Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine..... Acele edin.... Er veya geç... Çimenler yayılacak üzerinize...
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken meselâ denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Nazım Hikmet Ran
In the end, it's not the years in your life that count. it's the life in your years..
Asil eksiklik, eksik oldugumuzu dusunmekti.Asil eksiklik, careyi baskasinda aramakti. Hayatin matematigi farkli; iki yarimi toplayinca bir etmiyor.insan tek basina mutsuzsa baska biriyle de mutlu olamiyor.
once yalnizdik. 9 ay boyunca karanlik bir yerde disari cikmayi bekledik ve dunyaya aglayarak geldik. Pisman gibiydik. Ya da mecburen gelmis gibi. Biraz buyudukten sonra, kendimizi bildigimiz anda, icimizi kemiren, kalbimizi kurcalayan o tuhaf duyguyu hissettik: Bir yerde bir eksik var. Korktuk. "Bunun sebebi ne?" diye sorduk kendimize. >>Cevabi yapistirdik: Demek ki sahip olmadigimiz bir seyler var.O yuzden eksiklik hissediyoruz." Peki, neye sahip olmamiz gerekiyor?
cocukken,"yasimiz kucuk" diye dusunduk. Her istedigimizi yapamiyoruz. Kurallar, yasaklar var. Buyuyunce her sey yoluna girecek.
Buyudukce Bir sey degismedi. Yine huzursuzduk. icimizden bir ses ayni sozcukleri fisildiyordu: 'Bir eksik var." Kafamiz karisti. Nasil kurtulacagiz bu igrenc duygudan? Nasil gececek bu?
Aklimiza yeni cevaplar geldi: Okulu bitirince gececek.Ise girince gececek. Para kazaninca gececek. Tatile gidince gececek.
Okulu bitirdik. Diploma aldik. ise girdik. Kartvizit aldik. Calistik. Para kazandik. Tasindik. Araba aldik. Calistik. Eve yeni esyalar aldik. Tatile gittik. Dans ettik. Terfi ettik. Kartviziti degistirdik. Daha cok calistik. Daha cok para kazandik. Calistik. Calistik. >Gecmedi. "Bir yerde bir eksik var" hissi, hala orada duruyordu.
Bu sefer de "Sevgilimiz olunca gececek" dedik. "Yalnizligimiz sona erince bu illetten kurtulacagiz." Beklemeye basladik. Derken, biri cikti karsimiza. asik olduk. Ve aninda baska biri olduk. Daha guclu, daha guzel, daha akilli biri. Hesap cuzdanlari,kartvizitler, hatta ilaclar bile boyle hissetmemizi saglamamisti. Sevgilimizin gozlerinde, daha once bize verilmemis kadar buyuk sevgi ve >hayranlik gorduk.
Sevgilimizin gozlerinde Tanri' yi gorduk. Isigi gorduk. "Tunelin ucundaki isik bu olmali" diye dusunduk "kurtulduk."
Sonra bir gun, daha dun bize deli gibi asik olan insan cekip gidiverdi. Ya da artik eskisi gibi sevmedigini soyledi. Ya da baska birine asik oldugunu soyledi. Ya da daha kotusu, baska birine asik oldu ama soylemedi. Telefonu acmamasindan, elimizi tutmamasindan, sevismemesine bahane bulmak zorunda kalmamak icin biz uyuduktan sonra yataga gelmesinden anladik, bir terslik oldugunu.....
Belki de sevmekten vazgecen veya terk eden sevgilimiz degildi, bizdik. Fark etmez. Sonucta ask bitti. Simdi her yer bombos. Simdi tekrar yalniziz. Basladigimiz yere donduk.
Yillarca ugrastik, eksigin ne oldugunu bulamadik. Halbuki her seyi denedik, her yere baktik. oyle mi?
Bakmadigimiz bir yer kaldi. Icimize bakmadik. Eksik parcayi disarda aradik ama icimizde sakli olabilecegini akil etmedik. Birilerini sevdik, birileri bizi sevsin diye ugrastik ama kendimizi sevmedik.
Sasiracak bir sey yok, tabi ki sevmedik. Kendimizi sevsek bu kadar kosturur muyduk?Canimiz yanmasin diye duvarlarin ardina saklanir miydik? Kendimizi bos sanip doldurmaya ugrasir miydik? Terk edilmekten korkar miydik?
Hayatin matematigi farkli; iki yarimi toplayinca bir etmiyor. Insan tek basina mutsuzsa baska biriyle de mutlu olamiyor. Herkes beni sevsin" diye ugrasinca kimse gercekten sevmiyor, herkes sevgisine sart koyuyor, sinir koyuyor. Oysa "kendime duydugum sevgi bana yeter" diye dusununce, kendimizi oldugumuz gibi kabullenince yarim tamamlaniyor. Her sey bir oluyor.
iste o zaman perde aralaniyor. Aci diniyor. iste o zaman baska 'bir' iyle bir araya gelerek, hesabin kitabin, korkunun kayginin hukum surdugu sahte bir sevgi yerine, gercek bir sevgi yaratilabiliyor.
Sonsuz Sevgilerimle....
CAN DÜNDAR.......!
In the end, it's not the years in your life that count. it's the life in your years..
Can Dündar'ın mükemmel ötesi bir Şiiridir, Sözcüklere Dikkat lütfen, İnsanın yüzüne tokat gibi vuruyor kelimeler. ve Şairimizin değimiyle,İnsanın İnsan olası geliyor...
Bilmiyorum burda adres vermek yasakmıdır? ,Can Dündar'ın buğulu sesinden dinlemek isterseniz burdan dinleyebilirsiniz. Yasaksa bile lütfen kanal yöneticileri bu paylaşıma engel olmasınlar,
ŞİİRSİZ YAŞAMAK
Nihayet sonbahar yağmaya başladı ruhumuza, bir dua gibi pencerelerde yağmur, damarlarımızda küllenmiş tanıdık bir tutkuyu kıvılcımlandırıyor.
Şiir bahçedeki yaprak yağmuruyla uyanıyor yaz uykusundan. Yağmurlarla gelen mısralar, ansızın geceye sızıp can suyu veriyor kurak ruhlarımıza.
"Gözyaşlarının gücü vardı eskiden" diyor Adnan Özer, "...ırmak yüklü adamlardık, tuz katarlarının ardınca giden/gölgemizde damlaların bıraktığı izlerden/açılırdı hayal, tuzun suda bukağısı çözülürken"...
Şiir çekip alıyor bizi gömüldüğümüz seviyesiz bataklığın kucağından...
Dizelere yapışıp ayaklanıyoruz.
Meğer ne çok olmuş O'nu kovalı hayatımızdan...
Ne çok olmuş, uykuda bir sevgilinin alnına bir minik buse, sofranın kenarına bir küçük mum kondurmayışımız.
Abdülhak Hamid, kendisinden 40 küsur yaş küçük Lüsiyen'ine yazdığı mektuplara "Bahar-ı Ömrüm" diye başlıyordu:
"Bahar-ı ömrüm; aşk bir maniadır ki ya aşmak veya tahrip etmek lazım; yahut da huzurunda kalmak ve yok olmak..."
Biz, tahrip ettik o "mania"yı; huzurunda kalmanın bedelini göze alamadığımızdan...
O yüzdendir "ömrümün baharı" diye başlayan mektuplar almamamız nicedir...
Sevdiğine "Yüreğim" diyen o tılsımlı zerafeti yitirdiğimizden beridir, burkulmaz oldu yüreğimiz bunca nefretin karşısında...
Gözyaşlarımız gücünü kaybetti.
Şimdi şairler ağlıyor bizim yerimize, bizim halimize...
Yeni yetmeler şarkı sözü ezberliyor artık taşlama yerine küfür, seranad yerine taciz...
Felaket haberlerine alışırken şehir, "dilsiz bir kuytuda ölüyor şiir"...
"Şiir toplumdan kopmuyor, asıl toplum şiirden kopuyor" demişti Tuğrul Tanyol, birkaç yıl önce, yaklaşan bir ihaneti haber verircesine...
Şiir, popüler kültür gibi lümpenleşmeyle uzlaşmamış, direnmiş ve belki de o yüzden okurunu yitirmişti.
Akın akın loto kuponu doldurmaya koşan bir kalabalığın ardından dizeler haykırmak, ancak bir şairin göze alabileceği bir soylu direniş, bir nafile çabaydı.
Duymadı toplum...
Ucuz pop şarkıları söyleyerek başıbozuk bir dere gibi akarken, önüne kattı sanattan yana ne varsa; bir tek şiir hariç...
Şiir, soylu bir çınar gibi direndi köklerini oyan bu sele... terkedilmiş bir sevdalı gibi yapayalnız ama mağrur durdu tarihin akışına inat...
Ve sonunda bir o kaldı soysuzlaşan ruhlarımızı avutacak...
Haydi bir şiir okuyun bugün...
Bunaldıysanız haberlerin aleladeliğinden, sıkıldıysanız şarkıcı dedikodularından, futbolcu fıkralarından, lotaryayla köşe dönme hesaplarından, bıktıysanız ekranların, sayfaların işportacı ağızlarından gelin, siz de şiire sığının...
...ve hatırlamaya çalışın bir zamanlar nasıl, "ırmak yüklü adamlardık, tuz katarlarının ardınca giden.../ Yağmur bir dua gibi geçerdi pencerelerden/ yetim insan, toprağın vicdanıyla doyardı/ gözyaşlarının gücü vardı eskiden."
Bu mesaj canan11 tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 15.05.2007 - 07:34
Bahar, yalvarırım çek git işine!.. Salma üstüme çiçeklerini, ...aklımı çelme!.. Her sabah çimenlerin çiyden ürpererek uyanıyor bahçemde; sonra güneşle oynaşıp tütsülenmiş gibi buğulanıyor. Ne zaman sokağa çıksam badem ağaçları salkım saçak çiçek... Kavaklar kıpır kıpır, ıslık ıslığa meltem... Kırda dayanılmaz bir kekik kokusu, toprakta türlü çeşit börtü böcek... Yapma bunu bana bahar, Böyle üstüme gelme...!
* * *
Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı... Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime... Kalbimin buzları erimiş. Göğüs kafesimde ne idüğü belirsiz bir kıpırtıyla geziyorum nicedir... Bir de sen çıldırtma beni... Krizdeyim ben... tembelliğin sırası değil, uyamam sana... Al git serçelerini sabahlarımdan, çağlalarına, kokularına hakim ol. Meltemlerine söyle, deli gibi ıslık çalıp sokağa çağırmasınlar beni... Bulutların üşüşmesin başıma... Girme kanıma benim... ...yoldan çıkarma...!
* * *
Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin, afrodizyakların en etkilisi, Sevdanın suç ortağısın. Kıyma bana...! Biliyorum çünkü, yine kandırıp yeşillendireceksin aşka; gövdemi azdırıp sonra birden çekip gideceksin. Tam kanım kaynamışken sana, toplayıp allarını morlarını, beni bir kuraklığın ortasında terk edeceksin... O iple çektiğim ışığın, dayanılmaz olacak o zaman... Ne o delişmen sabahlar kalacak, ne günaha çağıran çapkın eteklerin uçuştuğu günbatımları... Tembel kuşların şakımaktan bitap, ebruli çiçeklerin kokmaktan... Buselerin nemi kuruyacak çöl rüzgarlarında... Yeşerttiğin çiçekler, yürekler solacak; damar damar çatlayacak ruhumuz... Hayat, bir ezik otlar diyarına dönüşecek yeniden... yüreğim viraneye... Her bahar sarhoşluğu gibi, geçecek bu sonuncusu da... Ebedi bahar, bir başka bahara kalacak.
* * *
İyisi mi, hiç azdırma ruhumu bahar... İş açma başıma... Git işine! Yoldan çıkarma beni!...
EÐER ÇEKMEZSEN GÜLÜN NAZINI NE DİKENE DOKUN NE GÜLÜ İNCİT
En sevdiğin elbisemi giydim bu gece Kokunu sürdüm, solgun yüzünü okşadım Sessizce saçlarından öptüm. Yazdığın mektupları okudum, kana kana su içer gibi Plâklarını çaldım. Ah! En çok o şarkıda özledim seni...
Issızlık kapıyı çaldı, Açmaya korktum gece yarısı. Şehir uykuya daldı, Baktım dışarıya; katran karası. Rüzgâr telaşla kokunu getirdi bana Aldım koynuma. Buseni hafızamdan koparıp iliştirdim dudaklarıma Üşüdüm karanlıkta. Tenine dokundum beni hissetsin diye Ellerimi tut, ısıt diye. Aç gözlerini...
Erguvanlarına su verdim İçerken benimle konuştular Yastığını okşadım, kokladım Anılar uçuştular. Soluğun saçlarımı yaladı, sanki bir meltem gibi Teninin kokusu karıştı kokuma. Yakıştılar...
Boğuldum karanlıkta. Yanı başımdasın benden çok uzaklarda Ellerimi tut, dokun bana Aç gözlerini...
Attım kendimi caddelere, yeşil ceketin sardı beni. Yürüdüm üstüne karanlığın, korkusuz. Tuttum elini...
Can Dündar
EÐER ÇEKMEZSEN GÜLÜN NAZINI NE DİKENE DOKUN NE GÜLÜ İNCİT
O’nu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O’nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O’nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain... sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O’ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa, ve O, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, hüzünlendikçe ağlıyorsa... dünyanın en güzel yeri O’nun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse... hayat O’nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, O’nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar... her şiirde anlatılan O’ysa... her filmin kahramanı O... her roman O’ndan söz ediyor, her çiçek O’nu açıyorsa... bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa, iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa... iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa... eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O’nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O’na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız... kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü... özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu... hem kimseler duymasın, hem cümlealem bilsin istiyorsanız... O’nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse... gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de; bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O’nun yüzü suyu hürmetine... uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa... dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız... kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa... Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla... ...o halde bugün sizin gününüz!.. "Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.
CAN DÜNDAR
Bu mesaj altuntas tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 10.05.2008 - 15:36
Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım. Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar "çok yoğun"; bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar "çok yoğun"; benden başka herkes ama herkes çok yoğun.
"Aaa tabii; onun için konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Çalışmaktan haberi yok." İstesem ben de "çok yoğun" olabilirim. "Bugün şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım..."
Hayatı boşvermek istedikten sonra "yoğun" olmaktan kolay mazeret yok ki. Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip yaşayarak da "yoğun" olabilirsiniz.
"Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım." E yapma. "Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki..."
Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti. Yani "kafama uçan daire düştü, hastanedeydim" deseniz daha inandırıcı olur. Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok çalışıyorum"u kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve "işlerim var, ondan" diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:
a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. Hayatım allak bullaktır. Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.
b-) Seninle görüşmek istemiyorum.
c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki?
(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Çünkü biriyle görüşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.
Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu "çok çalışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum" muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım. Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem çünkü "evde çalışan yazar" olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neysecanım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum? Alıyorum. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek. Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların, çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim. Benim için okul her zaman ikinci plandaydı. Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim; ders çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım "haydi sinemaya gidelim" dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Çünkü benim için "sevdiğim insanlar" ve "kendime vakit ayırdığım hayatım" herşeyden önemliydi. Hayatımda hiç kimseyi "çalışmam gerek" diye geri çevirmedim. Bir arkadaşa "hayır, eve gideceğim" dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En önemli işin başında da olsam, bir dostum "seninle konuşmaya ihtiyacım var" dediğinde ben tüm işleri bırakırım. Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuzyüreklerden daha önemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli.
Elbette boş boş oturun demiyorum. Çünkü hayat aynı şekilde, boş boşoturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır. Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gömülmeyi kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim birkişilik tarzı değil. Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma'da yaşadım. (Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...) Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı. (Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.) Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda "sabahın körü" diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz, değil mi? En azından benim hayatımdaki "yoğun insanlar" için bu çalışma tarzı "işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu" düzenini gerektiriyor. Ve hafta sonları da "hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum" diye evde yatarak geçirilirdi. Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü "çok çalışıyorum, görmüyor musun?" demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi. Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu? Büyük harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA... Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik.
Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim. Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba) evlilik yıldönümünde karısını Soma'ya iki saat uzaklıkta olan İzmir'e götürdü. Hayır, hafta sonu değil. BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!
Hiç kimse bana hiçbir şey için "çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan" gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir. Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek. "İşim var, vaktim yok" diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsakacilen okuyup kendimize geliriz: -İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (Bertrand Russell)
-İşini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan, sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (Robert Frost)
-Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Çehov)
-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.(L.P.Smith)
-Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür. (Irwin Edman)
-Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln) -Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (William Russell)
VE BENİM FAVORİM: "Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir.
Can DÜNDAR
"YURTTA SULH, CİHANDA SULH"
’Düşüncenin üstesinden gelemeyen‚ düşünenin üstesinden gelmeye çalışır.
"Pia"yı tanır mısınız? Pia, Attila İlhan'ın şiirinde bir meçhulün adıdır.
Şair bir şehre geldiği vakit, Pia başka bir şehre gider hep...
O yüzden "Ne olur, kim olduğunu bilsem Pia'nın/ellerini bir tutsam, ölsem" der İlhan...
Üstada "içindeki kadınlar" soruyorlar; şöyle diyor:
"Belki de o kadın aslında Pia... O hiç olmayan kadın... Aklımda kalanlar, imkansız aşkların kadınları... Yaşanmış aşklar kalmıyor. Bitiriyorsunuz karşılıklı... Hatırlanan, askıda kalmış aşklar..."
Gülay Göktürk de Hürriyet'te Ayşe Arman'a "aşk"ı, "karşındakini tanımamaktan, bilinmezlikten kaynaklanan bir duygu" diye tanımlıyordu:
"Aynı evde yaşayınca bilmeye, tanımaya başlıyorsun. Aşk da uçup gidiyor".
Ne garip değil mi?
Kadın ve erkek, Adem ile Havva'dan beridir hep o "yasak meyve"nin peşinde koşup durdular. Kim bilir kaç kuşaktır sabırla, özlemle, ümitle, ölesiye, birbirlerine kavuşacakları, bir yastığa baş koyacakları günü beklediler.
"Aşk-ı Memnu", gözünü vuslata dikti asırlarca...
Bu marazi tutku, şiirlerden, masallardan koca bir külliyat doğurdu.
Sonra...
Gün geldi; devir değişti. "Sevenleri ayıran zalimler" devrildi.
Eros, tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi.
Sevenler nihayet kavuştular.
Ve buluştukları anda aşk, uçarken bahar kokuları saçarak rengarenk parıldayan narin bir sabun köpüğü gibi sönüp dağıldı avuçlarında...
Anlaşıldı ki vuslat, aşkın miladı değil, celladıymış.
* * *
Yüzünü bile görmediği sevdalısı için dağlar delen Ferhat, asrımızda nihayet vuslata erince Şirin'e dönüp bakmaz, internet başından kalkmaz oldu.
Sevdalısını bir kez görebilmek uğruna yıllarca pencerede bekleyen Leyla, evleneli beri, Mecnun'u kafaya takmaz, merak edip cama çıkmaz oldu.
O zaman anlaşıldı ki, aşk gücünü kıstırılmışlığından alıyor, karşılıksızlığından, naçarlığından besleniyor.
Aşıklar yakınlaştıkça, aşk uzaklaşıyor.
Nazım "Sende ben uzaklığı, sende ben imkansızlığı seviyorum" diye yazmıştı sevdalısına... Çünkü Veysel'in değindiği gibi, deryaya akan bir nehir, aslında deryaya değil, mütemadiyen ve hararetle ona doğru çağlamaya tutkundu.
Cazip olan, maksut mahalden ziyade; bizatihi seyahatti.
Aşk bir tahayyüldür.
Ebediyen müptelası olacağınız bir serap...
Dokununca dağılan bir kumdan kale...
Ben bu sırra ilk kez Metin Erksan'ın "Sevmek Zamanı"nda ermiştim. Duvarda fotoğrafını görüp vurulduğu kızın gerçeğiyle karşılaşınca dünyası yıkılan Boyacı Halil, sonunda kendi tahayyülünün hakikatin sıradanlığıyla aşınmasına izin vermemiş, kızı bırakıp sevdiği fotoğrafla göle açılmıştı.
Zor olan da budur zaten:
Aşkı her daim kendinde yaşatabilmek...
Bu anlamda aşk tek kişiliktir.
Bizim icadımızdır. Meçhule adanmışlığımız... gönüllü esaretimiz... bir muammanın peşinde tarumar olmayı göze alışımız...
İnsanoğlu birbirine varıp birbirini tükettiğinden beridir, ancak kafasındaki hayale tutunarak mutlu olabiliyor; her gördüğünde o hayali arıyor, her sevdiğini o hayal sanıyor, her hayal kırıklığının kahredici keyfinden melankolik bir haz alıyor.
Ve yeniden Mecnun'a dönüyor.
Bugün "aşk devri"nden kalma bir sihirli lambayı umarsızca ovalayıp duruyorsak o yüzdendir...
Belki Pia ansızın çıkıp gelir diye...
Can Dündar
[Bebeğim Öldü]
Hayatımın gerçek öykülerine ayrılan bir filmin soundtrack’ındayım Bir yazar mıyım yoksa tek şiirlik şair mi? Notumu verdi hocalarım nasihati koydum cebime Ve zorda kalana dek çıkarmadım.. Ve ben bozuk paraydım anlaşılamadan çiklet oldum Ve ben bütündüm yaramı sevgilimde bırakıp yarımı sokağa attım Canımı yolda buldum canıma teslim ettim; canına okudum Canıma kastım…