçimde târif ediyor...

Ne diyor?

"O ALLAH AHAD'DIR"!..

Bu ALLAH`ın kendi kendisini, kendisine göre târifidir!.

Yani, "ALLAH", "Ahad" olması nedeniyle kendisinin dışında bir varlık kabul etmez... Kendisinin dışında bir varlıktan söz etmek mümkün değildir!.

İşte bu hususa işaret bâbında "muhalefet lil`havadis", yani, "sonradan meydana gelmişlerin hiç birine, hiçbir şekilde benzememe", tanımlaması getirilmiştir.

&

"Sonradan meydana gelmişlerin hiçbirine benzememe" tanımlamasının mânâsı nedir, burayı anlamamız lazım... Bu husus oldukça derinliği olan bir husustur.

Mutlak olan prensip, "ALLAH"ın "Ahad"iyetidir.

"ALLAH" isminin mânâsını, "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlığın ana yapısını anlama sadedinde, ilk çıkış noktası "ALLAH`ın Ahad"oluşudur.

"ALLAH'ın Ahadiyeti"ni târif sadedinde Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasına dikkati çekmiştik:

"ALLAH vardır ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktur!."

"Ahad" olarak var olan varlığın; dışında, gayrısında veya içinde gibi kavramlar olmaksızın, "O"nunla beraber var olan hiçbir şey yoktur!.

Peki o zaman şu sualin cevabını anlayalım... Ki ondan sonra, bu "sonradan meydana gelmişlerin hiçbirisine hiçbir şekilde benzemez", ifadesini çözebilelim.

Açıklamaya göre; "ALLAH'la beraber hiçbir şey mevcut olmadığına" göre; her isimle anılan müsemma; yani her ismin işaret ettiği mânâ ALLAH`ın ilminde varolmuş ilmi sûrettir!.

"İlmi surettir", demek, "ilimdeki mânâ suretidir", demektir!. Bizim beş duyu ile algıladığımız şekli olan suret anlamında değil!.

İlmi suret, "ilimde varolmuş anlam", ya da "bilinçteki ilim mânâları" şeklinde de anlaşılabilir...

Demek ki bütün bu ana kadar duyduğumuz, bildiğimiz, düşündüğümüz, hayâl ettiğimiz her şey ve her kavram gerçekte, sadece ve sadece ALLAH'ın ilminde mevcuttur.

"ALLAH`ın ilminde" mevcut olan bu mânâlar, ALLAH`ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.

Dolayısıyla Kâinat, Evren ismi altında, kapsamında varolan, her ismin işaret ettiği varlık, "ALLAH'ın ilmi, iradesi ve kudretiyle" meydana gelmiştir.işte bu sebepledir ki, "ALLAH Alim"dir; ilim sahibidir. İlminde herşey mevcuttur.

"ALLAH MÜRÎD"dir... "Muradeden"dir!. İrade sahibidir... Ve "ALLAH Kâdir"dir... "Muktedir"dir!. Kudret sahibidir. Ve o kudretiyle dilediğini meydana getirir.

İşte bu ilmiyle takdir edip, irade etmesi, dilemesiyle o takdir ettiği varlıkları seyri; onların mânevi yani kavramsal sûretlerini meydana getirmesi olur!..

Ancak burada anlaşılması gerekli olan önemli nokta şu husustur.

"ALLAH", ilmindeki sonsuz mânâlar dolayısıyle; bu mânâlara işaret eden Esmâül Hüsnâ denilen isimlerinin anlamlarını-kavramalarını dilediği şekilde terkiplendirerek; sonsuz sınırsız sayıda varlıklar meydana getirmiştir.

"O"nun sonsuz sınırsız sayıda meydana getirdiği bu varlıklar; "O"nun, ilmiyle ve ilminde yarattığı varlıklardır!.

Dolayısıyla bu yönü itibarıyla, evren ve içinde varolan her birim; mikro planda veya makro planda, mikrokosmozda veya makrokozmozda mevcut olan her birim, yaratılmıştır!..

Mikro veya makro planda var olan her birim, "O"nun ilmiyle, "O"nun ilminden, "O"nun varlığıyla meydana gelmiş olması sebebiyle de; o varlıklarda, "O" varlığının dışında birşey asla mevcut değildir!.

İşte bu son derece önemli iki noktayı hiçbir zaman dikkatimizden kaçırmayacağız.

Nasıl iki göz bir görürse, işte bu "iki" görüş de "bir"liği meydana getirir. Birisinden gâfil kalırsak farkında olmadan ötekinden de uzak düşeriz.

Biraz evvel açıkladığımız üzere, kendi yarattıklarından, kendi varettiklerinden hiçbirine benzememe özelliği "ALLAH'ın Ahadiyeti"nin tabii bir sonucudur. Çünkü "O"nun dışında bir varlık asla mevcut olmamıştır!.

Hatta bunu ifade sadedinde şu cümle söylenmiştir.

"A`yanı sabite vücûdun kokusunu almamıştır!."

Âyanı sabite, bütün bu varolan varlıkların aslı orijini olan ana manalardır!.

İşte bu sebepledir ki, bütün bu evren ve içinde varolan herşey, "yok"tan varolmuştur!. "Yok"tan da ancak "yok" varolur!.

Yani, bu ifade ile anlatılmak istenen şey, "herşeyin Zât-ı ilâhinin ilminde varolması"dır...

Bu, yokken varolmuş herşey, sadece ve sadece "ALLAH'ın ilmi" ile ve "Kendisinden" vücud bulmuştur.

&

"ALLAH"ın tekliğini, birliğini"... Ama dikkat edin, "birliğini" derken sayısal birlikten söz etmiyorum... Bir tanrı için sayısal birlikten söz edilebilir... Ancak gerçekte, ilim sahipleri indinde "ALLAH" için asla sayısal birlikten söz edilemez.

Burada bazıları haliyle şu suali soracaklardır... Bugüne kadar bu konuları dinlememiş, bu konulara girmemiş olanların bu suali sormaları da son derece doğaldır...

Efendim "ALLAH"ın "Vahid" ismi var; Kur’ân`da bir çok yerde de "İlâhınız" diye bahsediyor "ALLAH"tan... Kur’ân, "ilâh" diye "ALLAH"tan insanlara bahsederken, "ALLAH"ın "Vahid" isminden sözederken; sen nasıl olur da "ALLAH"ın "İlâh-tanrı" olmadığını, "ALLAH"ın "bir" olmadığını söylersin?

Burada şuna dikkat ediniz!.

"ALLAH"ın "AHAD" oluşu mutlaktır!..

"ALLAH"ın "VAHİD" yani "BİR" oluşu ise mûzaftır; yani izâfîdir; yani GÖRESELdir; yani rölativdir!..

Bu son derece önemli; ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki, tasavvuf da bundan "HAKİKATLARIN HAKİKATI" olarak bahsetmiştir.

Bu konuyu açıklamaya başlarken dedik ki, "ALLAH" isminin manasının insanlara, insani kavramlara göre târifi vardır, bir... Bir de, "ALLAH"ın kendini târifi vardır, direkt olarak, iki dedik.

İnsanlık, sayısız tanrılara tapma dönemlerinden, tek tanrıya tapma dönemine kadar gelmiş; ve nihayet Efendimiz Aleyhisselâm ile tebliği olunmuştur ki;

"Tanrı yoktur sadece ALLAH vardır".

İşte bu akış, bu seyir içinde, insanlara tek varedici idrak ettirilmek için bu hitap biçimine uygun bir surette, "ilâh"tan sözedilmiştir.

"Sizin ilâhınız"; yani, sizin o varsaydığınız "İlâh" var ya, işte o "İlâh" "ALLAH"tır...

Yani, "ALLAH"ın, "İlâh-tanrı" olmasından değil; "ilâh-tanrı" ismiyle, varsayımıyla, tasavvuruyla insanda varolan düşüncenin gerçeğinin "ALLAH" olduğuna işaret edilmiştir.

Birinci anlayış kademesinde, "İlâh"ın "ALLAH" olduğu belirtilmek istenmiştir...

İkinci anlayış derecesinde idrak edilmesi önemli konu ise, "ALLAH"ın ne olduğunun farkedilerek; "ALLAH"ın "ilâh" olmaktan dahi münezzeh olduğunun farkedilmesi ve idrakıdır...

Bu hususu çok iyi anlayalım...

ALLAH'ın "ilâh" olduğunun anlatılması ayrı şeydir; insanların ilâh diye düşündüğü varlığın gerçeğinin "ALLAH" oluşunun vurgulanması ayrı şeydir!.

Bu iki kavram birbirinden doğu ile batı kadar uzaktır!.

&

Şayet yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçeği anlayabilirsek, işte o zaman, hakkıyla "ALLAH"a iman edenlerden olma kapısı bize açılır; ve hakkıyla "Âmentü Billahi" deme fırsatı doğar.

Çünkü hakkıyla "ALLAH"a "iman etmek", "benliği, nefs"i ortadan kaldırır, imha eder, yok eder!...

Hakkıyla, ALLAH'a iman edende, "benlik" kalmaz!.

Eğer bu açıkladığım hususu anlayabildiysek farkederiz ki; "ALLAH" ismiyle işaret edilen varlık, "Zâtıyla mevcut yegâne vücuddur", varlıktır!.

Ve "ALLAH" ismi dışındaki bütün isimlerle işaret edilen varlıklar, birimler, yaratılmıştır... "ALLAH" tarafından!... "ALLAH"ın ilminde!...

İşte bu sebepledir ki var olan; daha doğrusu ve gerçeği, "var" kabul edilen, "var" sanılan her şey, gerçekte "yok"tur!.

Eğer bu gerçeği anlayabildiysek, şimdi bir adım daha ileri gitmeğe çalışalım.

"ALLAH", "öncelik ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD " olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.

İşte "ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD" ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki manaları seyretmeyi murad etmesi; evren ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan varolmasını murad etmesi hükümdür!.

Bütün bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm "ALLAH"ın "Kazası"dır!.

"Kaza", işte bu "hüküm"dür!.

"Kazası", yani varetme "hükmü" sonucunda; o isimlerin mânâlarının nasıl ve ne şekilde açığa çıkmasını murad etmeside "O"nun takdiridir.

Bu takdir gereğidir ki, çeşitli ilâhi isimlerin mânâları, sayısız çeşitli bileşimler-terkipler şeklinde belirli anlam sûretlerini meydana getirmiştir.

"Anlam sûretlerini" diyorum, dikkat edin; henüz bu boyutta varlıkların vücudu yok!.

Yani, hüküm verdi!.

Hüküm, "ol" emri ile oldu; bu oluşun neticesinde çeşitli esmâ mânâları seyredilmeğe başlandı...

Çeşitli ALLAH isimlerinin mânâlarının seyri takdir edildi!..

Bu esmâ mânâlarının seyrinin takdiri ile birlikte, "ayânı sâbite" denilen, varlıkların orijinleri, varlıkların orijin ve aslını meydana getiren, ana mânâ gurupları meydana geldi...

Ancak dikkatinizi çekerim...

Ben bunları anlatırken elbette bir sıralamadan, bir zamandan bahsediyorum... Oysa gerçekte böyle bir zamanlama ya da süreç sözkonusu değil!.

Bunların hepsi, bir "an"da olup biten bir şey!..

"Ol dedi ve oldu"

anlamında târif edildiği bir biçimde!.

Bu yüzdendir ki, benim bu anlatışım içindeki zamanlama tabirleri, sizi asla bir zaman kavramına sokmasın!.. Gerçekte, burada zaman diye bir olay yok!.

İşte bu mânâların, mânâ gruplarının meydana gelişi, "Takdiri ilâhi"dir!.

Esasen;

"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."

Şeklindeki Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.

Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık sûretleri olmadığı gibi, bu varlık suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha!. Bunların asli vücudu yok!...

Bu yüzdendir ki, "Âyânı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.

Yani, ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâ seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir..

Burada açıklamakta olduğum "kaza ve kader", halkın anladığı, kitapların yazdığı "kaza ve kader" kavramı olmayıp; bâtıni mânâda, gerçek mânâda, öz mânâda "kaza ve kader" kavramıdır.

Şimdi bu kavramların bir de ikinci bölümü var ki; halkın, herkesin anladığı mânâdaki "kaza ve kader" kavramlarıdır onlar.

Zaten bizim bildiğimiz; üzerinde konuştuğumuz; "kader ne kadardır, eni nedir, boyu nedir, ne kadarı bizde var, ne kadarı da onda var; küllü nedir, cüzü ne kadardır" gibi kavramlar, hep bu ikinci bölümde konuşulan kaza ve kader ile ilgili kavramlardır.

Şu ana kadar bahsetmiş olduğum boyuttaki "KAZA" ve "KADER" ile ilgili değildir!..

Eğer şimdiye kadar anlatılanları anlayabildiysek; şimdi bunun bir basamak daha aşağısına inelim.

&

Mahlûkatın kaderlerine geliyor sıra...

Mahlûkatın kaderini yazan kim?...

Mahlûkatın kaderini yazan "Rabbülâlemin"dir...

"Rabbülâlemin"... Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.

Bütün "ALLAH İSİMLERİNİN mânâları", "ALLAH" ilminde mevcuttur, dedik.

"Rahmaniyet" mertebesinden, "ilmi ilâhideki ilâhi esmânın toplu halde bulunduğu mertebedir" diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya ayrılıktan söz edilemez.

"RAHMANİYET", ilâhi esmânın hazinesidir, deriz; ki bu da mecazi bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir "ALLAH"!.

İşte bu "Rahmaniyet" mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi, "O"nun, "melikiyet" mertebesi özelliği ile mülküdür.

Bir yönü itibarı ile "Melîk"tir, bir yönü itibarıyle "Mâlik"tir.

Ancak, "melîk" ismi, "mâlik" isminden daha kapsamlıdır.

"Mâlik" ismi," "bir şeyin sahibi" anlamındadır.

"Melîk" ise o şeyin hem sahibi", hemde "o şeyler üzerinde mutlak hükümdar" olandır.

Yani, "ALLAH"ın "Melîkiyet"i, "kendi esmâlarını dilediği gibi açığa ortaya çıkarması, seyretmesi" anlamındadır.

"DİLEDİÐİNİ YAPAR." ( )

"YAPTIÐINDAN SUAL SORULMAZ!" (21-23)

Bu âyetler "O"nun "Melikiyeti"nin eseridir.

"Melikiyet" mertebesinin tenezzülü ile "rubûbiyet" mertebesi oluşur eder.

"Rubûbiyet" mertebesi çeşitli esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler- şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda "abd" meydana gelir...

"Rabb" yani "ALLAH isimleri"nin bir terkip -bileşim- hâli, bir birimin, bir isim ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu ortaya çıkış "rubûbiyet" mertebesinin hükmünün zahir oluşudur.

Kul, rabbına tâbidir!.

"YÜRÜR HİÇBİR MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP GÖTÜREN O'DUR!." (11- 56)

Âyeti işte bu gerçeğe işaret eder.

Yani, o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; "ALNINDA" -alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esmâ terkibinin oluşturduğu program onun Rabbıdır... Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esmâ terkibinin tabii sonucudur...

Yani, "birim" ismi, kendini meydana getiren isimler bileşiminin adıdır.

Kendisini meydana getiren o esma terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir varlığı mevcut değildir.

Eğer, o ismin ardındaki, o ismin karşılığı olan esmâ terkibini ortadan kaldırırsanız; ismin arkasındaki varlık da ortadan kalkar!.

Hangi isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun, o ismin ardındaki varlık bir esmâ terkibidir; yani rabbın bir isimler bileşimi şeklinde kendi varlığını âşikâre çıkartmasıdır.

Bu yüzdendir ki...

Birimin, hiç bir şekilde, "ALLAH"ın esmâsı dışında, bir zerre varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, Abd, rabbının mutlak olarak kuludur!...

Abd, rabbine kulluk etmededir!. Her hâlûkârda!.

Abd'ın rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayâl bile edilemez... Tasavvur bile edilemez...

Çünkü Abd'ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur!. Sadece ismiyle, rabbından ayrı düşmüştür abd!..

Bunu târif sadedinde basit bir misâl vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde kalınırsa gene olaydan çok uzak düşülür.

Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller meydana getirmesi; ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız değişik varlıklar varmış sanılması hâlini düşünün!...

Birinin adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da dağ, deniz v.s. demişsin!.

Ne varki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..

&

Şimdi, "abd", "Rabbın Abdı" olduğuna göre;

"Abd" ismiyle, "Kul" ismiyle işaret edilen varlık, belli ilâhi isimlerin mânâlarının, bir bileşim halinde biraraya gelerek bir anlam oluşturması olduğuna göre;

Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba söz edilebilir mi?..

&

İşte geldik işin tabiri câiz ise püf noktasına...

Varlığın aslını hakikatını, özünü bilmeyenler; hakikata ermemiş olanlar; yani, herşeyi beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar; elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç olduğunu düşünecekler; ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!...

Şurası kesin ki, "ALLAH" dilediğini yapmadadır ve yaptığından sual sorulması söz konusu olmaz!.

Sual sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur !.

"VE MA TEŞÂUNE İLLA EN YEŞÂALLAHÜ." (İnsan, 30)

"siz dileyemezsiniz, isteyemezsiniz... İstek sadece "ALLAH"a aittir"..

Evet, dikkat buyurun...

"Siz isteyemezsiniz, ALLAH istemedikçe" çevirisi yanlıştır!.

Bu âyetin gerçek mânâsı...

"Siz isteyemezsiniz, isteyen ALLAH'tır"dır!..

Ve bu mânâyı anlarsak, farkederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!.

"Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana geliyor" gibi bir kavram kesinlikle sözkonusu değil!.

İşte, "ve ma teşâune illa en yeşâallah" âyetinde de bu husus vurgulanır...

Gerçekte isteyen tek varlık, yani MURÎD ALLAH'tır!. İRADE sadece ALLAH'ındır. Ve, O, murad ettiğini ol hükmüyle meydana gelir.

İşte bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;

"Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın yaradan".

Kendini aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani, "ALLAH`tan ayrı bir varlık olarak varım" varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİD yani İRADE EDEN ve RAB olan ALLAH dışında bir şey mevcut olmadığını açık seçik farkedersin.

"SİZİ VE YAPTIKLARINIZI ALLAH YARATTI." (37- 96)

ALLAH "yaratmıştır" kelimesiyle işaret edilen mânâyı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların yaradılışı demek, "İLİM" boyutunda esmâ mânâlarınn takdiri, hükmüdür!.

Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...

Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...

Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.

Belli bir mânânın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her fiil, gerçeğiyle, mânâdır!...

Dikkat ediniz, "mânâ ihtiva eder", demiyorum!... Birimin algılama şekline göre, "mânâ ifade eder"dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!.

Fiil, mânâdır; mânânın tâ kendisidir!.

O "mânâ", algılama aracına bağlı olarak "fiil" şeklinde değerlendirilir!.

İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir "sır"dır bu; ve konunun önemli "püf" noktalarından bir tanesi de burasıdır!.

Esas varolan manadır!...

Mananın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.

Eğer şu açıklamaya çalıştığım cümleyi anlamazsak, kesinlikle

"ALLAH vardır ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktur"

cümlesinin mânâsını da anlayamayız!... Lâfını eder, ezberler, kelimeleri tekrarlarız, ama mânâsını kavramamız asla mümkün olmaz!.

Ef'al boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen; var sayılan; tüm fiiller, orijinde mana olarak mevcuttur; ve "fiiller boyutu" denen "kesret âlemi" için, bu sebeple denmiştir ki;

"HERŞEY HAYÂLDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYÂLDİR."

Çünkü kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLAH isimlerinin anlamlarından başka bir şey değildir!...

Eğer, siz henüz şuur boyutunda yaşayabilme; benliksiz bir biçimde, varlığın Tekliğini seyredebilme özelliğine sahip değilseniz; sizin için çokluk âlemi mevcuttur!. Ve siz kesret âleminin kurallarına göre yaşarsınız!... Ve bu yaşamınızın doğal sonucu olarak, bütün beşeri değerler, kavramlar geçerlidir.

Ayrıca sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan âlem ortadan kalkar; hayır !...

Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür; ve,

"ALLAH, ADEM'İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI"

anlamındaki Rasûlullah uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zât boyutu, sıfat ve esmâ boyutu ve ef'al boyutu mevcuttur.

Bu yüzdendir ki; Zât boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; sıfat ve esmâ boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; ef'al boyutunun da ayrıca hakkını vermek zorundasınız!... Çünkü bu dört boyutta sizin varlığınızda mevcuttur!.

Şu ana kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamaları ve Kur`ân-ı Kerim’de işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz kadarıyla, "ALLAH"ın kazası ve takdiri ile; "ALLAH"ın varlığı meydana getirişi; ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.

Şayet buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklıyabildiysek, bundan sonrasını da son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.

Ancak, bu bölümü anlamadıysak, "ALLAH" isminin mânâsını şayet kavrayamadıysak; bu mânâ bize açılmadıysa; muhakkak ki herkesin anladığı mânâda "bireysel kader" konusunda bir takım sorularımız olacak; ve, "ben burayı bir türlü anlayamıyorum" diyeceğiz.

* * *


Ne diyoruz?...

"Hayrın ve şerrin ALLAH'tan olduğuna iman ediyorum".

Bunu hepimiz diyoruz!.

"Âmentü"yü okurken, "hayrın ve şerrin "ALLAH"tan olduğuna iman ediyorum" diyorsunuz....

Peki gerçekten, yürekten inanıyor musunuz böyle olduğuna..?

Oysa, başınıza bir iş geliyor; "falanca böyle yaptı da onun için" diyorsunuz!...

Öbür yandan da, "gerek hayır ve gerek şer olsun ikisinin de "ALLAH" tarafından geldiğine iman ediyorum" diyorsunuz ya "Amentü"de..

Bak dostum, tekrar et...

" Âmentü Billahi..... hayrıhi ve şerrihi min Allahû Teâlâ"

Hayrın ve şerrin ALLAH'tan geldiğine, iman ediyorum" diyorsun!.

Peki bu dediğin gibi mi yaşıyorsun?...

Her olay içinde ve yaşamının her anında böyle mi düşünüp; olanları böyle mi değerlendiriyorsun?

Eğer dediğiniz gibi yaşayamıyorsan, "Âmentü"nün bu şartına iman etmiyorsun demektir.

Teypte "Âmentü"yü defalarca tekrar eder ezberletirsen, papağan da defalarca tekrar eder!..

Senden de bu kelimeler tekrar tekrar çıkabilir... O takdirde, sana da mü'min, yani bunlara iman etmiş, derler; ağzından çıkanlara bakarak...

Ancak, her an, karşılaştığın her fiilde;

-"hayır ve şer" hepsi de ALLAH tarafından bana geldi, "O"nun takdiri üzere bu olay benim için oluştu!..

diyemiyorsan; sen, henüz "Âmentü"deki bu hükmü kabul etmiş değilsin!.

Bak şu âyetin anlamını iyi kavra... Sonra da ister "İMAN ET", istersen de reddet!.. Keyfin bilir...

"...EÐER ONLARA BİR HAYIR GELİRSE;

-BU ALLAH`TANDIR!.. DERLER...

EÐER ONLARA BİR ŞER GELİRSE;

-BU SENDENDİR!.. DERLER...

DE Kİ:

-HEPSİ ALLAH`TANDIR!." (4-78)

Kurân-ı Kerim’in bu hükmünü kabul ve tasdik ediyor musun, etmiyor musun?

Mü'min, "âmentü"ye iman eden; bu esaslara "iman" eden demektir!.. Sen şimdi mü'min misin, değil misin?

"Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" ifadesinin idrakında mısın ve bu prensibi kabul ediyor musun ?...

Bu gerçeği kavradıysan mesele yok!.

Bu gerçeği farketmiş ve idrak etmiş değilsen; benim yönümden yine mesele yok!... Beni ilgilendiren bir konu değil!..

Bak dostum, olay senin sorunun!. Sen tek başına Âhıret denen ölümötesi yaşama geçeceksin, diri diri mezara gireceksin ve o mezarda milyarlarla sene, dünyada elde ettiklerinin sonuçlarını yaşayacaksın; hoş veya nahoş!.

İster Kur`ân hükmüne dayanan "Âmentü"deki bu prensibi kabul eder ve ona göre yaşamına yön verirsin; istersen de iman etmez, kabul etmez, dilediğin gibi yaşar, sonuçlarına katlanırsın!.

Şimdi burada önemli olan bir sual var...

Niçin "Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" deniyor da "min Rabbihi" denmiyor?...

Yani, "hayır ve şerrin", "Rab"binden olduğu değil de "ALLAH"tan olduğu ifade ediliyor.

"Hayır ve şer ALLAH"tandır, "Rab"binden değil!... Çünkü senin nefsinden zuhur eden şeyler senin "Rab"bindendir.

Karşındakinin nefsinden zuhur eden şeyler de onun "Rab"bindendir.

Buna karşın tümüyle her varlıktan denince, bütün varlıkların "Rab"bı, "Rabbülâlemin" olan "ALLAH"tır!..

"ALLAH" kendindeki hangi mânâyı ortaya çıkarıp seyretmeyi dilemişse, o isimler bileşimini ortaya koymuş; ve o terkibin mânâsı, o fiilin "Rab"bı olmuştur!..

Bu yüzdendir ki, bütün fiiller, o fiilin yaratıcısı olan Rabbül Âlemin"den, yani "ALLAH" tarafındandır!. Onun için denmektedir ki "Hayrıhi ve şerrihi min Allahû Teâlâ"... "Min Rabbihi" değil..

"HAYR" ya da "ŞER" diye nitelendirdiğin olaylar, ALLAH'ın türlü isimlerinin mânâsı olarak senin karşına gelmektedir!.

Yani, senin karşılaştığın "hayır ve şer" diye tanımladığın bütün olaylar, "ALLAH" isimleri ile işaret edilen mânâların, fiiller âleminde, ef`al âleminde ortaya çıkmasıdır.

İşte bu sebepledir ki, "karşılaştığın olayı kişiden veya hayvandan veya cinden bilme; ALLAH`tan bil"dir "Âmentü”nün bu prensibinin mânâsı.

Sen ne zaman ki ALLAH'tan bilmez de, birimden; yani belli bir isimden, falanca ya da filancadan bilirsen; o fiili meydana getiren gerçek fail olarak ALLAH'ı bilmezsen "ALLAH"tan gâfil oldun demektir!.

Veya bir diğer ifade ile, ALLAH'ın senin yetişmen amacıyla o fiili, o olayı meydana getirdiğini ve senin karşına çıkardığını farketmezsen "ALLAH"tan perdelenmiş olursun.

Oysa amaç, her şeyin sahibi olan ve heran her şeyde murad ettiğini yapan "ALLAH'a iman" ile bu dünyadan geçip gitmek en azından...

Yani, ALLAH'ı müşahede etmek!. Yani, "ALLAH"a şehâdet etmek!... "Eşhedü...." diyebilmek!..

Öyleyse başına gelen hayrı ve şerri birimden değil, -"birim" tabirini en geniş anlamı ile kullanıyorum, ve bu yüzden bir isim kullanmıyorum- ALLAH'tan bilmek zorundasın.

Bu nedenledir ki, eğer mü'min olarak bu dünyadan geçip gitmek istiyorsan...

"Hayrıhi ve şerrihi min ALLAH" cümlesini her an hâfızanda tutup; bütün olaylara ve birimlere "MİN ALLAHÛ TEÂLÂ" yani "ALLAH`TAN" anlayışı ile bakmak mecburiyetindesin, !..

Bunun aksine bir düşünüş, seni, farkında olmadan "Âmentü" prensiplerine iman çizgisinden çıkartıverir!.

* * *


"Vel ba'su ba'del mevt"; "mevt"in yani "ölüm" anının hemen sonrasında, "ba`s" olacağıma inanıyorum" demektir.

Melekler bahsinde Azrail`i anlatırken de üzerinde durduğum gibi mevt yani ölüm, tadılan birşeydir!...

Bir başka tanımlama ile "MEVT", "Kontrolundaki yapıyı kullanamaz hale gelmek" demektir!... Özellikle, insanın, bedeninin "kullanım dışı kalmasını" târif sadedinde bu kelime söylenir..

Bu yüzdendir ki, "ÖLÜM TADILIR"!..

Tadan da İNSANIN bizâtihi kendisi olan şuuru-bilincidir!...

"Küllü nefsin zaikatül mevt" (29-57)

"HER BİLİNÇ ÖLÜMÜ TADACAKTIR",

âyetinde olduğu gibi; her bilinç, -burada hususi mânâsıyla insan, genel anlamıyla evrende var olan tüm bilinçler kastediliyor- her bir nefs sahibi, şuur sahibi, ölümü tadacaktır" denmektedir!..

"NEFS"in anlamı "bilinç sahibi birim"dir..

Yani, içinde bulunduğu halden sonra, o güne kadar kullandığı bedeni ve ortamını kaybedecek; yeni ortamın gerektirdiği beden ile yaşamına devam edecektir.. Her bilinç için bu böyle!

İnsan yönünden ele alırsak... Her nefs yani bilinç, bir süre sonra herhangi bir sebeple bu yaşadığı bedeni kullanamaz hale gelecek; bu beden kullanım dışı kalacak; bu bedenin kullanılamaz hale gelmesinin hemen akabinde de, oluşmuş bulunan yeni bir bedenle yaşamına devam edecek!.

Böylece, içinde yaşadığı bedenden; ve o beden dolayısıyla bağlı olduğu her şeyden ayrılarak ölümü tadmış olacak!.

Halogramik yapılı dalga(wave) bedeniyle, -ki biz ona din terminolojisinde RUH diyoruz-, o ruhla yaşamına devam edecek.

İşte bu "her bilinç ölümü tadacaktır"ın neticesinde "Vel Ba'su Ba'del mevt" inancını getiriyor.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir önemli husus daha var:

"Vel Ba'su ba'del Kıyamet" denmemesi!.

Eğer "vel ba'su ba'del kıyamet" dense, o takdirde biz şunu düşüneceğiz:

"Madem ki şimdi öleceğiz ve kıyamette sonra dirileceğiz, öyle ise ne kabirde sorgu sual var, ve ne de herhangi bir kabir azabı sözkonusu... Kabir âlemi diye bir yaşantı da yok!.. Kabirde iken ne cenneti ne de cehennemi göreceğiz!. Şimdi uyuyup, kıyâmetten sonra uyanacağız!.."

Ama "BA`S" olayının "mevt", yani, biyolojik mevcut bedenimizin kullanılmaz hale gelmesinin hemen sonrasına alınması, olayın tüm şeklini değiştirmektedir...

İnsan, ölüm denen olayla, beş duyuyla algıladığımız madde boyutundan, cinlerin ve geçmişte yaşamış olan insanların hâlihazır yaşamlarının sürdüğü "berzah" denen dalga(wave) boyuta geçmektedir...

"ÖLÜM"le insanın 50-70 yıllık dünya yaşamı dönemi kapanıp; belki de milyarlarla sene sürecek olan "BERZAH" yaşamı dönemi açılmaktadır!.

"BERZAH" yaşamı ise ön "dünya-kabir geçiş yaşamı"ndan sonra, ya "KABİR ÂLEMİ" ya da "BERZAH YAŞAMI" şeklinde "KIYÂMETE KADAR" süregider!

"Öngeçiş" evresinde kişi bedeni kullanılmaz hale gelmesine rağmen, sağmışçasına dış dünyayı algılar, her şeyi görüp-işitir... Bu arada cinleri de açık-seçik görmeye başlar!...

Burada çok önemli bir hususa daha işaret etmeden geçmeyelim...

Normal ölümde, kişide "ölüm" gerçekleşmeden önce, yani bedenle ilişkisi kesilmeden önce, eskilerin tâbiriyle "şeytan imanını almaya gelir"!...

Nedir bu olayın içyüzü..?

"Sekerat hâli" denen, kişinin, "ölüm" öncesinde dünya ile bağlarının zayıflayıp, dalga(wave) âlemi daha net bir biçimde algılamaya başlamasının akabinde cinleri de net bir biçimde görmeye başlar!..

İşte bu sırada ölecek olan kişi "İMAN"lı ise, şeytani cinleri acaip bir telaş sarar!.. Ne yapıp edip bu son fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeli ve bu kişinin "İMAN"ını elinden almalıdır!!!

Bu anda beyin henüz normal faaliyettedir, düşünce ve idrak yerindedir... Dolayısıyla kişinin tüm algılayışları, normal olarak beyinden ruha yani dalga bedene yüklenmektedir...

"ÖLÜM"le ise kayıtlar son bulacak; artık ruh yani dalga(wave) beden, beyinden yeni bir kayıt alamıyacak; kendisine son yüklenen bilgilerle, idrakıyla sonsuza dek yaşıyacaktır!..

İşte bu haldeyken kişi, büyük bir ihtimal ile o ana dek hiç görmediği cinleri bir anda karşısında bulur!..

Geçmiş aile büyükleri ya da inandığı kişiler sûretine bürünerek karşısına gelen CİNLER;

-O güne kadarki imanının boş olduğunu; tanrının varolmadığını; Hazreti Muhammedin Allah Rasûlü olmayıp, insanları iyiliğe sevketmek için gelmiş akıllı bir insan olduğunu telkin ederek; artık bu boş inançları bırakıp kendisini bekleyen yeni âlemin yeni değerlerine hazırlanmasını" isterler!.

Eğer ölüme hazırlanan kişi bu konuda sağlam bir bilgiye veya "İMAN"a sahip değilse, rahatlıkla CİNLERİN bu yalanlarına kapılır. Ve dünya yaşamındaki bu inancın boş olduğunu kabullenip, ölür!.. İşte "İMANSIZ" ölen bir kişi daha!.

Çünkü beyinden ruha yüklenen bu son kayıt, artık onun sonsuz dek bakış açısını oluşturacaktır!..

Ya da o anda kişi ızdırap çekmektedir, içinde bulunduğu hastalık dolayısıyla... Cinler onun imanını terketmesi halinde ızdırabına son vereceklerini; zaten imanın da geçeceği âlemde gereksiz bir şey olduğunu söylerler!... Tıpkı, bugün "biz uzaylıyız, İslam Dini artık hükmünü yitirmiştir" deyip, birtakım insanları kandırdıkları gibi!.

İşte anlattığımız örneklerin daha binbir türlüsünü oluşturarak, son anda kişiyi "İMAN"ından etmeye çalışırlar..

Bu hususta tek çare, yaşam boyunca bu konularda bilinçli olabilmektir!.

Evet, "sekerât" hâlinden sonra "ölüm" kesinleştiğinde, bu defa hem cinler hem de dünyada yaşayanlar seyredilmeye başlanır...

Kabire gelinceye kadar olup-biten her şey, ölümü tadan tarafından seyredilir!...

İnsan, hayatının en büyük paniğini mezara bırakılacağı anda yaşar!

Şuurlu bir varlık olarak yaşarken kabre konulacağını farketmek; üstüne toprak atılınca orada kapalı kalacağını hissetmek kişiyi son derece panikletir!

Ve çaresiz toprağa konulur; üstüne toprak atılıp, kapak kapatılarak dünya ile ilişkisine son verilir!.

Bu arada "MÜNKER ve NEKİR" adlı iki melek gelerek ona şu üç soruyu sorar:

RABBİN KİM?

NEBİN KİM?

KİTABIN NE?"

Kişiye kabirde ne mezhebi sorulur, ne de mezheb imamı!.

Kişiye kabirde ne tarikatı sorulur, ne de tarikat şeyhi!.

Kişiye kabirde ne hangi ülkede yaşadığı sorulur; ne de o ülkenin rejimi, nasıl veya kimler tarafından yönetildiği!.

Melekler bu sorgulamada aldıkları cevaba göre, kişinin, yeni dünyasını algılama kapılarını açarlar..

Tıpkı, "OKUMA" olayının gerçekleşebilmesi için meleğin "SIKMASI" olayında olduğu gibi...

Böylece o kişi kabir âleminde hem cenneti, hem de cehennemi görmeye ve geleceğinin hangisi olduğunu bilmeye başlar!.

Eğer hakketmişse, kabir âleminden çıkıp, serbest olarak "BERZAH-geçiş" âleminde yaşamaya ve kendisinden önce o âleme geçmiş olan şehid, veli ve nebilerler görüşmeye başlar!

Bu konuda çok daha geniş bilgiyi "Hz. MUHAMMED`İN AÇIKLADIÐI ALLAH" kitabının "ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ" bölümünde anlatmıştık... Konunun detaylarını arzu edenler oradan okuyabilirler...

Evet böylece elimizden geldiği kadarıyla, "ÂMENTÜ" diye bilinen "İMAN ESASLARI"na dair bilgi naklettik... Noksanıyla kabul ola!

Şimdi geldik "İslam" bahsine...

* * *

"İslam" nedir?

Neden "İslam"?

"İslam" kelimesi kullanım alanı olarak iki mânâdan kaynaklanıyor:

Selâmete çıkma, selâmete erme anlamına.

Teslim olmak anlamına...

İslamı anlamak için, öncelikle "Hz. Muhammed Neyi OKUDU" isimli kitabımızda anlattığımız bir biçimde "İkra"-"Oku" diye başlayan, ilk âyetlerin mânâsını anlamak gerek. Bundan sonradır ki, İslam`ın ne olduğunu anlamak daha kolay olur.

Niçin İslam?

"İslam"; selâmet bulma, selâmete erme, "selâm" isminin mânâsının sizde açığa çıkması anlamında!.

"Allah"ın "selâm" isminin mânâsı ortaya çıktığı zaman kişi, bir kısım ilâhi isimlerin mânâsıyla tahakkuk etmek suretiyle, cennet yaşamı dediğimiz yaşama geçer.

İşte bunun içindir ki İslam, bunun için teslim olmak.

"KESİNLİKLE ALLAH İNDİNDE DİN İslam'dır";

diyor Kur`ân!...

Din, "ALLAH" hükümleri bütünüdür; "ALLAH" düzenidir; "ALLAH" sistemidir!.

Buradaki ilâhi sistem ve ilahi düzen kavramlarını yanlış anlamayalım!. Beşeri düzenlerle, sosyal-siyasi düzenlerle, siyasi rejimlerle buradaki düzen kelimesini karıştırmayalım.

"ALLAH" sistemi dediğimiz zaman, olayı kelime şekliyle, şeriat yönüyle de ele almayalım!.

Bu öyle bir düzendir ki, Kur`ân bize bu sistemin her an, her zerrede yürürlükte olduğunu bir çok yerinde vurguluyor.

"VE LEN TECİDE Lİ'SÜNNET'İLLAHİ TEBDİLÂ" (48-23)

"ALLAH'IN YARATIŞ SİSTEMİNDE ASLA DEÐİŞME - YENİLENME OLMAZ"

âyeti, bu genel düzeni ve sistemi anlatıyor.

Yani ister nebat, ister hayvan, ister insan, ister melek, ister cin olsun, tüm varlıklar bu genel sistem içinde kendi varoluş gayelerine uygun olarak görevlerini meydana getirmektedirler!..

"KESİNLİKLE ALLAH iNDİNDE DİN İSLAM’DIR"

âyetinde de işaret edilen mânâ, tüm varlıkların bu "doğal ve zorunlu teslimiyeti"dir..

Yani bir diğer ifadesiyle;

"Evren tüm içindekileriyle "ALLAH"a teslim haldedir"!..

KESİNLİKLE TÜM VARLIKLAR ALLAH`A TESLİMDİR Kİ, BU, GERÇEK DİNDİR!..

Varolan hiç bir varlık, hakikatı itibariyle, esası itibarıyla "ALLAH"a isyan edemez, âsi olamaz.

İblis`in "Allah"a isyanı dahi, ezeli görevi ve var oluş programının sonucudu!r... Çünkü varoluş mertebelerinde, bir çok varlıkların, kendi görevlerini yapmaları, veya imtihana tabi tutulmaları, cinler aracılığıyla olacaktır.

Eğer iblis`in o isyan dediğimiz hali olmasa, ne Adem cennet yaşamından ayrı düşer; ne insanlar madde bedenin getirdiği sıkıntı ve zorluklara düşer; ne de insanların geçmişteki cennet halinden çok daha ileri boyutlarda olan özlerindeki ilâhi gücü ortaya çıkarma, çalışmaları var olurdu!...

Çünkü, zaten Adem, cennet yaşamı içinde iken bugün hedeflediğimiz, istediğimiz şeylerin bir kısmına sahipti... Yani, o bir kısım ilâhi güçlerle tahakkuk ediyordu!.

Cennette herkesin her istediği olacaktır!.

Adem`in de cennette hemen her istediği oluyordu!.

Ancak şu farkla ki...

Adem Aleyhisselâm yeryüzünde yaratılmıştı!...

"YERYÜZÜNDE BİR HALİFE MEYDANA GETİRECEÐİM"...

ayeti de, O`nun yeryüzünde varoluşunun apaçık ispatıdır!..

Bizler gibi bir madde bedeni mevcuttu!... Bu sebeple de bulunduğu yere "yeryüzü cenneti" denmekteydi!.

Ancak yeryüzünde yaşamasına rağmen, bizim bugün elde edemediğimiz pek çok isteklerini gerçekleştirebiliyordu...

Çünki kendisindeki ilâhi güçlerin açığa çıkmasını engelleyen "VEHİM" duygusu oluşmamıştı!..

"VEHİM" duygusu insanda mevcut bulunan en büyük şer güçtür!.

Varolmayan ya da varolması mümkün olmayan şeyleri imkan dahilinde göstererek bilinci âdetâ esir eder!.. Tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde "vehim" yatar!..

"Negatif varsayım" diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemiyeceği kadar büyüktür!.

Eğer kişi "VEHİM" duygusunu kontrol altına alabilirse, yaşamı âdetâ cennet yaşamına döner... Buna karşılık insan "vehminin" esiri olursa, yaşamı artık bir cehennemdir!.

Varolmayanı var sandıran; varolanı da görmezlikten getiren kuvvettir "VEHİM"!..

İnsan, "VEHİM" hükmü altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmağa karar verirse; ve bu hususta da azimli olursa, normal şartlara göre imkansız olan o şeyi mümkün hale getirebilir!..

Ve sanki bir madde bedeni yokmuşçasına özgür bir yaşam sürebilir... Sanki cennetteymişçesine!...

İşte yeryüzünde yaratılmış olan Adem Aleyhisselâm da, "VEHİM" duygusunu tatmadan yaşadığı için bulunduğu ortam "yeryüzü cenneti" olarak tanımlanıyordu..

Şu gördüğümüz, içinde yaşadığımız nizam, gerçeği itibarıyla, ilahi hükmün âşikâre çıktığı bir nizam ve düzendir.

Kainatın ve evren içindeki her birim...

Dikkat edin, burada "birim" kelimesi özellikle üzerinde durulması gereken bir kelimedir; zira insan, melek, cin, hayvan, nebat hep birim kelimesinin içine girer...

Evet, her birim, gerçek mânâsıyla "Allah"a kulluk hâlindedir.insanlar ve cinler için zaten bu, Kur’ân'da çok açık ve seçik vurgulanmıştır.

"BEN iNSİ VE CİNNİ KULLUK ETMELERİ iÇİN YARATTIM"

Allah'ın bir gaye için yarattığının, o gayeye hizmet vermemesi mümkün değildir!... Muhaldir!.

Dikkat ediniz, buradaki âyette hiç bir sınırlama yoktur!...

"Müminleri kulluk etsinler diye yarattım", demiyor!... "Sadece insanları.... "da demiyor!...

"Cinleri de... " diyor.

"Cinleri de..." dediği zaman, "şeytan ve iblis" tavsifleriyle anlatılan tüm cinler dahi bunun içine giriyor!..

Melekler, zaten mutlak kulluk halinde!... Bütün melekler doğal olarak ALLAH hükümlerinin gereğini uyguluyor, yerine getiriyor.. Onlar için zaten tartışma yok.

"İnsanlar ve cinler" için, acaba kulluğu yerine getiriyor mu getirmiyor mu tartışması var!. Halbuki bu tartışma da abes!.

Âyet var Kur’ân-ı Kerim’de!.

Âyete göre "İNS" ve "CİN" türleri istisnasız ve sınırlamasız hepsi de "Allah"a kulluk etmeleri için yaratılmıştır.

"Allah" bir nesneyi, bir birimi ne iş için yaratmışsa, o birim yaratılış gayesinin gereğini mutlaka, olduğu gibi yerine getirecektir!. Bunda hiç bir tereddüt yoktur!.

İşte bu yüzdendir ki, ALLAH muradına uygun olarak yaratılmış olan bütün varlıklar, "Allah"ın dileğine uygun olarak, gereken fiilleri ortaya koymaktadırlar.

Bu "Din"dir ve bu "İslam"dır.

Onun içindir ki âyette:

"KESİNLİKLE ALLAHiNDİNDE DİN İSLAM`DIR". (3-19)

denmiştir.

Ve ayrıca vurgulanmıştır ki:

"İSLAM`IN GAYRINI DİN SEÇENDEN BU KABUL EDİLMEZ"!.. (3-85)

"KİMİN ANLAYIŞINI İSLAM’I KAVRAMAK ÜZERE AÇARSA ALLAH, BU ONA RABBİNDEN BİR NURDUR" (39-22)

Evet, "İslam"ı gerçek anlamıyla kavrayabilmek son derece büyük ve önemli bir iştir; ki, Rabbinden kendisinde açığa çıkan bu "NUR", yani gerçeği farketme-kavrama gücü, kişiyiyi evrensel sistemi tanıma noktasına ulaştırır!..

Şimdi biz âyetleri anlamak için incelerken, öncelikle şunun üzerinde çok duracağız... Âyetin başında ve sonunda herhangi bir sınırlama, bir istisna var mı, yok mu?... Önce buna bakacağız!.

Mesela:

"BİZ YERYÜZÜNDE İNSANI HALİFE OLARAK MEYDANA GETİRDİK."

derken insanın halifeliğini "yeryüzü" ile sınırlıyor!. Yeryüzünde halife!.. Burada bir sınırlama var!.

Fakat, "Kesinlikle Allah indinde din islam"dır derken, orada bir sınırlama bir kayıt yok... Yani, dünyada veya falanca galakside demiyor!..

Nerede?...

Dünyada da!. Dünyanın içinde bulunduğu güneş sisteminde de!. Diğer galaksilerde de!.

Kâinatın tamamında yani bütün bu evrenin tüm yapısında, her zerrede, her noktada bütün varlıklar Allah`a teslimdirler!. Burada kesin olarak işte bunu vurguluyor!.

Yalnız burada gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur:

"Bütün varlıklar Allah`a teslim olmuş vaziyettedirler" derken, birimler kendi özgür iradeleriyle "Allah"a teslim olmuş, değil!..

Birim, "FITRATIYLA" yani var oluş şekli ve programıyla Allah'a teslim olarak yaratılmıştır, zaten!...

Birim, Allah'ın indinde, dilemesine uygun olarak meydana getirilmiştir Allah tarafından...

"FITRATIYLA" meydana getirildiği için de, teslim olmuş durumdadır!. Yani, birimin teslimiyeti dediğimiz, "Allah'a teslim olma hâli" dediğimiz, içinde bulunduğu hâl, var oluşundan yani "fıtrat"ından meydana geliyor otomatikman!...

Yapısından, nüvesinden, özünden meydana geliyor!..

İşte bunu izah içindir ki Hz.Rasûlllah :

"Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar" demiştir. ("FITRAT" konusunun içyüzü geniş bir şekilde "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda açıklanmıştır. Arzu edenler bu konuyu detaylarıyla oradan inceleyebilirler!. A. HULÛSİ )

Olaya yüzeysel bakanlar diyor ki; "müslümanlığı kabule istidatlı olarak doğar her doğan çocuk"!.

Hayır! Olayı yalnızca "müslümanlık"la kısıtlıyarak dar anlamda almayalım!.

Her doğan çocuk; ki bunu bebek diye de; veya geniş kapsamlı olarak kainatta var olan her varlık diye de anlamak mümkündür...İslam fıtratı üzere doğar, yani İslam kelimesinin açıkladığı mânâda, programlanmış olarak meydana gelir.

Nitekim başka bir âyet:

"DE Kİ: HEPSİ DE (Şâkıleleri) VAROLUŞ PROGRAMLARI DOÐRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR!." (17-84)

Ayette geçen "ŞÂKİLE", daha önce izah ettiğimiz, "FITRAT`ın oluşturduğu programın doğrultusu", anlamındadır..

İşte bu husus, "İslam"ı açıklar.

Yani, var olan bütün birimler;

"KESİNLİKLE ALLAH iNDİNDE DİN İSLAM`DIR"

hükmünce meydana gelmiştir.

Bu yüzdendir ki "İslam", dünyada sadece belli bir kavmin veya insan topluluğunun dini değil; kâinatta geçerli olan nizam, ilâhi düzendir!.

Şayet bunu anlıyabildiysek, artık "İslam"ı dar mânâda sadece belli ölçülerle, şekillerle kayıt altına almayalım!.

"İslam", "Allah"ın, dilediği mânâları ortaya koymak üzere, kainatta mevcut tüm birimleri kendi ilmiyle, ilminden, dilediği yapı ve özelliklerle; dolayısıyla da kendine "TESLİM" bir halde halketmesi; ve birimlerin de bu gayeye yönelik davranışları doğal olarak ortaya koymalarıdır.

Bu durumda bir kişinin "İslam"ı fark ve kabul etmesinin doğal sonucu olarak ne yapması gerekir?

* * *


Burada şu gerçeğe işaret edelim...

İslam inancına göre kişinin muhatabı Allah`tır; Rasûlullah`tır!.. Bunların dışında inancını kimseye ispatlama mecburiyeti yoktur!.

Kişi inanır veya inanmaz, bunun sonuçlarını da ölümötesi yaşamda görür!.. Çünkü bu dünya zorlama değil, "TEKLİF" dünyasıdır!..

Kimsenin başkalarını herhangi bir konuda inanmaya zorlama hakkı yoktur!..

Nitekim aşağıdaki âyette bu konuya açıklık getirilmiştir:

"DİN iÇİNDE ZORLAMA YOKTUR!." (2-256)

Ne var ki KUR`ÂN-I KERİM’in bu açık hükmünü ifade eden âyet birçok müslüman olduğunu ifade eden kişi tarafından benimsenmemekte; çeşitli mantık oyunlarıyla insanlara zorla-baskıyla İslâm önerileri uygulattırılmak istenmektedir..

Yani, insanlar, iananmadıkları şeyi yapmağa zorlanarak, "münâfık-ikiyüzlü" hale getirilmektedirler!.

Oysa, yaşadığımız dünya "TEKLİF-ÖNERİ" dünyasıdır; "İMAN EDEN" imanının gereğini "iman"ı kadarıyla yapar; "iman"ı olmayan da dilediği gibi yaşar ve ölümötesinde de bunun sonuçlarına katlanır!.

"CEZA", yani yapılan veya yapılmayanın karşılığı ölümötesinde ALLAH sistemi içinde alınacaktır!.

Burada bir nebze değinmek istediğim bir husus da şu...

İnsanların önemli bir kısmında "NEFS"inden ileri gelen bir biçimde, çevresindekilere hükmetme; önde olma; baş olma; insanları gütme duyguları vardır!.. Oysa bu kişilerin çoğu, yaptıkları çalışmalarla kendilerini çevrelerine kabul ettirebilecekleri bir mevkiye gelememişlerdir!..

İşte bu durumda, kendi yetersizliklerini kapatmak için, dini kullanıp; "Allah adına", "Rasûlullah adına", "Kur`ân adına" diyerek; bir kisveye, etikete bürünüp, insanlara zorla yön vermeye çalışırlar!..

Eğer, bu kişiler psikoanalitik incelemeye tabi tutulursa; görülecektir ki, çoğunlukla bu kavramları kendi psikosomatik hallerini tatmin için ortaya koymakta; böylece de kendilerindeki küçüklük, geri kalmışlık duygusunu tatmin etmektedirler!.

Orta çağın engizisyonlarını kuranlar; ve o engizisyonları günümüze taşımaya çalışanlar, herkesi cehenneme postalayanlar hep bu tür kişilikler ile

#10 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 31.12.2004 - 16:50

Orta çağın engizisyonlarını kuranlar; ve o engizisyonları günümüze taşımaya çalışanlar, herkesi cehenneme postalayanlar hep bu tür kişilikler ile onlara körü körüne, düşünmeden tabi olanlardır!.

Oysa, KUR`ÂN hükmüne göre, "DİN İÇİNDE iKRAH YOKTUR!.."

"İKRAH"ın anlamı "ZORLAMA"dır!..

İkrah yani zorlamanın dinde olmayışını; insanları bu konuda zorlamanın tamamiyle din dışı bir davranış olduğunu bakın değerli müfessir Hamdi Yazır ünlü tefsirinde nasıl açıklıyor:

-"Dinin mevzuu ef`ali ıztırariye (zorlama) değil; ef`ali ihtiyariyedir (kişinin kendi dileğiyle).. Bunun için ef`ali ihtiyariden birisi olan ikrah, dinde menhidir.

Belki âlemde ikrah bulunabilir amma dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdıdır. Dinin şanı ikrah etmek(zorlamak) değil, belki ikrahtan korumaktır.

Binâenaleyh dini İslamın bihakkın hakim olduğu yerde ikrah (zorlama) bulunmaz ve bulunmamalıdır.. Şu halde Din, ikrah ediniz demez, ikrah meşru ve muteber olmaz.

İkrah ile vâki olan amelde dinin va`dettiği sevap bulunmaz; rıza ve hüsni niyyet bulunmayınca hiç bir amel ibadet olmaz!.

Ameller niyete göre değerlenir!.. Metalibi diniyyenin hepsi ikrahsız, hüsni niyyet ve rıza ile yapılmalıdır..

İkrah (zorlama) ile itikad mümkün değil; ikrah ile kılınan namaz, namaz değil; oruç keza; hacc keza ilah...

Bundan başka, bir kimsenin diğerine tecavüz edip de herhangi bir işi ikrah ile yaptırması da câiz değildir; hâsılı, hükmi İslam altında herkes vazifesini bilihtiyar yapmalı, iKRAHSIZ YAŞAMALIDIR!." (c:1;s:860-861)

AHMED HULUSİ
-AKIL VE İMAN-

#11 bilowcan

bilowcan

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 7 Mesaj

Gönderim zamanı 03.01.2005 - 16:23

Çok uzun yazmışsın. Yazdıklarını okuyamadım. Zaten Arapça da bilmiyorum(Yazdıklarının Arapça olduğunu varsaydım).

Küstahlık olarak algılama ama kopyala-yapıştır yapmaksızın, anlaşılacak bir dilde, fazla konudan dağılmadan yazamaz mısın?

Benim niyetim tartışmaktan çok bilgi edinmek.

#12 inan

inan

    tersceviroku

  • Üyeler
  • 2.596 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 03.01.2005 - 19:56

Ey efendi, benimle boşuna kavga etme. Bu böyledir. Hakikat budur ki, hepimiz bir zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız, deniz O'dur.
Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina

#13 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 07.01.2005 - 16:49

Selam..

Allahın Selamı Üzerinize olsun..

Kader konusunda Kur'an-ı Kerimden sizlere birkaç sure ve ayet yazacağım..Hak Teala olmuş ve olacakları önceden tayin etmiş yani önceden yazarak Levh-i Mahfuzda saklı tutmaktadır.. Yani gayb'ın anahtarları onun katındadır..Onun ilmi olmadan bir yaprak bile kıpırdamaz..

HÛD SURESİ,AYET 6 : "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı,yanlızca Allah'ın üzerinedir.Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir.(Bunların)hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır."


EN-ÂM SURESİ,AYET 59 : "Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır;onları O'ndan başkası bilmez.O,karada ve denizde ne varsa bilir;O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez.O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir.Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kiraptadır."

TEVBE SURESİ,AYET 51 : "De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez.O bizim mevlamızdır.Onun için müminler yanlız Allah'a dayanıp güvensinler."

HADÎD SURESİ,AYET 22 : "Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki,biz onu yaratmadan önce,bir kitapta yazılmış olmasın.Şüphesiz bu,Allah'a göre kolaydır."

HADîD SURESİ,AYET 23 : "(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır.Çünkü Allah,kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez."

Burada bu ayetler çok dikkatli okunmalı ve düşünmeli,anlatılmak isteneni kavramaya çalışmalıdır diyorum.. ancak bu konuyu kişinin anlaması yani kişinin idrak açılımının dahi,sadece ve sadece Allah'ın tasarrufunda olduğunun gerçeğini görmekteyiz.

Fatiha Suresi :

Okunuşu:

Bismi'llâh'ir-Rahmân'ir-Râhîm.

Elhamdu lillahi rabbil âlemiyn,errahman-irrahiym,mâliki yevmid diyn,iyyake na'büdü ve iyyake nestaıyn,ihdinas sıratal mustakıym,sıratalleziyne en'amte aleyhim ğayrıl mağdubi aleyhim veladdâliyn.


Anlamı:

Rahman ve Rahim olan ALLAH isminin manasıyla (başlarım)...Hamd,âlemlerin Rabbı olan,Rahman ve Rahim Allah'a aittir.Din gününün malikidir.Yanlız sana kulluk eder ve yanlız senden yardım isteriz.Hidayet et bize,doğru yola,O doğru yola ki,en'âmda bulunduklarına nasip ettin o yolu;gazabına ulaşanların ve dalalette kalanların değil.



Burada da "hidayet et bize,bizi en'amda bulunduklarının yani doğru yola ilettiklerinin yoluna ilet" yazıyor apaçık yazılı.Zaten müslümanlığın şartlarını okursanız kadere iman yani kadere inanmayı teyit etmiş olursunuz.Peki nedir kader ?..
Allah'ın alemleri yaratmadan önce kendi ilmiyle olmuş ve olacakları önceden tayin etmesidir.
Bunda kişinin en ufak bir tasarrufu bile sözkonusu değildir.Zaten kişi yokturki.İnsan ve tüm yaratılmış herşey bu alemler bir hayalden ibarettir.Olmayan bir şeyin tasarrufu sözkonusu olabilirmi? Peygamber efendimiz (s.a.v) "vafu anna vağfirlena verhamna vehdina" diyorlardı namazlarında iki secde arasında...Yani bu şu demek ben yokum "fakr'm" yani Allahta yok olmak...Bu konu tamamıyle tasavvuf ilmindedir.
Peygamber efendimiz (S.A.V)'e ilk vahiy "oku" idi.yani okumanın önemini burada kavramak gerekiyor.Okumalısınız ve sorgulamalısınız..bu konuda araştırmalar yapmalısınız.

Ben size önce Kur'an-ı Kerim'i okumanızı,İmamı Gazali,Abdulkadir Geylani,Erzurumlu İbrahim Hakkı HZ. -MARİFETNAME- isimli değerli kitabını,Ahmed Hulusi kitaplarının hepsini alarak okumanızı haddim olmayarak tavsiye ediyorum..

Allah bizlere kendi dinimiz hakkında araştırmalar yaparak bu konuda bol bol okumayı,okuduklarımızı idrak ettirip hazmettirmeyi ve bizlere de salih kullardan olmayı nasip etmiş olsun inşallah..
Allah bizleri şakilerden değilde saidlerden eylesin inşallah Amin..

#14 dora

dora

    made by f"ebru"ary 8

  • Cadı
  • 4.623 Mesaj
  • Cinsiyet:Bayan
  • Konum:yalnızlar rıhtımı..
  • İlgi Alanları:ilgisiz alakasiz..

Gönderim zamanı 01.02.2005 - 12:45

gercek yasami ariyorum
bulan var mi?
senay?
“Sen; onun sorduklarına cevap vermeye bile tenezzül etmezsin, o seni susturduğunu sanar. Hayat işte.”

#15 karakartal

karakartal

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 11 Mesaj

Gönderim zamanı 07.02.2005 - 13:43

GÜZEL KARDEŞİM ONUN BUNUN MNTIÐI İLE FİKİR YÜRÜTECEÐİNE NE OLUR OTUR DA DÜŞÜN. AHMET HULUSİ ÖYLE DÜŞÜNÜYOR DİYE DOÐRU BULMA HERŞEYİ.
YÜCE ALLAH HERŞEYİ BİLDİÐİ İÇİN SENİN YERİN ŞİMDİDEN HAZIR TIPKI BİZİMKİLER GİBİ ANCAK O YERİ SANA KİM HAZIRLIYOR? SEN KENDİN OLAYLARA YÖN VERMESEYDİN CENNET YADA CEHENNEM NEDEN VAROLACAKTI? SENİN KADER DEDİÐİN ŞEY BİR SENARYO DEÐİL BİR OYUNDUR VE O OYUNUN SENARYOSU SENİN TARAFINDAN YAZILIR. RABBİM SADECE SENİ SINAMAK İÇİN SENİ SINAVDAN GEÇİRİR. HAYIR VERİR , ŞER VERİR BUNLARIN HEPSİ ALLAHTANDIR. ŞİMDİ BU BENİM KADERİMİ RABBİM YAZMIŞ DEMEKMİDİR? YADA BİZE YAZILAN BİR SENARYOYU NASIL OYNARSAK ÖYLEMİ DEÐERLENDİRİLECEÐİZ. YANİ SEN KATİLİ OYNAYACAKSIN BENİM AİLEMİ ÖLDÜRECEKSİN BU SENİN GÖREVİN. BEN MAÐDUR OLACAÐIM SINAV EDİLECEÐİM SABIR DİLEYECEÐİM. BENİM İÇİN HAVA HOŞ AMA BU TAKDİRDE SANA BİÇİLEN GÖREVE GÖRE SEN CEHENNEME GİDECEKSİN? BU NASIL OLACAK?
SENİN İÇİNDEKİ İYİLİÐİ TA BURADAN HİSSEDİYORUM ANCAK KENDİNİ HERŞEYDEN SOYUTLARSAN BU PSİKOLOJİYE BÜRÜNÜRSÜN VE UÇARSIN :huh:
MANTIKLI DÜŞÜNMEK İÇİN HERŞEYİ DÜŞÜNMEK LAZIM. KÖTÜLÜÐÜ BİLE..

#16 dora

dora

    made by f"ebru"ary 8

  • Cadı
  • 4.623 Mesaj
  • Cinsiyet:Bayan
  • Konum:yalnızlar rıhtımı..
  • İlgi Alanları:ilgisiz alakasiz..

Gönderim zamanı 07.02.2005 - 14:00

caps i kapatip yaz hic birsey anlamadim
+
sen ölum basligina mi cvp vermek istedin ki?

hem niye dusunmeyecegim veya yorum getirmeyecegim ki yasam hakkinda?
bu da mi gunah?
“Sen; onun sorduklarına cevap vermeye bile tenezzül etmezsin, o seni susturduğunu sanar. Hayat işte.”

#17 karakartal

karakartal

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 11 Mesaj

Gönderim zamanı 07.02.2005 - 14:38

yanıt eklediğimde yeni bir yanıt yazmadan eski yanıtımı göremiyorum neden olduğunu bilne varmı?

#18 karakartal

karakartal

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 11 Mesaj

Gönderim zamanı 07.02.2005 - 14:41

ben senay!a cevap yazmıstım ama... sen üstüne alındın herhalde . ilk defa bugün gördüm bu siteyi o yüzden kullanımda acemilikler yaşıyorum. kusura bakmayın lütfen

#19 inan

inan

    tersceviroku

  • Üyeler
  • 2.596 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 08.02.2005 - 19:34

Bî-namaz deyip beni Hak'dan uzak gören,
Sığmaz senin hayâline mihrâb ü mübrem.
Sen sade beş vakitte ararsın Allahını,
Ben her zaman onunla emîn ol beraberim.



Neyzen tevfik
Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina

#20 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 09.02.2005 - 19:31

Allahın Selamı üzerinize olsun..

Selamlar :)

Kaderi Allah yazar..Gayb yani bilinmeyen, Allahın katında şu anda Allah tarafından yazıldığı için bilinmektedir.Siz bir saat ya da birgün sonrasını bilemezsiniz ama Allah bilir çünkü Kaderi Allah yazmıştır..Bu konuda yani insanın kaderi yazma konusu asla insanın kendi tasarrufunda değildir...

Tebareke Suresi,1.Ayet:"Hükümranlık elinde olan mukaddes ve mubarektir ve her şeye gücü yeter."

Tebareke suresi,2.Ayet:Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için hayatı ve ölüm sonrasını yaratan O'dur.Aziz ve Gafur dur."

İnsan kendi kaderinde ve kaderde asla söz sahibi değildir kaderi Hak Teala yazar..Bunu yukarıda verdiğimiz Kuran Ayetlerinde ve birazdan yazacağımız Kuran ayetlerinde açıkça okuyabilirsiniz.

Birkere ben bu saç rengini ya da bu göz rengini istememiştim bu bana Allah tarafından tayin edildi..Ben belki Afrikada bir kabilede dünyaya gelebilirdim dünyaya gelirken Türkiye Cumhuriyetinde dünyaya geleceğim ya da bayan ya da erkek olmam konusunda yetkim olmadı yani benimle ilgili hiçbirşey bana sorulmadı..Burada anlatmak istediğim kaderi yazmak konusunda insanın hiçbir yetkisi yoktur..

İnsanla ya da Alemlerle ilgili herşey, Allah tarafından tayin edilip yazılır buna Kader denir...
Ben Allahın bana verdiği bu aklı kullanıp Allaha kulluk (ibadet) yaparak onun gönlünü kazanmak adına iyi işler yaparsam belkide Allah tarafından cehenneme gönderileceksem yani kaderimde cehenneme girmek varsa Allah bana acır ve ona yakınlaşma çabamı görür beni cennetine alır...
Aslında Allahı Cennet ya da cehennem için değilde, Yaratan.. Tek ve mutlak varlık olarak algılar ve ondan başka hiçbirşeyin olmadığını tasavvufi ilmi anlamda manevi zenginliğimde bulursam işte o zaman zaten ben Allaha yakiinlerden olmanın mutluluğundayım demektir..
Zaten asl olan cennet cehennem olayı değil...Kulun yok...Allahta Fakr (erimek)olması ve Allahta beka yani baki olanlardan olması...Bütün islam alimi evliya eren veliler aslında bu konuyu anlatmaya çalışmışlar ve bu konuya vakıf ilim irfan sahibi kişilerdi...

Gayb bilinmeyendir.Enam Suresi,59.Ayet:" Gaybın anahtarları Allahın yanındadır.Onları Ondan başkası bilemez.O, karada ve denizde ne varsa bilir,O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez.O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir.Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır."

Tevbe Suresi,51.Ayet:"De ki:Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez.O bizim mevlamızdır.Onun için müminler yanlız Allah'a dayanıp güvensinler." Bu sureden de kaderi Allahın yazdığını insanın kader konusunda asla bir yetkiye sahip olmadığını da açıkça anlayıp idrak edebilirsiniz..

Hadid Suresi,22.Ayet: " Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir müsibet yoktur ki,biz onu yaratmadan önce,bir kitapta yazılmış olmasın.Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır."

Kaderi yazan,Hak Teala..Alemlerin Rabbi Ulu Allah tır..

Allah İnsanı yaratırken insana akıl vererek,iyi veya kötü,hayır veya şer yaşanılan herşeyin Allahın kendisinden husule geldiğini,bunu insanın aklıyla düşünüp kabul etmesi gerektiğini istemiş ve bu yüzden insanın aklını kullanarak kaderine razı

olmasının yani tevekkül etmenin (işini Allaha tam bir teslimiyetle bırakmanın)ve her konuda Allah rızasını almak için yaşamanın önemini iyi kavramak gerekiyor...

Bu yüzden Kuran-ı Kerimde esas anlatılmak istenen,yaşanan herşeyin Allahtan olduğu bu yüzden de iyi veya kötü herşeye sevgiyle yaklaşılmasının gerektiği çünkü hayırı yaratanın olduğu gibi şerri yaratanın da bir tek Allah olduğu bu düşünceyle bize gelen iyilikler olabileceği gibi herhangi bir bela veya musibet karşısında bu bela ve musibetin de bize Allahın gönderip bizi denediğini bilerek tam bir tefekkürle yani teslimle Allaha inanıp yanlız ona yönelmeliyiz...

Ben size para vereceğim veya sizin için bedava çalışacağım ya da size çok sevdiğiniz bir hediye vereceğim diyelim..Siz mutlu olursunuz.. Beni sevdiğinizi söylersiniz değilmi??Ama ben sizin beni bu iyiliklerim için sevmediğinizi nasıl bilebilirim ki??

Ben sizin bana olan gerçek sevginizi nasıl anlayabilirim değilmi?? Diyelimki bunu anlayabilmek için size hertürlü kötülük yaptım,malınızı mülkünüzü sattım sizi zarara uğrattım..Siz bu durumda bile beni sevdiğinizi söyleyip benden vazgeçmeyip ısrarla beni memnun etmek benim rızamı almak için çabalıyorsanız işte beni gerçekten sevdiğinizi anlarım..İşte Allahın kullarına vermiş olduğu bela ve sıkıntılar bu anlamda aslında kulunu denemek için bir imtihandır..Akıl burada çok önemli bir insan mutlaka aklını kullanarak Allaha yakiin olanlardan olmak için Allah rızası için yaşamalıdır.İnsan Kurandaki incelikleri okuyup iyi anlamaya kavramaya çalışmalı ve iyi değerlendirmelidir..

Yasin Suresi,62.Ayet:"Andolsun ki onlar,içinizden pek çoğunu gerçekten saptırmıştır.Niçin aklınızı kullanmadınız". Bu ayette de İnsanın mutlaka islam dini konusunda aklını kullanmak ve yaşamına eğerki gerçekten bir müminse Kuran bilgileri doğrultusunda yön vermek zorundadır..Bu anlamda da muhakkak Kuran-ı Kerim 'i baştan sona okumalı ve iyi değerlendirmelidir..
Aksi takdirde Kuran bilgisinden Ayetlerden yoksun,bir takım bilgisi az kişilerce kötü anlamda yönlendirilip farkında olmadan imanından bile çıkabilir(Allah korusun)

İnsan ibadet için yaratılmıştır.İbadet Allah'a kulluktur. Yasin Suresi,61.Ayet:" Bana kulluğa devam edin!... Gerçek yol budur."

Hicr Suresi,99.Ayet:"Ve sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!."

Zariyat Suresi,56.Ayet:"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."

Cin Suresi,18.Ayet:" Mescitler şüphesiz Allah'ındır.O halde,Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).

Ayetteki"mescitler"
1)Namaz kılmak için bina edilmiş yerler;
2)Namaz ve ibadet yanlız camilere ve belli yerlere hasredilmiş olmadığından bütün yeryüzü;
3)Bütün mescitlerin kıblesi olduğundan "Mescid-i Haram anlamındadır.Aslında bir anlam olarak da bu Ayette hıristiyanların kiliselerine ve yahudilerin havralarına girdikleri zaman yaptıkları gibi,Allah'a eş tutulmaması ihtar edilmektedir.





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

1 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 1 ziyaretçi, 0 gizli