İçerik değiştir



- - - - -

Tarih ve Felsefe Üzerine


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 8 yanıt verildi

#1 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:01


FELSEFEYE GİRİŞ

Felsefe sözcüğü ilk kez Antik Ege'de Samos'lu matematikçi düşünür, Pythagoras (Pisagor İ.Ö. 6.yy) tarafından kullanılmıştır. Pythagoras; dost ve bilgi anlamlarındaki filos ve sofia sözcüklerini yan yana getirerek kendisini ifade etmiştir. Çünkü ona göre eksiksiz bilgelik (sofia-sophia) ancak tanrılara yakışır. İnsan ise sofia'nın yalnızca dostu olabilir. Yani felsefe bilginin dostu anlamı taşımaktadır.

İ.Ö. 4. yüzyılda Atina'lı düşünür Platon bilgiyi doxa ve sofia olarak ikiye ayırdıktan sonra; bu bilgilerin ardına düşen farklı iki anlayışta insan tanımı yapar. Bu dünyanın aldatıcı bilgileri peşinde koşan filodox ve gerçek bilgiyi arayan filozof...

Platon'un bu tanımı yaygın kabul görür. Ortaçağa, öğrencisi Aristotelesle birlikte damgasını vuran Platonun görüşleri; İslam kültüründe de en az batıdaki kadar etkilidir. Hatta Platon o kadar kabul görür ki; adı Eflatun'a bile çıkar. Sufi, sofu ve feylesof sözcükleri Filosofia sözcüğüne karşılık gelmektedir.

Bu sözcükler, İslamiyet'in kabulünden sonra Türkçe'ye de girerek günümüzde kullandığımız biçimi almıştır. Platon'un adı dilimizde çoğu zaman Eflatun olarak kullanılır.


#2 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:02

Felsefenin Doğuşu

İnsan, bugünkü biyolojik yapısına, 50000 yıl önce, 2000000 yıl süren bir evrim sürecinin sonucunda ulaşmıştır. O günden bu yana yaşamış olduğumuz süreç toplumsal değişim sürecidir. Bunun ilk bölümünde önemli bir değişim de yoktur. Bugüne gelindikçe değişim giderek hızlanır. Günümüzde ise toplumsal değişim baş döndürücü bir hal almıştır.

İnsan, ilk dönemde tıpkı diğer hayvanlar gibi, doğada hazır bulduklarını toplayarak ya da avlanarak yaşamını sürdürür. Ama insan, hayvanlardan farklı olarak, bunu yaparken alet yapar ve yaptığı aletleri kullanır. Bu özelliği sayesinde doğaya her gün biraz daha fazla egemen olurken; kendisini de her defasında yeniden yaratmıştır.

İlkel Kominal dönemde yaptığı aletlerle doğayı hızla tüketen insan, her defasında yeni bir doğal bölgeye göç ederek yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. Ancak bu süreç zaman içinde doğanın yeniden üretilmesi ile sonuçlanmıştır. İnsan, artık, doğayı doğrudan tüketmenin yanı sıra, doğayı sayısal olarak üreterek yeni bir yaşam biçimi oluşturmuştur. Doğanın sayısal olarak üretilmesi iki farklı alanda uzmanlaşmış farklı iki toplum yaratmıştır. Bu toplumlardan ilki, bitki tarımı yapan ve bu nedenle de toprağa bağlı yaşayan köyler, yani uygar toplumlardır. İkincisi, hayvanları evcilleştirip üreterek yaşamını sürdüren, topraktan belli ölçüde bağımsız göçer barbar toplumlardır.

İlkel Kominal dönemde toplumların üretim ve tüketim etkinlikleri ve bunun sonucu oluşturdukları kültür de birbirine çok benzemektedir. Oysa doğanın sayısal olarak üretilmesindeki iki farklı etkinlik birbirine benzemeyen iki ayrı toplum biçimi yaratmıştır.

Toplumlar arasındaki; doğal kaynakların, toprakların veya ürünlerin paylaşılması konusunda çıkan anlaşmazlıkların güç kullanılarak çözümlenmesinde; barbarlar genellikle uygarlardan daha kazançlı çıkmışlardır. Bu nedenledir ki barbar sözcüğü kaba kuvvetle eş anlamda kullanılagelmiştir.

İki farklı kültür, günümüzden 5000 yıl önce, Mezopotamya'da ortak bir üretim süreci oluşturmuşlardır. Hayvan gücü kullanılarak yapılan tarım, başka bir deyişle karasaban devrimi, insanın tükettiğinden fazla üretmesine neden olmuştur. Bu durum toplumun yeniden organizasyonu ile sonuçlanmış ve devlet kurumu doğmuştur.

Devletle birlikte toplumsal düzeni sağlayan yaygın yaptırım güçleri; gelenek, örf, adet ve töre, yerini, devletin koyduğu daha net ve kesin yaptırım gücü olan hukuka bırakmıştır. Hukuk; devletin toplumsal düzeni belirleyerek denetlediği, yazılı kurallar sistemidir. Yani artık insan yazmaktadır. İnsanın ilk yazılarında yalnızca yasalar değil aynı zamanda mitolojik öyküleri de vardır. Bu dönemin yazılarının en genel özelliği imzasız yani anonim olmalarıdır.

Bu dönemde doğa olayları ve gök cisimleri sıkı bir gözlemle bilinebilir hale gelmiştir. Ancak bu tür bilgiler rahipler sınıfının dışına hiçbir şekilde sızdırılmamıştır.

İ.Ö. 1000 yıllarında, bu kez Ege, ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi ile insanlık için yeni bir kilometre taşı oluşturmuştur. Gelişen tarımsal üretim pazarı büyütürken, yeni bir değişim aracının doğmasına neden olmuştur: PARA. Para, bir yandan değişimi kolaylaştırırken, diğer yandan da zenginliğin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu sayede Ege kentlerinde yeni varlıklı sınıfın doğmuştur.

Bu varlıklı sınıf, ekonomik güçlerini toplumsal yönetime ortak olma doğrultusunda kullanarak, tarihte ilk kez daha yaygın bir egemenliğin yaşanmasına, yani sınıfsal özellik de taşısa ilk demokrasinin doğmasına neden olmuştur.

Demokrasi yetişmiş insana gereksinim duyduğundan, bu dönemde bilgi değer kazanarak yaygınlaşmıştır. Bilim ruhban sınıfın tekelinden kurtulmuş ve yaygınlaşmıştır. Örgütlü olmasa da eğitim yaygınlaşarak; akıl dogmaların yerini almaya başlamıştır. Çok tanrılı dinlerin de etkisi ile dini bir hoş görü yaygınlaşmıştır.

İ.Ö. 8. yüzyıla gelindiğinde, yazı gelişerek bireyselleşmiş, hukuk ve mitlerin dışında bireysel duygular ve bilim, yazının konuları içine girmiştir. Hatta ilk kez kişisel hukuk denemeleri ve krallığın dayattığının ötesinde tarih yazılmıştır.

İ.Ö. 6. yüzyıldaysa Miletli Thales(Tales) insan aklını binlerce yıldır kurcalayan "Evren nedir?" sorusuna ilk kez dinlerin dışında bir yanıt aramıştır. İşte bu felsefenin başlangıcıdır. Bu başlangıçta:

Gelişen ekonomik koşullarla zenginleşen toplum
Yaygınlaşan yönetim erki yani demokrasi
Dogmaların koşullanmalarını aşacak ölçüde hoşgörülü laik anlayış etkili olmuştur.
Thales'in felsefe tarihindeki önemi; evrenin nasıl oluştuğuna ait görüşleri değil, ama bu konuyu ele alış biçimidir. Çünkü o ve dönemin Anadolulu filozoflarının hareket noktaları; "hiçten bir şey olmaz" düşüncesidir. Bu, dine karşı maddeci bir yaklaşımın ifadesidir. Anadolu düşünürleri evrenin bir ilk olandan(arkhé), değişerek, oluştuğu düşüncesindedirler. Her biri ayrı arkhéler öne sürmüşlerdir. Ancak ortak yanları evrenin yaratılmamış olduğu düşüncesidir.

Ege'nin öbür tarafında, Atina'da, ise farklı bir dünya görüşü ağır ve emin adımlarla gelmektedir. Sokrates, Platon ve Aristoteles evrenin oluşumunun temelinde düşünceyi esas almaktadırlar. Her ne kadar Atina tanrıları ile araları hoş değilse de; çok daha farklı ve soyut bir tanrı fikrinin doğmasına katkıda bulunmaktaydılar. Aralarında öğrenci-öğretmen bağı olan bu üç düşünür idealizmin ilk kaleleridir.

Ege'nin iki yakasında farklı yaklaşımlar gelişerek taraftar toplarken adalı düşünürler bu iki kampa aynı mesafede uzak kalmışlar ve kuşkucu bir yaklaşımın ilk temsilcileri olmuşlardır.

Bu üç farklı -ve neredeyse uzlaşmaz görünen- yaklaşım, günümüz felsefe akımlarının da bir biçimde içinde yer aldıkları, idealizm-materyalizm-septisizm'den başkası değildir.


#3 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:03

Ortaçağda Felsefe

Antik Ege uygarlığının ardından felsefe, yeni dünya dini Hristiyanlığın etkisi altına girmiştir. Bu dönemde felsefenin işlevi, dinin dogmalarını temellendirmek ve savunmak olmuştur. Antik Çağın iki ünlü düşünürü Platon ve Aristoteles'in düşünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüşürken, diğer yandan da kitapları yasaklanmıştır. Aynı ilgiyi İslam Ortaçağında da görürüz. Bu iki düşünür İslam düşüncesinde de önemlidirler.

Kölelerin eşitlik ve insanca yaşama mücadelesi ile doğan Hristiyanlık, bir süre sonra, din adamları elinde bir baskı ve zulüm aracına dönüştürülmüştür. Hristiyan hukuk sistemi olan Engizisyon artık bir işkence aleti gibidir.

14 - 15. yüzyılda yine kilise çevresinde başlayan yenilikçi hareket, bir yandan Hristiyanlığın başlangıcındaki insani özüne geri dönmeye çalışırken, diğer yandan laik bir yaşam biçimi temellendirme arayışına girer. (Reform-Rönesans)

İşte tam da bu noktada, tıpkı İ.Ö. 6. yüzyılda olduğu gibi, insanlığın yardımına felsefe yetişir ve 17. yüzyılda Descartes, dini felsefelerin dokunulmaz düşünürü Aristoteles'i eleştirirken, kuşkuyu, doğruyu bulmanın yöntemi haline getirir. Yeni biçimi ile septisizm, yalnızca felsefenin değil, bilimlerin de önünü açar. Aydınlanma ve onu izleyen burjuva devrimleri insanlığı 20. yüzyıla taşır.

Reform, Rönesans, aydınlanma ve Burjuva Devrimleri "İNSAN"ı temel alırlar. Ancak sanayi devrimi ve dünya savaşları ile savrulan insanlık; 19 ve 20. yüzyılda, bir yandan kapitalizmin eleştirisi olan sosyalist akımların, diğer yandan, yaşanan karamsarlığın yeni metafizik yaklaşımlarla aşılması olan varoluşçuluk gibi akımların doğmasına neden olur. Gelişen kapitalizm, insan düşüncesinin renklerini pragmatizm ve liberalizme, bilimse deneycilik ve olguculuk akımlarına taşır.

Ancak tüm akımlar daha önce sözünü ettiğimiz üç temel anlayışın; şurasında yada burasında ama içinde yer alırlar. Yani insan aklı, hala, antikitenin idealist, maddeci veya septik(kuşkucu) akımlarının değişik bin bir rengine bürünerek varlığını sürdürür.


#4 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:03

Felsefe Tarihi

İlk çağ felsefesi deyince, dar anlamında Yunan felsefesi ile bu felsefeden doğmuş olan Hellenizm-Roma felsefesini anlayacağız. Belli bir tarih dönemini adlandıran İlkçağ kavramı, bilindiği gibi, geniştir: Bu dönem, ilk yazılı belgelerle başlar - aşağı yukarı dördüncü bin yıldan İsa'dan sonra 476 yılında Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar sürer. Bu uzun zaman aralığında da, birçok kültürler doğup gelişmiştir. Uzakdoğu ve Hint kültür çevrelerini bir yana bırakırsak, yalnız Akdeniz çevresinde başlıcalarını sayalım: Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Asur), Hitit, Fenike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma, Kartaca kültürlerini buluruz. İlkçağ kavramı, bütün bu kültürleri içine alır. Öyle ise, neden İlkçağ felsefesi derken, yalnız Yunan felsefesi ile bundan türemiş olan felsefeleri anlıyoruz? Neden bin yıllarca sürmüş olan bu çağın, felsefe bakımından başarısını yalnız Yunanlılara ayırıyoruz? İlkçağı bir bütün olarak ele almak doğru olmaz mıydı?

Doğru olmazdı, çünkü, göreceğiz ki, bugün bildiğimiz anlamdaki felsefeyi ilk olarak ortaya koyan, yaratan eski Yunanlılar olmuştur. Böyle bir felsefe, Klasik İlkçağ ya da Antik Çağ adı verilen, yalnız Yunan ve Roma kültürlerini içine alan, İsa'dan önce 8. yüzyılda başlayıp, İsa'dan sonra 5. yüzyılda sona eren, demek ki bin yıldan çok. süren bir tarih aralığının ürünüdür. Bundan dolayı, şu sınırladığımız biçimiyle İlkçağ felsefesine Antik felsefe de denilir. Buna göre, Antik felsefe denilince: Yunan felsefesiyle, bundan türemiş olan Hellenizm ve Roma felsefesi anlaşılır. İşte bizim konumuz da bu Antik felsefe olacaktır.

Yunan kültürüyle onun izinde yürüyenlerin dışında kalan kültürlerde, hiç olmazsa felsefeye benzer bir şeyler yok muydu? Elbette vardı. Çünkü, hangi kültür basamağında bulunursa bulunsun, her toplumun, bir yandan birtakım dini tasarımları - mythosları, efsaneleri - öbür yandan da birtakım bilgileri vardır. Bu mythoslar, bilinçsiz olarak çalışan ve yaratan kolektif hayalgücünden doğmadırlar; gelenekle kuşaktan kuşağa geçerler, bunların köklerinin Tanrı'da olduğuna inanılır, onun için bunlara oldukları gibi inanılır. Sözü geçen bilgiler ise, tek tek kişilerin veya kuşakların görgülerinden, pratik amaçlar bakımından doğa üzerinde durup düşünmelerinden meydana gelmiştir. Bu pratik bilgiler insana, varlığını ilgilendiren belli birtakım doğa olaylarına az ya da çok egemen olmak olanağını sağlarlar.

Şimdi sözü geçen mythoslarda: "Bu evren nereden gelip nereye gidiyor?" "Bu dünyada insanın yeri ve yazgısı nedir?" sorularına, bu en son sorulara bir cevap vardır. Bu cevaplar da oldukları gibi benimsenirler, bunlara hiçbir kuşku duymadan inanılır, bunlar yalnız inanç konusudurlar.

Ancak, bir yerde ve bir zamanda öyle bir an gelir ki, bu yanıtlar insanı artık kandıramaz olurlar. İnsan, son sorular üzerinde artık kendisi de düşünmeye başlar; din ile geleneğin verdiği yanıtlarla yetinmeyip bilmek anlamak istediğine kendi aklı ile, kendi görgüleriyle ulaşmaya çalışır. İşte o zaman, insanın kendi bulduklarıyla dinin, geleneğin sunduğu tasarım arasında bir çatışma başlar; o zaman insan dinin açıklamaları karşısında eleştirici bir duruş alır; bunlara gözü kapalı inanmaz olur, bunların doğrusunu, eğrisini ayırmaya, eleştirmeye koyulur.

Pratik bilgiler bakımından da durum böyledir: Burada da öyle bir an gelir ki, insan, aklını ve görgülerini, yalnız varlığını ayakta tutmak için gerekli pratik-teknik bilgiler edinmek yolunda kullanmakla yetinmez olur; yalnız bilmek için de bilmek ister, böylece de praxis'in üstünde tlıeoria'ya yükselir, dolayısıyla bilime varır. İşte felsefe böyle bir anda, böyle bir durumda doğmuştur.

İ.Ö. 6. yüzyılda Yunan kültürü, gerçekten de, böyle bir durumu yaşamıştır. Bu yüzyılda Yunanlılar için kutsal gelenek çağı kapanmaya yüz tutmuştu: Din ve geleneğin çizdiği dünya görüşü sarsılmış, bunun yerini, tek kişinin kendi aklı, kendi görgüleriyle kurmaya çalıştığı bilime dayanmak iste-yen bir tasarım almaya başlamıştı.

İşte felsefenin adını da, kendisini de 6. yüzyılın Yunan kültüründeki bu gelişmeye borçluyuzdur.

Bugün bizim de kullandığımız felsefe deyimi, Yunanca philosophia sözcü-günden gelir. Felsefe, philosophia'nın Arapçada aldığı biçimdir. Türkçeye de Arapça üzerinden bu biçimde girmiş. Philosophia bileşik bir sözcüktür, iki sözcükten kurulmuştur: philia ile sophia'dan. İlki sevgi, ikincisi bilgelik, geniş anlamıyla bilgi demektir. Buna göre philosophia: bilgiyi, bilgeliği sevme demekti.

Platon'un öğrencilerinden Herakleites Pontikos'un söylediğine göre, philo-sophia deyimini ilkin Pythagoras kullanmış. Pythagoras kendine philosophos (filozof) dermiş. Çünkü, ona göre sophia, bilgelik, eksiksiz doğru yalnız tanrı-lara yakışır; insana ise ancak philosophia, yani bilgeliği sevmek, dolayısıyla ona ulaşmaya çalışmak yaraşır.

Herakleides Pontikos'un bu bildirdiğinin doğru olduğuna inanmak pek güç. Burada sophia ile philosophia birbirinin karşısına öyle bir biçimde konu yor ki, bu karşılaştırma - ilerde göreceğimiz gibi - Sokrates ile Platon'un Sofistlerle savaşmalarını pek andırıyor. Gerçekten de, Sokrates ile Platon, kendi bilgisizliklerini bilmelerini, yani neyi bilmediklerini bilmelerini gerçek bilginin kaynağı sayıyorlar, bunun karşısına da Sofistlerin şişirme, temelsiz bilgilerını koyuyorlardı. Herakleides Pontikos, philosophia deyimini 11km Pythagoras'ın, hem de bu anlamda kullandığını ileri sürerken, öğretmeni Platon'da gördüğü bu karşılaştırmanın çok etkisinde kalmışa benziyor.

Ama, Herakleides Pontikos'un söyledikleri tarih bakımından doğru olmasa bile, philosophia deyiminin o sıralarda kazandığı anlamı çok güzel dile getiriyor: Buna göre, philosophia durup dinlenmeden bilgiyi, doğruyu arama işidir. Düşünme ile olsun, deney ile olsun, burada varılmak istenen şey: doğrudur, hakikattir. Felsefe, doğru'ya varmak ister, bunun için uğraşır; eldekilerini bu amacı bakımından boyuna ayıklar, eleştiren bir süzgeçten geçirir. Kısaca: philosophia bilgi bir sevmedir, ona varmak özleyişiyle yoluna bir düşmedir, onu elde etmek için bir çabadır.

Bunun karşısında: bu bilgeliğin, sözde eksiksiz olarak, elde bulunduğuna inanma var. Bu da, akıl ve gözlemden çıkarılmamış olan, olduğu gibi benimsenen bir inanç ancak.

Felsefenin adını olduğu gibi, kendisini de, 11km eski Yunan'da buluyoruz. Isa'dan önce 6. yüzyılda, o zaman İonia adı verilen bölgede (Aşağı yukarı bugünkü Izmir ve Aydın illeri ile karşılarındaki adalar) birtakım düşünürlerle karşılaşıyoruz ki, bunlar yapıtlarına peri plıyseos (Doğa üzerine) karakteristik adını veriyorlar. Bu yapıtlar, doğanın, evrenin bilimsel bir tablosunu çizmek için yapılmış olan ilk denemelerdir, dolayısıyla da, dini bir dünya tasarımından ayrılan ilk felsefe yazılarıdır. İşte İonia'da bulduğumuz bu gelişme ile Yunan felsefesi başlamış oluyordu. Nitekim, göreceğiz, bu gelişme bizi sonra dosdoğru Platon ile Aristoteles'e, Yunan felsefesinin bu iki doruğuna ulaştıracaktır.

İonia'da karşılaştığımız bu gelişmeden önce, hiçbir yerde bu çeşit düşünceler, bu çeşit yazılar bulamıyoruz. Hint kültürünün çok derin düşünceleri saklayan ünlü Upanişad'ları bile sıkı sıkıya dine bağlıdırlar. Bunlarda da doğa üzerine birtakım görüşler var. Ama bunlar, İonia düşünürlerinin yazılarında olduğu gibi, doğanın önyargılardan uzak, özgür kalarak bir araştırılması olmayıp, din açısına bağlı kalarak yapılmış yorumlardır.

Yunan felsefesini Doğu'dan gelen etkilerden türetmek denemeleri yapılmıştır. Bu denemelerin daha İlkçağ sonlarında yapıldığını görüyoruz: Yahudiler, Yeni pythagorasçılar, Yeniplatoncular ile Hıristiyanlar Yunan felsefesinin kökünün Doğu'da olduğu savını yaymışlardır: Örneğin, 1.8. 2. yüzyılda yaşamış olan Numenios adında bir Yeni pythagorasçı "Platon, Attika diliyle konuşan Musa'dan başka bir şey değildir" demiştir. Ayrıca Elealılarda Hint, Pythagorasçılarda Çin, Herakleitos'da Pers, Empedokles'de Mısır, Anaxagros'da Yahudi dininin etkileri olduğu ileri sürülmüştür. Günümüze kadar sürüp gelmiş olan bu denemeler, bazı bakımlardan haklıdırlar, ama pek çok zorlamalara da kaçmaktadırlar. Çünkü varlıkların özü, yapısı üzerine Özgür bir düşünce olan Yunan felsefesi, Doğu dinlerinden alınma çeşitli tasarımlarla açıklanamaz. Bunu bilgi konusunda açık olarak görebiliriz: İlk Yunan düşünürleri, birtakım bilgilerini elbette Doğu'dan almışlardır; bu arada, özellikle geometri bilgilerini Mısırlılardan, astronomi bilgilerini de Babillilerden edinmişlerdir. Ama, Yunanlıların Doğu'dan aldıkları bu bilgileri, bu bilme gereçlerini işleyiş ve değerlendirişlerinde, Yunan düşüncesinin, başka hiçbir yerde bulamadığımız başarısını çok açık olarak görebiliriz. Mısır geometrisi pratik-teknik gereksemelerden doğmuştu: Ülke için hayati önemi olan Nil'in yıllık taşmalarını düzenlemek, bunun için kanallar açmak zorunluluğu, bu gereksinme, Mısır geometrisini ortaya koyup geliştirmişti. Böylece doğan bu geometri, pratiğe bağlı olmaktan hiçbir zaman da kurtulamamıştır. Mısırlılar, buldukları geometri teoremlerine empirik bir yolla varmışlardı; onun içindir ki, örneğin yüzeyleri ölçmede kullanılan formüller, bugünkü geometride olduğu gibi, birtakım axiom ve tanımlara dayanan bir Sistem meydana getirmiyordu; bunlar tek başlarına, dağınık bir halde idiler, aralarında bir bağlantı yoktu. İşte Yunanlıların bu alanda ulaştıkları büyük başarı: Mısırlıların parça parça bilgilerinden bir sistem geliştirmek, yalnız teknik nitelikte olan bilgilerinden teorik bir bilim yaratmak olmuştur. Thales, Pythagoras, Eukleides, böyle bir geometriye yol açanların başında yer alırlar. 0 sıralarda Doğu'da çok ilerlemiş olan başka bir bilgi kolunda, astronomide de durum böyle: Babillilerin ünlü astronomisi, yıldızlara tapan Babillilerin dinine dayanıyordu, bu dinin ve pratiğin hizmetinde idi. Yıldızlar üzerinde yapılan inceden inceye gözlemler, güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması, hep dini-pratik amaçlar içindi. Burada da Yunanlılar, Babillilerin zengin gözlem gereçlerinden yararlanmışlar, ama sonunda, bu pratiğin emrindeki dağınık gereçlerden Anaximandros'tan Ptolemaios' a kadar ki çalışmalarıyla gökyüzünün bilimsel bir görünüşünü çizen bir teori kurmuşlardır.

Bütün bunlardan görüyoruz ki: Yunanlılar, doğruya ve bilgiye, doğrunun ve bilginin kendisi için yönelmiş olan bir bilimin, bir felsefenin ilk yaratıcılarıdır.. öyle bir şeyi de bilgiye, bilginin kendisi için ulaşmak istemeyi Eski Doğu'nun hiçbir yerinde bulamıyoruz. Eski Doğu kültürü, bilgi ile ya dini bakımdan ya da teknik bakımdan ilgilenir. Mısır ve Babil örneklerinde gör-düğümüz gibi. Yunan felsefesinin köklerini Doğu'da bulmak için uğraşmalar, bir yandan Doğu'nun efsanelik bir bilgeliği olduğu inancına dayanır; öbür yandan da İlkçağ sonlarında Doğu ve Yunan bilgeliklerini geniş bir dini felsefi sinkretizm içinde karıştırıp eritmek eğiliminden ileri gelmiştir denilebilir.

İlkçağda filozof tipini de yalnız Yunanistan'da bulabiliyoruz. Bir yandan ha-yatının en yüksek ereğini bilgide bulan, bilmek için yaşayan; öbür yandan, edindiği bilgileri yaşamasına temel yapmak isteyen filozof denilen bu insan tipi ancak Yunanistan'da var. Bir Thales, bir Protagoras, bir Empedokles, böyle bir insan için tipik örneklerdir. Eski Doğu kültürlerinin hepsinde bulduğu-muz bir kurum, Tanrı ile kul arasında aracılık eden, dolayısıyla gizli, esrarlı birtakım güçlere sahip olduğuna inanılan kapalı rahipler kastı, Yunanistan'da hiçbir zaman olmamıştır. Burada din adamı yerine araştırıcıyı, düşünürü buluyoruz. Bu düşünür tipi de, büyük bir saygının konusudur. Pythagoras ve başkalarında gördüğümüz gibi, bu düşünürlerin adı, zaman zaman başka ulusların peygamberleri, ermişleri gibi bir efsaneye bürünür. Bu düşünürler, hiç olmazsa başlangıçta, okul ile akademi arasında bir şey olan bir çevrenin ağırlık merkezidirler. Burada, öğretmek ve öğrenmek için, birlikte bilimsel çalışmalar yapmak için birleşilmiştir; bu çevreler, birer bilim derneği, birer bilim tarikatı gibi bir şeydirler. Bu dönemin düşünürleri, siyaset alanında da önder rolünü oynarlar. Başlangıçlarda bulduğumuz bu filozof tipinden sonra, yavaş yavaş, bir yandan: hayattan çok kendi düşünce dünyasına çevrilmiş olan bir bilgin, bir araştırıcı, bir derleyici tipi - Anaxagoras, Demokritos, en sonra da Aristoteles'de gördüğümüz gibi - öbür yandan da: daha çok hayata yönelmiş bir pratik filozof, bir yaşama sanatçısı, bir eğitici tipi gelişmiştir:

Sokrates, bu tipin, bütün İllkçağ için en büyük örneği olacaktır. Yunan felsefesinin ancak son döneminde, Batı'nın bilimi ile Doğu'nun dini kültlerinin karşılaştıkları bu dönemde, daha çok din coşkusu ile dolu, kurtuluşu öğütleyen tipi görüyoruz.

Bu söylenenleri göz önünde tutarsak, yani bugünkü anlamında bilim ve felsefenin beşiğinin eski Yunanistan olduğunu düşünürsek, Yunan felsefesinin büyük önemi kendiliğinden belli olur. Yunan düşüncesi, bilim ve felsefeyi yaratan özelliği ile, sıradan bir tarihi araştırmanın konusu değildir. Avrupa kültürünün, bütün Batı kültür çevresinin kurucu düşüncelerinin, bugüne kadar süregelen başlıca ilkelerinin kaynağı burası olduğu için, üzerinde çok önemle durulmaya değer.

Yalnız pratiğe yarayan bilgileri toplamada, yalnız din gereksemesini besle-yen hayal gücüyle yüklü tasarımlarla yetinmeyen Yunanlılar, temellendirilmiş, bir birlik içinde derlenip toplanmış bilgilere varmaya çalışmışlardır. Onun için Yunan felsefesinin tarihi, ilk planda Batı biliminin doğuşunu görmek, öğrenmek demektir. Ama Yunan felsefesi tarihinden, bir de, tek tek bilimlerin meydana gelişlerinin tarihini öğrenebiliyoruz. Çünkü düşüncenin mitolojiden ve günlük yaşayıştan çözülmesiyle başlayan bilimin, kendi içinde de yavaş yavaş ayrılmalar başlamıştır. Bilgi gereçlerinin birikmesi ve organik olarak bölümlenmesi yüzünden, başlangıçta yalın ve kapalı bir birlik olan bilimden, giderek, tek tek bilimler ayrılıp, az veya çok, kendi başlarına gelişmeye koyulmuşlardır.

Felsefenin eski Yunan'da sözü geçen bu başlangıçları, onun sonraki, bugüne değin süren gelişmesi için başlıca bir ölçü olmuştur. Yunan felsefesi, elindeki öyle pek geniş olmayan bilgi gereçlerini bilimsel olarak işlemek için gerekli kavram kalıplarını araştırıp bulmuş, pratik-dini kaygılardan bağımsız kalarak dünya üzerine olabilecek hemen hemen bütün görüşleri ortaya koya-bilmiştir. Antik düşüncenin özelliği ile tarihinin öğretici önemi işte buradadır. Batı kültür çevresinin bugünkü dünya anlayışı da, dilleri de Antik felsefenin varmış olduğu sonuçlarla yüklüdür, bu sonuçlardan yoğurulmuştur. Yunan felsefesi, Batı kültürü dünya görüşünün, bu görüşe dayanan başarıların bir ana kaynağıdır.

Yukarıda, Antik felsefe ile Yunan felsefesi deyimlerini, yer yer, eşanlamda kullandık. İlkçağın Yunan ve Roma tarihlerini içine alan dönemine Antik Çağ denildiğine göre, Antik felsefenin de Yunan ve Roma felsefelerini kapsaması gerekir. Ama Yunan felsefesi yanında başlı başına olan bağımsız olan bir Roma felsefesinin sözü olamaz. Çünkü, göreceğiz, Romalılar felsefeye yeni, özgün denebilecek pek bir şey katamamışlardır; düşünceleri, hemen hemen Yunanlıların çizdiği yolda yürümüştür. Öbür yandan, İskender'in seferleriyle, Yunan kültürü Akdeniz'in doğusuna, ta Asya'nın içerlerine kadar yayılmıştı. Hellenizm (Doğu Akdeniz çevresinin hellenleşmesi, kültürce Yunanlılaşması) denilen bu süreçte, tabii, Yunan felsefesi de Doğu'ya ulaşmış ve böylece Doğu Akdeniz'de, en önemlisi İskenderiye olan yeni bilim merkezlerinin kurulmasına yol açmıştı. Bu dönemin başlıca düşünürleri, Grekçe yazan Doğululardı. Burada da temel Yunan felsefesidir; ancak, içine, kökleri Doğu'da olan birçok düşüncenin karıştığı bir Yunan felsefesi.

Yunanlıların siyasi tarihinde üç dönem vardır. Bunlara paralel olarak Yunan kültür tarihinde de üç dönem ayırabiliriz: Siyasi hayatlarının ilk döneminde Yunanlılar, ayrı boylar, bağımsız şehirler halinde, aralarında sıkı politik bir bağlılık olmadan yaşamışlardır. Bu ilk dönemde, düşünce hayatı da felsefe de, birbirinden oldukça bağımsız olan ayrı ayrı merkezlerde gelişmiştir. Buralarda aynı zamanda siyasi bir rol de oynayan düşünürler sivrilip bir felsefe geleneğinin ilk temellerini kurmuşlardır. Bu dönemin sonlarına doğru gezici birtakım öğretmenlerin ortaya çıktıklarını, felsefe bilgilerini şehirden şehire taşıdıklarını görüyoruz. Pers savaşlarının kazanılması Yunanistan'ın siyasi hayatında ikinci dönemi açmıştır. Bu dönemde Yunanlılar aralarında az-çok siyasi bir birliğe ulaştıkları gibi kültür bakımından da bir birliğe varmışlardır. Atina'nın bulun-duğu Attika bölgesinin Yunan kültür hayatında önder duruma geçmesi bu dönemde olmuştur. Bu arada Atina'da meydana gelen iki büyük felsefe sistemi Platon felsefesiyle Aristoteles felsefesi, kendilerinden sonraki zamana, ta günümüze değin, yön verici bir etkide bulunmuşlardır; öyle ki, bu etki olmaksızın Batı düşüncesini tasavvur etmeye imkan yoktur. Aristoteles, İskender'in öğret-meni idi. İskender'in seferleriyle de Yunan siyasi hayatının üçüncü dönemi başlamış (Hellenistik dönem), bu arada Yunan düşünce hayatı yeni merkezler kazanmış, bunların karşısında Atina, yavaş yavaş önemini yitirmiştir.

Dışarıdan bakıldığında, Yunan felsefesi böyle bir gelişme geçirmiştir. Bu felsefenin ele alıp işlediği konular bakımından gelişmesini görmek istersek, şunu buluruz:

İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir.

Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir.

Aristoteles'in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür. Aristoteles'ten sonraki felsefe, her şeyden önce, doğru yaşayışı gösterecek, gönülleri doyuran bir dünya görüşüne ulaştıracak yolu arayan bir öğretidir. Bu özelliği ile de, az veya çok pratik bir felsefe, aydınlar için de dinin yerine geçen bir felsefe olmuştur. Bu gelişme, Antik felsefenin son dönemine bir geçittir.

Bu son döneminde Antik felsefeye gittikçe daha çok dini öğeler karışmıştır. Bunların arasında Doğu'dan gelenleri de vardır: Bu arada Hint ve Mısır dinlerinin birtakım görüşleri, bazı Antik düşünürlere özlenilen örnekler gibi görünmüştür. En sonunda, yığınların din gereksemesini daha iyi karşılayan Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dönem de kapanmış, böylece Antik felsefe de sona ermiştir.

Antik felsefeyi öğrendiğimiz başlıca kaynaklara da bir göz atalım:

İlk Yunan fllozoflarının yapıtları ancak fragmentler (parçalar) halinde kalmıştır. Bunları da, sonraları yaşamış olan yazarların yapıtlarında alıntılar (citationlar) olarak buluyoruz.

Platon ile Aristoteles'in en önemli yapıtları elimizde bulunmaktadır.

Eski Stoacılar, Epikurosçular ile Septiklerden de yine ancak birtakım fragmentler kalmıştır.

Daha sonraki dönemden elimizde bulunanlar şunlardır: Roma Stoa'sından Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius ile Cicero'nun; Septiklerden Sextos Empirikos ile İskenderiyeli Philon'un yapıtları; Yeni pythagorasçı literatürden kalıntılar; Plotinos'un Ennead'ları; Yeniplatoncuların bazı yapıtları - özellikle Proklos'un - Yeni platoncuların ve başkalarının Platon ile Aristoteles'in yapıt-ları üzerindeki yorumları (kommentarlar).

Bu orijinal yapıtlar yanında İlkçağ'da bir de felsefe tarihleri var. Bu konuda ilk denemeyi Aristoteles'in yaptığını görüyoruz: Aristoteles, kendisinden önceki fılozofların görüşlerinden, sırası geldikçe, uzun uzun söz açar. Metafizik'inin başında, kendisinden önceki felsefenin tarihine toplu bir bakış var ki, Sobates'ten önceki filozofları bilmek bakımından büyük bir önem taşır. Aristoteles'in öğrencilerinden Theophratos da, eski filozofların görüşlerini anlatan bir felsefe tarihi yazmış yalnız bunun, yazık ki, ancak küçük bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Theophrastos, doxograflar literatürü denilen türü başlatmış-tır. Doxograflar, fllozofların problemler bakımından görüşlerini anlatırlar.

Doxografların yanında, bir de, felsefenin tarihini, fılozofların yaşamları bakımından anlatan biografların yapıtları var. Bunlardan kalanlardan en önemlisi, en ünlüsü, İ.Ö. 220 sıralarında yaşamış olan Diogenes Laertios'un kitabıdır. Bu yapıt, bir çeşit derlemedir, çeşitli kaynaklardan derlenmiş, kaynakların eskiliği değişmektedir.

Felsefe, varolanlar üzerinde bilinçli, planlı bir düşünmeden doğmuştur. Öteden beri cevapları yalnız dinden, mythostan edinilen birtakım sorunlar, bir zaman gelip de eleştiren bir düşünmenin ve gözlemenin konusu yapılınca, felsefe tarihi de başlamıştır. Bu soruların başında da: Varolanların kökeni, dolayısıyla evrenin (kosmos'un) meydana gelişiyle insanın bu dünyadaki yeri ve ödevinin ne olduğu soruları gelir.

Bilimsel-felsefi görüşün dini görüşten ayrılıp doğması, tabii, birdenbire, hiç geçitsiz olmamıştır. Nitekim bir yandan Yunan doğa filozoflarının ilk düşünme denemelerine birçok mitolojik öğenin karıştığını görüyoruz; öbür yandan da, en eski filozofların "doğa üzerine" adını taşıyan yapıtlarıyla mythoslar ve Tanrı masalları arasında bir ara basamağı buluyoruz: Bu ara basamak da eski ozanların theogonia'ları (Tanrıların doğuşu) ile kosmogonia'larıdır (Evrenin doğuşu). Bunlarda tanrıların, yarı tanrıların, insanların meydana gelişi üzerine birçok şeyler anlatır. Aristoteles, Metafizik'inin birinci kitabında, ilk felsefe tarihi denemelerinden biri olan bu taslakta, bu "En eskilerin", yani eski ozanların, bu konular üzerinde eski filozoflardan daha önce düşünmüş olduklarını, yalnız, bilimsel olarak değil de, dine bağlı kalarak düşündüklerini söyler.

"En eskiler"in tipik örneği olarak Hesiodos'u alabiliriz. Hesiodos'un Theogonia adlı yapıtının başında Khaos kavramı yer alır. Bu da, felsefi düşüncenin uyanmaya başladığını gösteren ilk belirtidir. Hesiodos'a göre, başlangıçta Khaos vardı. Khaos, türevi bakımından, "esneyen boşluk" demektir. Bu da bize, hiçliği, boş uzayı, zamanı, sonra kendisinden bütün varolanların oluşacağı o düzensiz, karmakarışık yığını düşündürüyor. Bu, varolanlardan önce gelmiş olan ve varolanların kendisinden doğmuş oldukları hiçliği, kavram olarak belirlemek için yapılmış olan ilk denemedir. Bu denemede, salt düşünce ile bir şey saptanmak isteniyor; burada mythostan bir ayrılma, işin içine tanrıları vb. karıştırmama eğilimi var; Hesiodos, burada inançlarını bir yana bırakmak, gelenek-görenekten edindiklerine dayanmamak istiyor. Hesiodos, Khaos'un yanına iki güç, iki ilke daha koyuyor:

Gaia: Geniş göğüslü yer, doğurucu ilke,

Eros: Doğurtucu erkek ilke. Bu iki güç de, kişiliği olan, insanımsı birer varlık ile kişi olmayan, salt kavram arasında bulunan şeylerdir. İşte, bu üçünden - Khaos, Gala ve Eros'tan - sonra tanrılar ve nesnelerin çokluğu meydana gelmiştir: Khaos, kendisinden Erebos - karanlığı, geceyi - ile Aitheros'u - aydınlığı, gündüzü - ortaya çıkarmıştır; Gaia da bağrından göğü, denizleri ve dağları yaratmıştır; gök ile yer de, tanrılar soyunu meydana getiren çifttir.

Sözü geçen dönemde "Kosmos (evren), nereden gelip nasıl oluşmuştur?" sorusu yanında, üzerinde durulup düşünülen ikinci ana soru "İnsanın bu dünyadaki yeri ve ödevi nedir? Doğru olan yaşayış hangisidir?" sorusudur. Başka bir deyişle: Kosmogonia üzerindeki düşünceler yanında, bir de etik üzerinde düşünüldüğünü görüyoruz. Bu düşüncelere de, ilkin, Yedi Bilge'nin özdeyişlerinde, öğütlerinde rastlıyoruz. Yedi Bilge'nin kalan sözlerinden bir iki örnek: Atmak Solon: "İşin sonunu düşün"; Korinthoslu Periandros: "Öfkeni yen"; Lesboslu Pittakos: "Hiçbir şeyde aşırı olma". Bunlar, görülüyor ki, doğru, akıllıca yaşamak için birtakım öğütler. Öbür yandan Yedi Bilge'nin düşüncelerinde tanrılar da ahlaki güçler ve hak ile kanunun koruyucuları olarak belirtilir. Ama bu arada eski mythoslar da yinelenir: Tanrılar pek çok insana benzetilir. Yedi Bilge de, Kosmogonia ozanları gibi, bir geçit döneminin tipleridir. Onlarda olduğu gibi bunlarda da, mitolojik fantezi ile bilimsel-bilinçli düşünce yanyana bulunup birbirine karışırlar.

Theogonia-kosmogonia ozanlarının anlattıkları ile Yedi Bilge'nin özdeyişleri felsefi düşünceye bir hazırlıktır. Ama bundan sonra bilimsel düşünce boyuna dini-mitolojik öğelerden sıyrılacak, gittikçe kendi arınmış biçimine yaklaşacaktır.


#5 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:04

Bugünkü Anlamıyla Felsefe Nerede ve Nasıl Başladı?

Felsefeye ve düşünce tarihine ilişkin bugünkü bilgilerimiz, felsefenin eski Yunanistan'da başlamış olduğunu söylememizi gerektiriyor. Gerçekten de, felsefenin cevap vermeye çalıştığı <çevrenin kaynağı ve temeli nedir?>, gibi sorulara, akla dayanarak karşılık bulmaya çalışan ilk düşünürlere. eski Yunanistan'da rastlıyoruz. Bt: düşünürler, mitosların (efsanelerin) ve dinlerin bu çeşit sorulara verdikleri cevaplarla yetinmemişler; akla ve kavramlara dayanan felsefesel-bilimsel karşılıklar bulmaya çalışmışlardı. ister Çin'den, Hint'ten, Önasya'dan, ister Yunanistan'dan kaynaklanmış olsunlar, mitoslar, bu çeşit sorulara cevap verirken dinsel düşüncenin kendine özgü özelliklerinden kurtulamıyorlardı. Mi-toslarda ele alınan en genel sorulara (örneğin. sorusu) verilen karşılıklar inanca dayanıyor; inanç üzerinde temelleniyordu. Başka bir deyişle, mitoslarda, akla dayanan özgür düşüncenin işleyişi görülmüyordu. Üstelik mitoslarda, kavramlar değil imgeler (imailar) ağır basıyordu. Yani sundukları açıklamaların temelinde, kavramlar (genel ve soyut düşünceler) değil, somut varlıklar ve bunların insan zihnindeki yansıları (tasarımları) yer alıyordu. Demek ki mitoslar, insan gibi tasarladıkları (insan suretinde ve kişi olarak kavradıkları) bazı güçleri, yani çeşitli tanrıları işin içine sokarak, evrenin ve insanoğlunun Orta'ya çıkışını açıklamaya çalışıyorlardı. Evrenin kaynağında (kökünde) diye sormuyorlardı; diye soruyorlardı. Mitoslar, evreni ve tüm doğa olaylarını, kişi olarak tasarlanan ve inanç konusu akın güçlerle açıklama çabasından başka şey değildi.

Örneğin Türk mitolojisi, evrenin yaradılışını şöyle açıklıyordu:

"Daha gök ve yer yaratılmadan önce her şey sudan ibaretti. Ne toprak, ne güneş, ne de ay vardı. Bütün tanrıların en büyüğü; her varlığın başlangıcı ve insanoğlunun atası Tanrı Kara-Han, önce kendisine benzer bir mahluk yarattı ve ismine Kişi dedi. Kara - Han ve Kişi, iki siyah kaz gibi rahatça, su üzerinde uçuşuyorlardı. Fakat Kişi bu mesut sükunetten memnun değildi. O, Kara-Handan daha yükseğe uymak istiyordu."

İşte felsefe, Türkistan'da, Çin'de, Hint'te, Mısır'da. eski Yunanistan'da ve başka birçok yerde örneklerine bol bol rastladığımız, imgeye dayanan bu mitosçu düşüncenin eleştirilmesinden ve imgelerin ya da tasarımların yerine, inanca değil, akla dayanan felsefesel-bilimsel kavramların ve açıklamaların kanmaya çalışılmasından doğmuştur. Demek ki felsefe, dinlere kaynaklık etmiş olan ve özü bakımından dinden farklı almayan mitosların aşılmasıyla; evrenin kaynağı ve insan yaşamının anlamı gibi en genel sorunlara, dinsel düşüncenin etkisinden sıyrılarak kavramlarla ve akıl yürütmeyle cevap verme çabasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu türden ilk cevaplara ise, yukarda belirttiğimiz gibi eski Yunanistan'da rastlıyoruz.


#6 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:05

Eski Yunan'dan Önce Felsefesel ve Bilimsel Düşünce Kesinlikle Yok Muydu?

Eski Çin, Hint ve Iran dinlerinde ve mitoslarında, hem dağa hem de insan yaşamı konusunda derin felsefesel düşünceler bulunduğu bir gerçektir. Hatta Çin ve İran dinlerinde, varlıkları ve olayları karşıtlıklarla ve birbiriyle çatışan gerçeklerle açıklama eğilimi de görülüyor. Yani eski Doğu düşüncesinde, diyalektik görüşe benzer ilkel bir düşünüşe rastlandığı bile söylenebilir. Her ne olursa olsun, bura-da dikkatimizi çeken nokta, felsefesel düşünceye oranla din düşünce-sinin ağır basmasıdır. Başka bir deyişle, eski Doğu düşüncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve kendini yalnızca akla ve mantığa dayanan özgür bir araştırma olarak ortaya koyamamıştır. Oysa eski Yunan düşünürleri, bazı felsefesel düşünceleri olduğu gibi bazı bilgileri de Doğudan ya da başka yerden aldıkları halde, bambaşka bir biçimde işlemiş, geliştirmiş ve düzenlemişlerdi. Örneğin eski Mısır'da geometri, Nil Irmağının belli zamanlarda doğurduğu taşkınları önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunluğundan doğmuştu. Yani, pratik bir amacı göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiçbir zaman sıyrılamamış, bağımsız ve dedi toplu yani sistemli bir bilgi haline gelememişti: bölük pörçük kalmıştı. Oysa Yunan düşünürleri ve özellikle Eukleides, yalnızca teknik' ve pratik özellik taşıyan bu bilgileri, sistemli ve kuramsal (teorik) bir bilim (geometri bilimi) durumuna getirmeyi başardılar. Aynı şeyi, Babil'lilerin dinsel amaçları gözetmekten doğan astronomileri için de söyleyebiliriz. Bu bilgi dalı da, eski Yunan düşünürlerinin ve bilginlerinin elinde, derli toplu, düzenli ve yalnızca pratik amaçlara değil kuramsal amaçlara da yönelen, yani bilmek için bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan düşünürleri. din ve mitoslarda. dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda bulunan; imgelerle ya da simgelerle (sembollerle) dile getirilmiş alan felsefesel düşünceleri de, mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış. amacını kendi içinde taşıyan bağımsız ve kurumsal bir bilgi durumuna getirmeye çalıştılar. Felsefeyi, yalnızca dine ya da pratik amaçlara yararlı bir çaba olarak değil, doğruluğu (hakikati) salt doğruluk olduğu için arayıp bulmaya çalışan bir çaba alarak benimsediler. Bundan ötürü "bilgi ve bilgelik sever" düşünür tipine, yani bilimsel açıklamalar yapmaya çalışan özgür düşünceli filozofa da ilk olarak eski Yunanistan'da rastlıyoruz.


#7 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:06

Osmanlı'da Felsefe

Biz, bu makalede, adından da anlaşılacağı üzere, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar olan dönemde, Osmanlılar'daki felsefî faaliyetleri söz konusu edeceğiz.

İlkin, Tanzimattan önce de, Osmanlılar'da, birtakım felsefî faaliyetlerin ve felsefe eğitiminin var olduğuna, medreselerde, özellikle de, Sahn-ı Semân ve Süleymaniye medreselerinde, matematik, astronomi ve tıp gibi aklî bilimlerin yanısıra, felsefe okutulduğuna işaret etmeliyiz.

3 Kasım 1839'da ilân edilen Tanzimatla birlikte, Batı'ya kapılarını açan Osmanlı İmparatorluğuna, oradan, ilkin, onsekizinci yüzyıl Aydınlanma devri devlet felsefesi girmiştir. Daha sonra da, Romantizm, Yeni Pozitivizm, Yeni Realizm, Tarihî Materyalizm, Entüisyonizm, Evolüsyonizm (Evrimcilik), İdealizm ve Materyalizm, Fenomenoloji, Egzistansiyalizm ve Romantizm gibi çetitli felsefe akımları girmiştir.

Bir geçit ve buhran dönemi olan bu dönemde, felsefe eğitimi almak üzere Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika'ya gönderilmiş olan öğrencilerden, Fransa'dan dönenler Fransız felsefesini; Descartes ve Descartes'çılık, Bergson ve Bergsonculuk ile egzistansiyalizmi,Almanya'dan dönenler Alman Felsefesini; Felsefî Antropoloji, Yeni Ontoloji ve Fenomenolojiyi, İngiltere'den dönenler İngiliz Felsefesini; Yeni Realizm ve Yeni Pozitivizmi, Amerika'dan dönenler ise, Pragmatizmi ülkeye getirmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu'na, Batı'dan, ilkin girmiş olan onsekizinci yüzyıl Aydınlanma devri devlet felsefesi hakkında şunları söyleyebiliriz:

Aydınlanma devrinde devlet, herşeyden önce, bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla meydana getirilmiş bir güven aracı olarak kabul edilmiştir. Bilindiği üzere, 18.yüzyıl Aydınlanma devri filozof ve düşünürleri, siyasî görüş ve düşünceleriyle yeni bir sosyal düzenin kurulmasına, devletlerin laik ve demokratik bir yapıya dayanmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Özellikle, Montesquieu ve J.J.Rousseau bu görüşleri daha fazla geliştirmişler ve sonunda, 1789 Fransız Devrimini hazırlamışlardır. 18.yy Avrupasını, Aydınlanma'dan Fransız Devrimine götüren fikir ve görüşlerin bazıları Tanzimatla birlikte ülkemize de girmiştir.

Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu'nda, o zaman için yepyeni olan özgürlük, eşitlik, ve adalet kavramlarını geniş halk kitlelerine yayan, bireyin doğal hak ve özgürlüğünü savunan ve daha sonra, Cumhuriyetle birlikte gerçekleşecek olan devrimler üzerinde hiç de küçümsenemeyecek etkileri bulunan Şinasi, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa gibi aydınlarımız, özellikle Lametrie, Voltaire, J J.Rousseau, d'Alembert ve Diderot gibi Fransız ansiklopedist ve aydınlanmacılarının etkisinde kalarak devlet felsefesiyle uğraşmışlardır. Devlet felsefesine ilişkin olarak Nâmık Kemâl, Osmanlı Devletinin yeni baştan düzenlenmesi, özgürlük, adalet ve eşitliğe dayanan bir devletin kurulması meselesi üzerinde önemle durmuştur


#8 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 29.11.2006 - 17:08

Tanzimatın ilân edildiği ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısına rastlayan dönemde, Avrupa'da, Romantizm hâkimdir. Romantik dünya görüşü, bu devrin sanat, edebiyat ve felsefesine âdeta damgasını vurmuştur. Osmanlılar ise, daha ziyade, Fransız Romantizminin etkisinde kalmışlardır. Romantizm, esasında, kendisinden önce Avrupa'da hâkim olan bir düşünce çığırına, yani onsekizinci yüzyıl Aydınlanma çığırına bir tepki olarak doğmuştur. Bununla birlikte, özellikle Fransız Romantikleri, Victor Hugo'nun temsil ettiği sonraki gelişmiş Fransız Romantizminin önde gelenleri, siyasî düşünce ve görüşlerinde, yeniden Aydınlanma'ya bağlanmışlardır. Ünlü Fransız Romantik düşünürü Victor Hugo'nun Romantizminden etkilenen Tanzimat düşünürlerinden Nâmık Kemâl, Romantik edebiyat anlayışının etkisiyle romanlar yazmış ve tiyatro eserleri vermiştir.

Tanzimatla birlikte, Batı'dan yapılan çevirilere ve Batı etkisiyle yapılmış çalışmalara gelince: Bunları şu tekilde özetlemek mümkündür:

Tanzimat döneminde ilgi, düşünce, görüş ve yazılarıyla Fransız devrimini hazırlayan Aydınlanma devri filozoflarına yönelmiş, onlardan çeviriler yapılmıttır. Ziya Paşa, J.J.Rousseau'dan "Emile"i çevirmiştir. Bu çevirilerden bir bölümü, 1881'de Mecmua-i Ebuzziya'da yayınlanmıştır.

Münif Paşa (1828-1894), 18.yy ansiklopedistlerinin yaptığı çalışmalara benzer çalışmalar yapmış; bir dergi çıkartmış, dernek kurmuştur. M.Paşa, "Muhaverat-ı Hikemiye" ("Felsefe Konuşmaları") adlı kitabını, 1859'da, Fransız Voltaire, Fontenelle ve Fenelon'dan çevirdiği diyaloglardan oluşturmuttur. Münif Paşa'nın ayrıca, "Mecmua-i Fünûn" ve "Hazine-i Evrak" adlı dergilerde yayınlanmış felsefî makaleleri vardır.1878'de, üçüncü kez açılışında Darü'l-fünun'da felsefe derslerinin yer almasında Münif Paşa'nın bu makalelerinin de etkisi olmuştur .

Ali Suavi (1839-1878) ise, medreseden yetişmiş ateşli bir devrimcidir. "Ulûm" ve "Muhbir" gazetelerini çıkartmıştır. "Kâmusu'l-Ulûm ve'l Maarif" adlı bir tür küçük ansiklopedi meydana getirmiştir. "Tarih-i Efkâr" ("Fikirler Tarihi") başlığı altında ilk felsefe tarihi bilgisini, kendi gazetesi olan "Ulûm" da yayınlamıştır. Bu yazılarında Ali Suavi, Sokrates öncesi Yunan filozoflarının görüşlerini oldukça geniş bir biçimde anlatmış, İslâm felsefesiyle karşılaştırmalar yapmıştır.

Ahmet Mithat (1842-1912), başlangıçta materyalizme meyilli iken, daha sonra, İslâm ahlâkına ve doktrinine kuvvetle bağlanmış; Draper'in "Din ve Bilim Çatışması" adlı kitabını dilimize kazandırmıştır. "Tarih-i Hikmet" adlı bir kitap kaleme almış, böylece kısa da olsa, bir felsefe tarihi kitabı denemesi yapmıştır. Ayrıca, Ahmet Mithat, kendi çıkarmış olduğu Dağarcık dergisinde, tercüme ve telif bazı felsefî makaleler yayınlamıştır.Bu dergide yayınlamış olduğu "Felsefe ve Feylesoflar" adlı yazısında, Ahmet Mithat, şunları söylemiştir


I. ve II. Meşrutiyet dönemlerine gelince:

I.Meşrutiyette, Nâmık Kemâl, Şinâsi ve Ziya Paşa'nın önderliğinde kurulmuş olan Jön Türkler dikkati çeker. "Tasvir-i Efkâr" , "İbret" ve "Hürriyet" gazeteleri, dönemin ünlü gazeteleridir. Bu gazetelerde, özellikle Nâmık Kemâl'in yazıları ilgi çekicidir.

II. Meşrutiyetin, politika buhranı yüzünden ilk günlerinde fikir hayatı, tam bir kaos halindedir. Bu sırada, "Maarif" dergisi ve "Tercüman-ı Hakikat" gazetesi kapatılmıt, "Sırât-ı Müstakim" dergisi ise, bir süre daha çıkmaya başladıktan sonra, yerini "Sebilü'r-Retad"a bırakmıştır. Abdülhamid devrinin "Muallim", "Asar", "Nilüfer" ve "Mektep" gibi dergileri de çoktan kapanmıştır.1894'de "Servet-i Fünûn" dergisi kurulmuş, bu derginin ağırlık merkezini de başta Recâizâde Ekrem olmak üzere "Edebiyat-ı Cedide" akımı oluşturmuştur. Bu devirde, "Ceride-i Askeriye", "Devir" ve "Bedir" adlı gazetelerin yanısıra, yukarıda da adı geçen, "Dağarcık" ve "Kırkanbar" adlı iki dergi kurulmuştur.

Bu dönemde, felsefî akımlardan, materyalizm, pozitivizm ve mekanik evrimcilik ülkede, oldukça yayılmıştır. Materyalizmden etkilenenler içerisinde, Baha Tevfik (1881-1914), "Teceddüd-ü İlmî ve Edebî Kütüphanesi" (Bilim ve Felsefede Yenilik Kitaplığı)ni kurmuş ve buradan on bir cilt eser yayınlamıştır. Materyalist filozof Ernest Haeckel'in "Kainat'ın Muammaları" adlı eserinin çevirisini -ki bu eseri, dilimize, Memduh Süleyman kazandırmıştır- kendi çıkardığı Felsefe dergisinde yayınlamıştır. Baha Tevfik, Felsefe dergisinde,Kant hakkında, onun "Salt Aklın Kritiği" nin tahliline dayanan etraflı bir inceleme de yayınlamıştır. Baha Tevfik, yine bu dergide bir de "Felsefe Sözlüğü" tefrikası da yapmıştır. Bu sözlük de, Batı tipinde bir sözlük olması bakımından dikkate değerdir. Bütün yazıları, Baha Tevfik'in kaleme aldığı bu dergi, 1912'de yayınlanmaya başlamış, Türkiye'nin ilk felsefe dergisidir .

Baha Tevfik, bu dergide, amacını şöyle anlatmıştır: " Bizde bir felsefe dili yoktur. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Batı'nın üstünlüğü, felsefesinin üstünlüğü ile paraleldir". Balkan Savaşından sonra, yine felsefe ağırlıklı Zekâ dergisini çıkarmış ve Alfred Fouille'nin iki ciltlik "Felsefe Tarihi"ni, Ahmet Nebil ile birlikte dilimize kazandırmış ve yayınlamıştır. Bundan önce, sadece, Münif Paşa'nın, Ali Suavi'nin ve Ahmet Mithat'ın felsefe tarihine dair dağınık makaleleri ile Cevdet Paşa'nın kızı Fatma Aliye'nin İslâm filozof ve kelamcılarından son derece yüzeysel bir şekilde bahseden "Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife" adlı küçük kitabı vardı.

Baha Tevfik, bu hususta da önemli bir yenilik yapmış, büyük bir adım atmıştır. Bu eserin önsöz'ünde," filozofları anlamak için kendi görüş açınızı bırakarak, evreni, anlamak istediğiniz kimsenin açısından görebilmeniz lâzımdır" derken Baha Tevfik, esasında, felsefe tarihinin objektifliğine sâdık kalınması zorunluluğuna da dikkati çekmiştir. Baha Tevfik, bir yandan Felsefe dergisinde öğrencilere ve halka hitabeden makaleler kaleme almış ve yayınlamış, bir yandan da Ahmet Nebil ve Memduh Süleyman ile birlikte "Nietzsche" adlı küçük kitabını oluşturmuştur.

Teceddüd-i Felsefî serisinin dikkate değer bir kitabı da, Ernest Haeckel'in "Monisme" adlı konferansının Baha Tevfik ve Ahmet Nebil tarafından çevrilmesiyle oluşturulmuş olan ve materyalist felsefenin tezine uygun olarak, Tanrısız Pan naturisme'i destekleyen, dolayısıyla, hararetli tartışmalara yol açmış olan "Vahdet-i Mevcut" adlı kitaptır. 1809'da, İmmoralizm akımını da, ülkemizde, yine, Baha Tevfik temsil etmiştir.


Beşir Fuat da materyalist Büchner'den etkilenmiş ve onun "Madde ve Kuvvet" adlı kitabının felsefe dünyasında bir yenilik oluşturduğunu söylemiştir. Türkiye'de Diderot, Baron d'Holbach ve d'Alembert gibi düşünürlerin yazılarına ilk kez yer veren de yine Beşir Fuat olmuştur.

Pozitivist ve Naturalist felsefeden etkilenenler arasında ise, başta Rıza Tevfik, Mehmet Cavit ve Ahmet Şuayıp gelir. Bunlar, birlikte, 1908'de "Ulûm-u İktisadiye ve İçtimaiye" dergisini çıkartmışlardır. Bu dergi, ilk defa tam anlamıyla ülkemizde felsefî denebilecek bir hareket meydana getirmiştir. Bu dergide tanıtılan ve tartışılan pozitivist görüş, daha sonra, aydınlar arasında da yayılmıştır. Bu dergi sayesinde, felsefe ülke çapında yayılmıştır .

Rıza Tevfik (1868-1951), kendisinin daha sonra amprizm ve agnostisizm yolunda olduğunu söylemiş ve kendisine "Bacon'ın ve Stuart Mill'in öğrencisi" ünvanını vermiştir. Makalelerine "feylesof" diye imza attığı için bu lakapla anılmış; Maarif Bakanlığının oluşturduğu bir heyetle birlikte "Istılâhât-ı Felsefiye Lugatı" ("Felsefe Terimleri Sözlüğü")nı hazırlamıştır. Ayrıca, yine Maarif Bakanlığının kararı ile "Kâmus-ı Felsefe" adını verdiği bir sözlük hazırlamış, ilk iki cildi basılmış olan bu eserin tamamı basılamamıştır. Rıza Tevfik, "Felsefe Dersleri" adını taşıyan liseler için ilk felsefe ders kitabını yazmış ve 1914'de yayınlamıştır. Aynı tarihte, liselere de felsefe dersini koydurtmuştur. Kendisi, "Rehber-i İttihâdi Osmanî" özel lisesinde, Türkiye'de ilk kez felsefe dersleri vermiştir. Rıza Tevfik, aynı zamanda, Türkiye'de Bergson'u ilk tanıtanlardandır. "İçtihâd" dergisinde yayınladığı makaleler serisinde ve "Henri Bergson ve Felsefesi" adlı makalesinde, bunu açıkça görmek mümkündür. "Bilgi"dergisindeki yazılarında ise, Rıza Tevfik, Kant'ı ülkemizde tanıtmıştır.

A.Şuayıp (1876-1910) ise, Servet-i Fünûn neslinin en kuvvetli felsefecisi ve eleştirmenidir. "Şehbal" ve "Servet-i Fünûn" dergilerinde felsefî yazılar yazmış, görüşlerini açıklamıştır. "Hayat ve Kitaplar" adlı eserinde ilkin, 19.yüzyılın felsefî durumundan kısaca söz etmiş, spiritüalizm'den bahsederken ünlü Fransız filozofu P.Janet'i de zikretmiş, daha sonra, Fransa'da A.Comte ile başlayan ve İngiltere'de S.Mill, Fransa'da Littre, E.Renan ve Taine'de devam eden pozitivizme derinliğine girmiştir. Pozitivist görüşü, Servet-i Fünûn dergilerinde yazdığı bazı makalelerinde de sergilemiş ama, daha sonra bu görüşü, "Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye"yi çıkaran diğer iki arkadaşından sonra gelen, Bedi Nuri, Sâtı el-Husri, Asaf Nef'î, Suphi Ethem, Ethem Nejdet, Memduh Süleyman ve Faik Nüzhet ile birlikte evrimciliğe dönüşmüştür. Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisini, kurucularından sonra çıkaran ve yukarıda adları geçen bu yeni nesil, "Meşveret", "Mizan", "Şura-yı Ümmet" ve "Terakki" gibi dergilerde, evrimci felsefe doğrultusunda yazılar yazmışlardır. Böylece, pozitivist görüş, bu kimselerle birlikte gelişerek devam etmiş olmakla birlikte, evrimcilik daha baskın çıkmıştır. Ahmet Şuayıp ise, pozitivizme dayanarak sosyolojiye girmiş ve yeni akımlardan biyolojik sosyolojiyi tanıtıcı mahiyette yayınlar yapmıştır. "Devlet ve Toplum", "Mezhep Hürriyeti", "Hilâfet ve Saltanat", "Fransız İhtilali", "Viyana Kongresi" adlı yazılarında sosyolojik görüşünü Kurumlar tarihi ve Türkiye'nin problemlerine uygulamıştır. Daha sonraki yazılarında ise ırk teorisi üzerinde durmuştur .

Memduh Süleyman ise, Edward Hartmann'ın "Darwinizm" adlı eserini 1911'de dilimize kazandırmıştır. O, aynı zamanda, Darwin kuramına son derece bağlı olmakla birlikte, diğerlerinden farklı olarak bu kuramı eleştirmiştir de.

II.Meşrutiyetin başlarında kurulan Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinin yazarlarından biri olan Bedi Nuri (1875-1913) de, evrimciliği benimsemiş, bu dergide yayınlanmış olan "İçtimâî Kabiliyet" adlı makalesinde özellikle Spencer'in etkisinde kalarak evrimi topluma uygulamıştır. Böylece, biyolojik hayatta bulduğu esasların sosyal hayatta da geçerli olduğu sonucuna varmıştır. Sâtı el- Husri (1884-1968) ise, Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinde yayınlamış olduğu "Cemiyetler ve Uzviyetler" adlı makalesinde bir Darwin'ci ve Spencer'ci olarak evrimi -tıpkı kardeşi Bedi Nuri gibi- topluma uygulamış; toplumda da evrim olduğunu ileri sürmüştür.

Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinin yazarlarından Asaf Nef'i de bir evrimcidir ve o da evrimi toplumu uygulamıştır. Asaf Nef'i, bu dergide yayınlamış olduğu "Mücâdele-i Hayat ve Tekâmül-i emiyât" adlı makalesinde evrimciliğe ve Spencerciliğe olan meylini gayet açık bir biçimde dile getirmiştir. O da, diğerleri gibi Darwinizmi, Lamarkizmle tamamlayarak topluma uygulamıştır.Bu arada o, özellikle "Sosyal adalet" kavramına ağırlık vermiş ve yeni bir toplum anlayışına yönelmiştir.

Suphi Ethem ise, bir diğer evrimcidir. O, bu konuda "Lamarckizm", "Darwinizm" adlı eserlerle Felsefe dergisinde "Lamarck ve Lamarckizm" adlı bir makale yayınlamıştır. Ayrıca, "Bergson Felsefesi" adlı bir eseri vardır. Suphi Ethem, Darwin'in ortaya attığı fikrin esasında, İlkçağ'da, Empedokles ile Herakleitos gibi iki ünlü Yunan filozofu arasında mücadele yaratacak kadar mevcut olduğunu, ama Darwin'in bundan habersiz bulunduğunu belirtmiştir. Darwin kuramına kuvvetle bağlı olan Suphi Ethem, onun görüşlerini aynen benimsemekle birlikte abartarak sunmuştur.

Ethem Nejdet de Suphi Ethem gibi koyu bir Darwinci, dolayısıyla, evrimcidir. "Tekâmül ve Kanunları" adlı bir eseri vardır. Lamarck'tan ziyade, Darwin kuramına itibar etmittir. Diğerlerinden farklı olarak, belki de Main de Brian'ın etkisiyle olsa gerek, evrimde sadece ilerlemenin değil, gerilemenin de söz konusu edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bir Spencerci olarak, toplumlarda da evrim bulunduğunu ve evrim kanunlarının geçerli olduğunu belirterek, bu durumda - tıpkı Asaf Nef'i gibi- sosyalizmden bahsetmek gerektiğini vurgulamıştır.

Ahmet Mithat da "Dağarcık" dergisinde yayınladığı "Duvardan Bir Sada", "İnsan", "Dünyada İnsanın Zuhûru" adlı makalelerinde, Darwin'in evrim kuramını benimsemiş ve savunmuş bir evrimci olarak karşımıza çıkar. Öyle ki, Ahmet Mithat, bu makalelerinde, insanı, o zamana kadar alışılmamış bir tarzda ve cesaretle evrimci ve naturalist bir bakış açısından açıklamıştır . Daha sonra, dinsizlikle suçlanmış ve çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Olgun yaşta dine yönelmiş, felsefede spiritüalizmi benimsemiş, materyalizm ve pozitivizmden ise mümkün olduğunca uzaklaşmıştır.

Bizde, Auguste Comte ile asıl ilgilenen düşünür ise, Ahmet Rıza (1858-1930) olmuştur. Ahmet Rıza, Pariste iken, pozitivistlerin derneğine girmiş ve onların parolası olan "Ordre et Progres" anlayışını, yeni Türk fikir hareketinin parolası haline getirmiştir. Ayrıca, Ahmet Rıza, 1895'de, her onbeş günde bir Fransızca ve Türkçe olarak yayınlanan, pozitivist görüş ağırlıklı yazılara yer verilen "Meşveret" gazetesini çıkarmaya başlamıştır. "Tolerance Musulmane" adlı eserinde ise, pozitivist düşünürlerden E.Renan ve H.Spencer'den uzun uzadıya söz etmiştir.

Abdullah Cevdet (1869-1931) ise, çıkarmış olduğu İçtihâd dergisinde pozitivist, materyalist ve ateist görüşleri savunmuştur. Abdullah Cevdet, felsefe, sosyoloji ve pedagoji konularında özellikle, Gustave Le Bon'dan "Asrımızın Nusûs-u Felsefiyesi", "Dün ve Yarın", "İlm-i Ruh-u İçtimâî" adlı çevirilerini ve Voltaire'den yaptığı çevirileri bu dergide yayınlamıştır. "Fünûn ve Felsefe" (1897) adlı eseri felsefe açısından önemlidir. Abdullah Cevdet, bu eserinin ikinci baskısını ise,1913'de "Felsefe Sanihaları" adlı bir ekle yayınlamıştır. Abdullah Cevdet, ayrıca, G.L.Bon'un "melezleme" kuramından da etkilenmiştir.

Panteizmi benimsemiş olmakla birlikte, esasında bir vahdet-i vücutçu olan Şehbenderzade Ahmet Hilmi (1865-1913) ise, 1908'den sonra, Dârü'l-fünûn'da felsefe dersleri okutmuş, 1910'da "Hikmet" adlı bir dergi çıkartmış ve daha sonra bunu gazete haline getirmiştir. Bu gazetede, felsefeye ve sosyolojiye ilişkin makaleler yayınlamıştır. Bunlardan bazıları, "Tasavvuf ve Yeni İlimlerle Felsefe", "İblis İzzettin Behmen" ve "Çağımızın Felsefesi ve Sosyoloji" dir. Burada, özellikle Pozitivizm ile Sosyoloji ve sosyal olaylar üzerinde durmuştur. O, materyalist olarak nitelediği Celâl Nuri'nin, "Tarih-i İstikbal" (Geleceğin Tarihi)ini ve spiritüalist olarak nitelediği İsmail Fenni Ertuğrul'un, "Maddiyûn Mezhebinin İzmihlâli" (Materyalizm Mezhebinin Yıkılışı) adlı eserini eleştirmiştir .

Mantıkla ilgili olarak, "Yeni Mantık" adlı eseri bulunan Ahmet Hilmi'nin felsefeye dair "Üç Feylesof", "Maddiyun Mesleki Dalâleti", "Allahı İnkâr Mümkün müdür?" ve "Amâk-ı Hayâl" (Hayâlin derinlikleri) adlı eserleri vardır. "Maddiyûn Mesleki Dalâleti" adlı eseri bir tür felsefe tarihi gibidir; burada, tüm filozofların bir resm-i geçidini yapar, onların, çeşitli konulardaki görüş ve düşüncelerini tahlil ve tenkit eder. Kant'ın "Salt Aklın Kritiği" ile açtığı kritik bilgi yoluyla, bu yolun bizi körü körüne bir realizmden ve materyalizmden niçin ve nasıl kurtardığını anlatır. "Amâk-ı Hayâl" adlı felsefî romanında ise, Şehbenderzâde Ahmet, felsefî görüşlerini dile getirir. "Üniversiteli Gençlerle Bir Konuşma" adlı risâlesinde, gençlerin herşeyden önce, bir hayat görüşü, bir felsefesi olmak lâzım geldiğini belirtir. Bu risâlesinde o, "hangi felsefî doktrini seçelim?" diye sorar ve şöyle der: "Çağımızda üç büyük felsefî meslek vardır. Bunlar: Kritisizm, Pozitivizm ve Evolüsyonizm (Evrimcilik) dir. Filozoflar arasında spiritüalizmle materyalizm yaygındır. Felsefe ve ahlâkta, her mesleğin içindeki doğru tarafları alarak meydana gelecek eklektizmi seçmekten daha sağlam yol yoktur" .



İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946) ise, modernist İslâm filozofudur. Vahdet-i vücudu, hem bir sistem hem de ruhsal bir durum olarak benimsemiştir. Şehbenderzâde Ahmet Hilmi ile aynı konularda çalışmıştır. "Lügatçe-i Felsefe" adlı bir felsefe sözlüğü hazırlamış; "Materyalizm Mezhebinin Yıkılışı" ve "Vahdet-i Vücûd ve Muhyittin b.Arabî adlı eserleri kaleme almıştır. Yayınlanmamış eserleri arasında ise, fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl'i etkilemiş olan ünlü Fransız filozofu P.Janet'den dilimize kazandırdığı "Çağdaş Materyalizm Mezhebi" ile "Büyük Filozoflar" ve S.Mill'den çevirdiği "Hürriyet" ön sırada yer alır. Ona göre, çağdaş felsefenin en önemli sorunlarından birisi, evrimdir. Materyalistlerin "evrende hiçbir şey yaratılmaz; hiçbir şey de kaybolmaz" şeklinde kimyanın bir ilkesinden alınmış tezleri ise, kabul edilemez. Çünkü madde ezelî ve ebedî değildir. Bu durumda, materyalist Büchner ile E.Haeckel'in tezlerini savunmaya imkân yoktur. Ezelî ve ebedî olan sadece Tanrı'dır. Evrenin varlığı, Tanrı'nın varlığından çıkar. Madde ve enerji, ezelî ve ebedî olmadığı, yani sonradan meydana geldiği gibi yok da olabilir.

İzmirli İsmail Hakkı (1868-1946) Dârü'l-fünûn Edebiyat fakültesinde felsefe, felsefe tarihi, İslâm Felsefesi, Hukuk fakültesinde ise, fıkıh ve usûl-i fıkıh dersleri vermiştir. "Usûl-i Fıkıh Dersleri", "Yeni İlm-i Kelâm", "İlm-i Hilâf"(2 cilt), "İslâm Felsefesi Tarihi", "Türk Filozofları", "Mukayese", "Miyâru'l-Ulûm", "Felsefe Dersleri" (1914) adlı eserlerinin yanısıra, "Ceride-i İlmiye" dergisinde Gazâlî hakkında, Edebiyat Fakültesi dergisinde ise, Fârâbî ve İbn-i Sînâ hakkında makaleler serisi vardır. "Yeni İlm-i Kelâm"da, bütün Ortaçağ felsefesi problemlerini modern felsefe açısından ele almıştır. Tanrı'nın varlığına ilişkin ileri sürülmüş olan eski kanıtları, Batı felsefesindeki kanıtlar ile karşılaştırmıştır. İslâm filozofları içerisinde Türk olanları ayırmış, ve ilk kez Türk filozofları incelemeye başlamıştır. "Mukayese"de, Doğu ve Batı filozoflarını mukayese etmiş, İhvânü's Safâ ile Darwinizm arasında, Kınalızâde ile Descartes arasında sıkı bir fikir birliği görmüştür. Felsefeci olduğu kadar fıkıhçı da olan İsmail Hakkı, bu yüzden, teorik ile pratik arasında da sıkı bağlantılar kurabilmiş bir kimsedir. O, aynı zamanda, bir modernist İslâmcıdır; action kafasına sahiptir ve bu yönüyle Ziya Gökalp'i etkilemiştir.

Mehmet Ali Aynî (1869-1945) ise, Cumhuriyet öncesinde karşılaştığımız bir diğer önemli düşünürümüzdür. Dârü'l-fünûn Edebiyat fakültesinde, uzun yıllar felsefe tarihi profesörü olarak çalışmış ve dekanlık yapmış olan Aynî, 1928'de Türk Felsefe Cemiyeti'nde tebliğler okumuş, aynı yıl, Amerika'da toplanan uluslararası Felsefe Kongresi'ne katılmıştır. Çetitli yerlerde yayınlanan eleştirilerini "İntikâd ve Mülâhazalar" (Eleştiriler ve Düşünceler) adlı kitabında toplamıştır. Mehmet Ali Aynî, Rıza Tevfik'in "Kâmus-ı Felsefe"si ile Abbe Barbe'den okullardaki ders kitabı gereksinimini karşılamak için yapılan Felsefe Tarihi çevirisini ayrıntılı olarak, ve Fongsgrive'den yapılan "Felsefe Dersleri"nin çevirisini, çevirmenini söz konusu etmeksizin eleştirmiştir. Mehmet Ali Aynî, ayrıca, Suphi Ethem'in "Bergson ve Felsefesi" adlı eserini de eleştirmiştir. Tasavvufa bağlılığı ile tanınan Mehmet Ali Aynî, Dârü'l-fünûn İlâhiyât Fakültesinde Dinler Tarihi profesörlüğü de yapmış, ve bu sırada Denis Saurat'ın "Dinler Tarihi"ni dilimize çevirmiştir. "Gazâlî" ve "Hacı Bayram Veli" hakkında monografileri, ahlâka ilişkin olarak da, "Türk Ahlâkçıları" adlı bir eseri vardır .

Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında olduğu kadar, Cumhuriyetin ilk yıllarında da, düşünceleriyle toplumu büyük ölçüde etkileyecek ve adını gittikçe genişleyen bir kitleye duyuracaktır. Ziya Gökalp, felsefe ile sosyoloji arasında bir ilişki kurmuş, başta Durkheim olmak üzere, birçok Batı filozoflarından alıntılar yaparak, Türkiye'nin sorunlarını incelemiştir. Ziya Gökalp'in öneri ve aracılığıyla Istılâhât-ı İlmiye Encümeni oluşturulmuş, bunun gayretleriyle, 1915'de felsefî terminolojiye ilişkin ilk resmî çalışma olarak nitelendirilebilecek Felsefe Terimleri Dergisi çıkmıştır.

Ziya Gökalp gibi, bir Durkheim'ci olan Mehmet İzzet (1891-1930) ise, Sorbonne Üniversitesi felsefe bölümü mezunudur. Kendisi, Dârü'l-fünûn'da uzun yıllar öğretim üyeliği yapmış ve öğretim üyeliğinin ilk yıllarında, Karl Vorlander'in iki ciltlik "Felsefe Tarihi"nin ilk cildini çevirmiş ve bu 1927'de İstanbul'da basılmıştır. Asistanı ve ilk felsefe doktoru Orhan Sadettin ise, bu eserin ikinci cildini dilimize kazandırmış ve bu da, 1928'de İstanbul'da basılmıştır.

Mehmet İzzet, Pragmatizm ve Bergsonizmi, o dönemdeki moda akımlar olarak nitelendirmiş, onların karşısına Kant'tan başlayan felsefe geleneğini o günün ihtiyaçlarına göre dirilten filozofları koymuştur. Alman idealizminden etkilenmiş ve Kant 'ın "Pratik Aklın Kritiği"ni dilimize çevirmiş ve eser Dârü'l-fünûn'da taş basma olarak 1919'da yayınlanmıştır. "Ahlâk Felsefesi" adlı eseri ise basılmamıştır. "Bilgi" dergisinde "Zenon ve İzinden Gidenler" adlı bir de makalesi bulunan İzzet, ömrünün sonlarına doğru fenomenolojiye ilgi duymuş, bu hususta, özellikle Max Scheler ve fenomenolojinin kurucusu Husserl'in Fransızcaya çevrilmiş kitaplarını incelemiştir. Dârü'l-fünûn Edebiyat Fakültesi Dergisi'nde makaleler halinde "Muasır Hayat ve Büyük Adamlar" ı yayınlamış; idealizmdeki ilk denemesi olan bu eseri daha sonra "Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat" ile tamamlamıştır. Son günlerinde hazırlamış olduğu "Sosyolojinin Sınırları" adlı tebliğinde, değerler felsefesinin yerine geçmek ve değerlere ilişkin bütün problemleri çözmek iddiasında bulunan sosyoloji ekollerinin eleştirilerini yaparak, bu veya başka bir bilimin Ziya Gökalpçilerin dedikleri gibi "felsefe kaymakamı" olamayacağını savunmuştur.

Şu halde, anlatılacağı üzere, Bedi Nuri, Sâtı el- Husri, Asaf Nef'î, Baha Tevfik, Suphi Ethem, Ethem Nejdet, Memduh Süleyman, Ahmet Mithat gibi düşünürlerimiz evrimci felsefeden etkilenmişler ve bu felsefeyi ülkemizde temsil etmişlerdir.

1912'de, zamanın Maarif Bakanı Emrullah Efendi tarafından son kez açılışında da, Dârü'l-fünûn'da, başta Ahmet Mithat ve Rıza Tevfik olmak üzere, İzmirli İsmail Hakkı, Mehmet Ali Aynî, Mehmet İzzet ve Cumhuriyetten sonraki dönemde de Mehmet Emin Erişirgil tarafından felsefe dersleri verilmiştir.


#9 LaHesis

LaHesis

    Baş Yazar

  • Üyeler
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Belirtilmedi

Gönderim zamanı 23.12.2006 - 01:00

http://www.objektivist.net/

http://tr.wikipedia....ategori:Felsefe

http://www.felsefeekibi.com/

http://www.geocities.com/tfpsikoloji/





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli