İçerik değiştir



Sayı 95: Lotte Weimar'da / Thomas Mann


  • Yanıtlamak için giriş yapın
Bu konuya yanıt verilmedi

#1 Can Ka No Rey

Can Ka No Rey

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Yöneticiler
  • 9.354 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 23.11.2009 - 10:25


Gönderilen Resim

Kitap adı : LOTTE WEIMAR'DA
Çeviren : Gürsel Aytaç
Yazar : Thomas Mann
Dizi : Çağdaş Dünya Edebiyatı
Özgün dili : Almanca
Özgün adı : Lotte in Weimar
Kitap türü : Roman
ISBN : 978-975-07-1106-0
Sayfa sayısı : 376
Yayın tarihi : 2009

Thomas Mann’ın ilk kez 1939 yılında yayımlanan ünlü romanı Lotte Weimar’da, modern Alman edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biri, Mann’ın büyük usta Goethe’ye gönderdiği çok şık bir selam. Roman, konusunu bir başka romandan, Goethe’nin başyapıtı Genç Werther’in Acıları’ndan alıyor.

Aradan uzun yıllar geçmiş, Werther’in büyük aşkı Charlotte, Goethe’nin yaşadığı kente, Weimar’a, yaşlı ve zengin bir kadın olarak geri dönmüştür. Charlotte ile Goethe’nin bu buluşması yalnızca çağdaş, metinlerarası bir buluşma değildir kuşkusuz; gençlik, aşk, karşılıksız bırakılan duygular, insanın yaşama bakışının zamanla değişmesi, toplumsal ve ahlaki sorumluluklar... Bütün bunlar iki olgun kahramanın gözünden aktarılır. Böylece Alman toplumunun izleği arasından evrensel değerler yakalanır. Thomas Mann’ın bu önemli romanını okurlarımızın Genç Werther’in Acıları’nı anımsayarak okumaları kuşkusuz büyük kazanç olacaktır.


Kitabın birinci bölümünden...

Weimar’daki “Zum Elephanten” Misafirhanesi’nin garsonu Mager, ki kendisi aydın bir adamdır, 1816 yılının Eylül ayı ortalarında, neredeyse yazdan kalma bir günde, heyecanlı, içini sevinçle altüst eden bir şey yaşamıştı. Olayın öyle acayip bir yanı olduğundan değildi, ama yine de Mager’in bir an düş gördüğünü sandığı söylenebilirdi.
O gün, alışılmış Gotha postasıyla sabah 8’i biraz geçe, üç kadın, çarşı içinde o ünlü eve indiler. İlk bakışta –hatta ikinci bakışta da– göze çarpar bir tuhaflıkları yoktu. Aralarındaki ilişki kolay anlaşılır türdendi: Anne-kız ve hizmetçiydiler. Hoş geldiniz demek için eğilmeye hazırlan-mış, girişteki revakın altında bekleyen Mager, uşağın nasıl ilk ikisinin arabanın basamağından kaldırıma inmesine yardım ettiğini, bu arada Klärchen adındaki oda hizmetçisi kızın birlikte oturup hoşbeş etmişe benzediği eniştesinin yanından nasıl ayrıldığını seyretti. Adam kadına yandan gülümseyerek bakıyordu, belli ki aklı, konuğun konuştuğu yabancı şiveye takılmıştı ve onu bir çeşit alaylı dalgınlık içinde gözleriyle izledi, kadınsa aslında pek gerekli olmayan dönüşler, toparlanmalar ve nazlanmalarla yüksek koltuğundan aşağı iniyordu. Adam sonra arkasındaki borazanın ipini çekti ve konukların gelişini izleyen birkaç çocukla erkencilerin hoşlanacağı bir havada duygulu duygulu öttürmeye başladı.
Hanımlar, sırtları eve dönük, geriye kalan birkaç parça eşyalarının arabadan indirilişini denetlemek için hâlâ posta arabasının yanında duruyorlar, Mager ise, kızıl favorilerin çevrelediği süt beyazı yüzünde nazik ama bir o kadar da çekingen bir gülümseme, düğmeleri iliklenmiş frakı, yakasında rengi atmış boyunbağı, kocaman ayaklarının üzerindeki bacaklarına dapdar oturan pantolonuyla, kaldırımda bir diplomat edasıyla onları karşılamak üzere, eşyaları konusunda içlerinin rahatlayıp girişe yönelecekleri anı bekliyordu.
“Günaydın, dostum!” dedi iki hanımdan anne görünümlü olanı, tam bir hanımefendiydi, iyice yaşını başını almış, altmışına yaklaşmıştı, hafif topluydu, siyah pelerinli beyaz bir elbise giymiş, kısa örgü eldivenler takmıştı, başında ise bir zamanlar sarı, şimdiyse kül rengi olan kıvırcık saçların göründüğü bir kapüşon vardı. “Üç kişi için kalacak yere ihtiyacımız olacak, yani bana ve çocuğuma iki kişilik bir oda,” (çocuk dediği pek de küçük sayılmazdı artık, yirmilerinin so-nundaydı, kumral saçları lüle lüleydi, boynunda pilili bir yakalık vardı; annesinin o hafif gagalı burnu onda biraz fazla sert, biraz fazla keskin görünüşteydi) “ve çok uzakta olmayan bir oda da yardımcım için. Mümkün mü acaba?”
Kadının mavi gözleri, resmî bir donukluk içinde, garsonu aşıp misafirhanenin cephesine daldı; yaşının verdiği tombul yanakların arasına gömülmüş o ufacık ağzı, tuhaftır ama hoşa gidecek tarzda hareket ediyordu. Herhalde gençliğinde, kızının şimdiki halinden daha çekici bir kadındı. Dikkati çeken yanı, başının öne doğru titremesiydi, ama bu da kısmen sözlerinin pekiştirilmesi ya da karşısındakini hemen onaylamaya davetmiş gibi geliyordu insana, yani sebebi canlılıktan ziyade zayıflık ya da hem canlılık hem zayıflık gibi görünüyordu.
“Gayet tabii,” cevabını verdi anneyle kızına girişe doğru eşlik eden yönetici, bu sırada hizmetçi kız, birkaç şapka kutusunu sürükleyerek onların peşinden geliyordu. “Gerçi her zamanki gibi çok doluyuz ve hatırlı kişileri bile geri çevirmek durumuna gelmek üzereyiz, ama hanımefendilerin arzularını en iyi şekilde yerine getirmek için hiçbir çabadan kaçınmayacağız.”
“İşte bu güzel,” dedi yabancı kadın ve kızıyla karşılıklı gülüm-seyerek bakıştılar, adamın bu düzgün, ama yine de Thüringen-Saksonya şivesine çalan konuşma tarzına saygı duyarak.
“Buyurmaz mıydınız? Buyrun lütfen!” dedi Mager, onu koridora geçirirken. “Müdüriyet sağ tarafta. Misafirhanenin sahibesi Bayan Elmenreich sizi karşılamaktan şeref duyacak, buyrun lütfen!”
Saçları ok biçimi bir tokayla süslenmiş, kapı yakın olduğu için yün hırkaya sarınmış olan Bayan Elmenreich, büroyu bir bölme gibi girişten ayıran tezgâh benzeri bir masanın ardında kamış kalemler, rıh ve hesap makinesinin arasında kurulmuş, oturuyordu. Yüksek kürsüsünden ayrılan bir görevli, yan tarafta paltolu bir beyle İngilizce konuşuyordu, girişte yığılmış bavullar herhalde bu beyindi. Kadın, kayıtsız bakışlarıyla yeni gelenleri fark etmekten ziyade onları aşarak yaşlı hanımın selamına, gençlerin hafifçe eğilmelerine kibirli bir baş işaretiyle karşılık verdi, kulak kabartarak garsonun ilettiği oda talebini dinledi ve ucuna sap geçirilmiş bir ev planını eline alıp üzerinde bir süre kurşunkalemini dolaştırdı.
“Yirmi yedi,” diye belirledi, hanımların bavullarıyla bekleyen yeşil şapkalı kâhyaya dönerek. “Tek kişilik oda veremeyeceğim. Matmazelin, Erfurt Kontesi Larisch’in hizmetçisiyle aynı odayı paylaşması gerekecek. Misafirhanemizde hizmetçisiyle gelmiş o kadar çok konuk var ki.”
Klärchen, şefinin arkasından işaret etti, ama kız olur, demişti. Anlaşırız ne yapalım, diye eklemişti ve gitmeye hazır, odasına götü-rülmesini rica etti, oraya bavullar da taşınacaktı.
“Derhal hanımefendi,” dedi garson. “Yalnız bir ara yerine geti-rilmesi gereken şu formalite var. İnsanlık hali diye birkaç satır rica ediyoruz. Bu titizlik aslında bizden gelmiyor, mübarek polisin işi. Ortadan kaldırılamıyor. Yasalar ve haklar, denebilir ki, sonsuz bir hastalık gibi kuşaktan kuşağa geçiyor. Zahmet etmenizi rica edebilir miyim acaba –?”
Hanım tekrar kızına bakıp biraz eğlenerek, biraz da şaşkınlıkla kafasını sallayarak güldü.
“Evet, doğru,” dedi “unutmuşum. Her şey usulünce,” (gençliğinde herhalde âdet olan hitap şeklini kullanıyordu) “okunaklı ve net. Versinler bakalım!” Ve masaya geri dönerek yönetici kadının kendisine uzattığı, bir ipe bağlı kalemi yarım eldiv¬enli elinin zarif parmaklarıyla aldı ve gülmeye devam ederek, üzerine daha önce birkaç isim yazılmış konuk listesine eğildi.
Yavaşça gülmeyi bırakarak ve sönen neşesinin ancak küçük ke-yifli ve iç geçirmeyi andırır seslerini mırıldanarak usulca yazdı. Ense-sinin öne doğru titremesi, duruşunun rahatsızlığından olsa gerek, her zamankinden daha belirginleşmişti.
Onu seyrediyorlardı. Bir yanda kızı ona omzunun üstünden ba-kıyordu, zarif, düzgün kavisli kaşlarını (annesinden almıştı kaşlarını) yukarı kaldırmış, ağzını eğlenircesine kapamış ve büzmüştü; öte yanda garson Mager göz kırpıyordu, kısmen acaba kırmızıyla işaretlenmiş boşlukları doğru kullanıyor mu diye yazdıklarına dikkat etmek amacıyla, kısmen de o taşralı merakından ve bir kimsenin ne de olsa nankör olan bir yabancı insan rolünü bırakıp adını sanını açıklama vaktinin geldiğine duyulan, kötülükten tamamıyla arınmamış bir memnuniyetle. Nedendir bilinmez, büro “personeli” ve İngiliz turist de konuşmalarını kesip başını öne doğru sallayıp yazan kadını seyrettiler; kadın, neredeyse çocuksu bir özenle harfleri çiziktiriyordu.
Mager gözleri parlayarak okudu: “Saray Müşaviri Kestner’in dul eşi Charlotte, Buff kızı, Hannoverli, son ikamet yeri Goslar, doğ. 11 Ocak 1753 Wetzlar, kızı ve hizmetçisiyle beraber.”
“Yeter mi bu?” diyerek sordu eski müşavir eşi; ve kimse cevap vermeyince kendi karar verdi: “Yetmesi gerek!” Böyle diyerek kalemi hışımla tezgâha bırakmak istedi, ama serbest olmadığını unuttu ve kalemin bağlı olduğu metal ayaklığı devirdi.
“Ne kadar da kullanışsız!” dedi kızarak, bu arada kızına üst üste birkaç kez baktı; kızı alaylı bir ifadeyle ağzını büzmüş, gözlerini yere eğmişti. “Evet, bu hemen düzeltilir, olur biter. Haydi, odamıza gidelim artık.”
Kızı, hizmetçisi ve kabak kafalı garson, kutular ve bavullar yük-lenmiş otel uşağı onun arkasından koridoru geçip merdivene doğru ilerlediler. Mager, göz kırpmaya son vermemişti, yol boyunca sürdürdü, hem de öyle ki, üç ya da dört kez aralıklarla gözkapaklarını yere indirdi ve sonra kızarmış gözlerle kımıldamadan baktı, bu sırada ağzını aptalca denemezse de, tuhaf bir biçimde, adeta ustaca ayarlanmışçasına açık tutuyordu. İlk merdiven sahanlığındaydılar ki grubu durdurdu. “Özür dilerim!” dedi. “Çok özür dilerim, eğer sorun... Adi ve görgüsüzce bir merak değil bu... Acaba Saray Müşaviri Kestner’in eşi, Madame Charlotte Kestner’le, yani Wetzlar’dan Buff’la mı müşerref olduk?”
“Benim,” diye onayladı yaşlı hanım gülümseyerek.
“Yani demem o ki... Tabii, şüphesiz, ama diyorum ki, –demek sonunda o Charlotte değil söz konusu– hani kısacası Lotte-Kestner, Deutschorden Evi’nden, Wetzlar’daki bir zamanların...”
“Ta kendisi, azizim. Ama ben hiç de ‘eski’ değilim, ben burada tamamıyla ‘şimdi’nin içindeyim ve bana ayrılan odaya götürülsem iyi olacak...”
“Derhal!” diye bağırdı Mager ve başını öne eğip acele etmeye başladı, ama sonra yine yerinde çakılı kaldı ve ellerini birbirine çarptı.
“Aman Tanrım!” dedi bütün kalbiyle. “Aman Tanrım, müşavirin hanımı! Muhterem hanımefendi, düşüncelerim şu an burada hüküm süren aynilik ve açılan perspektifle hemen... kusura bakmasınlar... Tanrı’nın bir lütfu bu düpedüz... Misafirhanemiz, demek oluyor ki, deyim yerindeyse hakiki ve gerçek aslını... bu şerefe ve değeri ölçülmez ödüle erişti... Tek kelimeyle, Werther’in Lotte’sinin önünde olmak bana kısmetmiş...”
“Herhalde öyle olmalı, dostum,” diye karşılık verdi hanımefendi sakin bir ihtişamla ve kıkırdayan hizmetçiye kötü kötü baktı. “Ve biz yol yorgunu hanımlara artık gecikmeden odanızı göstermek de bir başka nedeniniz olmalı, o zaman memnun olurdum.”
“Derhal!” diye bağırdı kâtip ve adımlarını hızlandırdı. “Yirmi yedi numaralı oda, aman Tanrım, iki kat üstte. Rahattır merdivenlerimiz, hanımefendi fark edecektir, ama bilir miydik ki... Herhalde dolu oluşumuza rağmen yine de... Ne olursa olsun, o oda iyidir, önden çarşıya bakar, beğenmezlik etmeyeceksiniz. Daha geçenlerde Halle’den Binbaşı Egloffstein ve eşi burada kaldılardı, halaları Bayan Egloffstein’ı ziyarete geldiklerinde. Ekim 1813’te Büyükprens Ekselans Konstantin’in başyâverini misafir etmiştir. Bu herhalde tarihî bir anı... Ama, hey Tanrım, ne diye durmuş tarihî anılardan söz ediyorum, bunlar duygulu bir insan için şu durumla hiç mukayese kabul etmez ki... Birkaç adım kaldı, Sayın hanımefendi! Merdivenden sonra bu koridor boyunca yalnızca birkaç adım var. Her taraf hanımefendinin gördüğü gibi, yeni boyanmıştır. 1813’ün sonundan beri Tuna Kazaklarının gelişinden sonra onarım yapmak zorunda kaldık. Merdivenler, odalar, koridorlar ve oturma salonları, belki çoktan zamanı gelmiş şeyler. Dünya tarihinin o vahşi şiddet olayları buna mecbur etti, hepsi bu; ve bundan da şu ders çıkarılabilir: Hayatın onarımları, belki o güçlü bir şekilde hızlandıran şiddet olayları olmadan gerçekleşmiyor. Tabii tadilatımızın başarısını doğrudan yalnızca Kazaklara verecek değilim. Prusyalıları, Macar süvarilerini de gördü binamız, daha önceki Fransızlar da cabası... Hedefe ulaştık. Sayın hanımefendi buyursunlar!”
Buyur etmek için, ardına kadar açtığı kapıdan odanın içine doğru eğildi. Kadınların gözleri uçucu bir kontrolle, her iki pencerenin kolalı muslin perdelerini süzdü, arasındaki yaldız çerçeveli ve tabii biraz donuk lekeli konsol aynasını, küçük ortak bir kubbesi olan beyaz örtülü karyolaları ve diğer tüm konforu. Bir bakır kakma manzara, içinde eski bir mabet, duvarı süslüyordu. Yer tertemiz cilalanmış parlıyordu.
“Gayet hoş,” dedi hanımefendi.
“Hanımlar burada rahat ederlerse, nasıl mutlu olacağız! Bir şey eksik olacak olursa, işte zil kolu. Sıcak suyu ben sağlayacağım, söy-lemeye gerek yok. Sayın hanımefendinin memnuniyetini... çok çok bahtiyar olacağız.”
“Gayet tabii, azizim. Bizler sade insanlarız, şımartılmış değiliz. Teşekkürler, iyi adam,” dedi, yükünü sehpaya, döşemeye indirip uzaklaşan uşağa. “Ve size de teşekkür, dostum,” dedi bağışlayan bir baş işaretiyle garsona dönerek. “Her türlü ihtiyacımız sağlanmış durumda ve şimdi bir parça...”
Ama Mager kıpırdamadan duruyordu, parmakları kenetlenmiş, kızarık gözleri yaşlı kadının hatlarına daldı.
“Ulu Tanrım!” dedi, “Hanımefendi, ne kayda geçilecek olay! Hanımefendi belki de tam olarak anlamazlar benim gibi yufka yürekli bir adamın duygularını, ansızın ve bütün beklentilerin zıddına, sarsıcı perspektifleriyle böyle bir olayla karşılaşan... Hanımefendi, deyim yerindeyse bu türlü ilişkilere ve bizim hepiniz için kutsal olan bu özdeşliğe alışkınlar, kendileri belki meseleyi hafife alıyorlar, neredeyse sıradanmışçasına tam ölçmüyorlar, hisseden, gençliğinden beri edebiyata meraklı, böyle bir şeye hiç rastlamamış bir can, bu tanışmada neler duyar, izin verirseniz söyleyeyim –kusurumu bağışlayın– şiirin pırıltısıyla yıkanmış ve aynı zamanda sonsuz ün semalarına ateşli eller üzerinde taşınan bir kişilikle karşılaşmada...”
“Aziz dostum,” diye karşılık verdi hanımefendi gülümseyen bir savunmayla, oysa garsonun sözleri sırasında yine göze çarpar hale gelen başının öne doğru titremesini insan daha çok bir onaylama gibi yorumlayabilirdi. (Hizmetçi onun arkasında duruyordu ve eğlenceli bir merakla adamın neredeyse gözleri yaşaracak kadar heyecanlı yüzüne bakıyordu, bu sırada kızı gösterişçi bir kayıtsızlıkla odanın arka tarafında bavullarla uğraşıyordu.) “Aziz dostum, ben iddiasız, sade, ihtiyar bir kadınım, başkaları gibi ben de insanım, ama sizin meramınızı anlatmada öyle olağanüstü, öyle nitelikli bir tarzınız var ki...”
“Adım Mager’dir,” dedi garson hemencecik bilgi olsun diye. Orta Almanya’nın yumuşak aksanıyla “Maher” demişti; tonunda bir yalvarma, bir dokunaklılık vardı. “Ben övünmek gibi olmasın ama, bu evde el ulağıyım, misafirhanenin sahibesi Bayan Elmenreich’ın sağ kolu dedikleri, kendisi dul bir kadındır, Bay Elmenreich, maalesef altı yılında, buraya ait olmayan trajik şartların altında dünya siyasetinin kurbanı oldu. Benim konumumda, hanımefendi, hele şehrimizin geçirdiği şu devirlerde insan çok çeşitli kimselerle temas ediyor, mesela bazı önemli kişiler gelip geçiyor, doğuştan ya da şahsi başarısıyla önemli kişiler ve tabii bu yüksek rütbeli, dünya olaylarına adı geçmiş kişiler ve saygı uyandıran, hayal gücünü harekete geçiren isim sahipleriyle karşılaşmaktan belli bir pişkinlik oluşuyor. İşte böyle hanımefendi. Ne var ki, bu mesleki şanslılık ve duyarsızlık – nerede acaba! İtiraf edeyim, hayatımda hiçbir kabul ve hizmet bugünkü olay gibi kalbimi altüst etmemiştir, gerçekten kayda değer. Çünkü herkes gibi, ben de biliyordum, o edebi sevimli kahramanın aslı, hayattakiler arasında bulunmaktadır, hem de Hannover şehrinde, bunları bildiğimin şimdi iyice farkındayım. Ne var ki bu bilginin bence gerçekliği yoktu ve bu kutsal varlığı bir gün gelip de karşımda göreceğim ihtimalini hiç aklıma getirmemiştim. Bunu düşlemeye bile cesaret edemedim. Bu sabah –birkaç saat önce yani– uyandığımda, önümdeki günün, öbür yüzlerce gün gibi sıradan bir gün olduğundan emindim, mesleğimin girişte ve kürsüde alışılmış ve sıradan görevleriyle dolu önemli bir gün. Karım –ben evliyim, hanımefendi, Madame Mager, mutfakta bir görevde çalışır– şahittir ki olağanüstü bir şeyler olacağı sezgisinin hiçbir işaretini duymadım. Bu akşam da sabah nasıl kalktıysam aynı adam olarak yatağa gireceğimden farklı bir şey düşünmedim. Oysa şimdi! Hiç ummadık anda olur çoğu kez. Halk ağzı bu basit dünya deyimiyle nasıl da haklıdır! Hanımefendi benim bu hararetli halimi ve belki de bu yersiz açık yürekliliğimi affedeceklerdir. Kalbi dolu olanın ağzı açılır der halk deyişi, o tabii pek edebi değil ama isabetli tarzıyla. Bir bilse hanımefendi, ben neredeyse çocuk yaştan beri şairlerin şahı, büyük Goethe’mizi hangi tutumuyla severim ve Weimarlı olarak bu yüce adama hemşehrimiz demekle nasıl gurur duyarım... Ve bilseler özellikle Genç Werther’in Acıları bu kalbe eskiden beri... Ama susuyorum işte hanımefendi, biliyorum, bana düşmez bu, her ne kadar bunun gibi duygusal bir eserin bütün insanlara ait olduğu ve büyük küçük herkesi coşturduğu, oysa mesela Iphigenia ve Öz Kız Evlat’ın belki yalnızca yüksek düzeylere hitap ettiği bir hakikatse de. Düşünüyorum da, Madame Mager’le ben akşam mum ışığı altında içimiz eriyerek o harika sayfaları ne çok okurduk ve şimdi şu anda o eserin dünyaca ünlü ve ölümsüz kahramanı, etten kemikten, benim gibi bir insan olarak karşımda duruyor... Aman Tanrı aşkına, hanımefendi!” diye bağırdı ve eliyle alnına vurdu. “Konuşuyorum, konuşuyorum da, birden başımdan kaynar su dökülmüş gibi oluyor, hanımefendinin kahvesini içip içmediğini hiç sormamışım ya!”
“Sağ ol dostum,” diye cevap verdi, bu halk adamının dil döküşünü, gözlerini dikip hafifçe titreyen ağzıyla öylece durup dinlemiş olan ihtiyar kadın. “O işi vakitlice yaptık biz. Öte yandan, Bay Mager’ciğim, siz özdeşleştirmelerinizde çok ileri gidiyorsunuz ve müthiş abartıyor-sunuz, beni ya da o sıralar ben olan o genç şeyi bu çok anılan kitapçığın kahramanıyla karıştırmakla. Dikkatini çekmek zorunda kaldığım ilk insan siz değilsiniz, kırk dört yıldan fazla, bunu vaaz edip dururum. Öyle ünlü, öyle kesin ve kutlanan bir gerçeklik kazanmıştır ki o roman figürü, biri çıkıp diyebilir, biz ikimizden asıl ve hakiki olanı odur, oysa ben kendim de kabul etmek istemem, bu kız benim o zamanki halimden çok farklıdır, şimdiki halimi tabii bir yana bırakalım. Herkes görüyor ki benim gözlerim mavi, oysa Werther’in Lotte’si bilindiği gibi kara gözlüdür.”
“Bir şair buluşu!” diye haykırdı Mager. “Ne olduğu bilinmemeli ya, bir şair buluşu! Bu ise, hanımefendi, egemen olan özdeşlikten hiçbir parçacığı yok edemez! Şair belki de bir saklanma uğruna, izi biraz silmek için bundan yararlanmak istemiş olmalı...”
“Hayır,” dedi hanımefendi reddeden bir baş sallayışla, “kara gözler başka bir yerden geliyor.”
“Öyle bile olsa,” dedi Mager gayretle. “Bu özdeşliği bu türlü ufacık farklılıklarla biraz zayıflamış olsa ne çıkar...”
“Çok daha büyükleri var,” diye ekledi hanımefendi üstüne basa basa.
“Öteki, berikiyle çarpışan ve ondan ayrılmayanı tamamen tertemiz duruyor işte, kendisiyle özdeşlik, demem şu ki; o büyük adamın bizlere daha geçenlerde anılarında böyle içten bir portresini çizdiği kıza yine efsanevi o kişiyle ve eğer hanımefendi en ufak ayrıntıya kadar Werther’in Lotte’si değillerse, o zaman siz, lamı cimi yok Goethe’nin Lotte’sisiniz.”
“Azizim,” dedi hanımefendi sözün uzamasını yasaklarcasına. “Bize odamızı gösterinceye kadar birkaç mola verdik. Odamıza yer-leşmemizi engellediğinizin farkında değilsiniz besbelli.”
“Hanımefendi,” diye yalvardı Zum Elephanten’ın garsonu ellerini ovuşturarak, “Affedin beni! Benim gibi bir adamın kusurunu bağış-layın... davranışım bağışlanır türden değil, ama yine de affınızı rica edeceğim. Hemen uzaklaşarak ben... Elimde değil işte,” dedi, “her türlü nezaket ve görgü kuralı dışında zaten çoktan buradan uzaklaşmam gerekirdi, oraya; çünkü Bayan Elmenreich’ın şu ana kadar herhalde hiç haberi olmadığını düşününce, çünkü o konuk listesine şimdiye kadar hiç göz atmamıştır, zaten böyle bir şey bile belki de onun o yalınkat anla-yışına... Ve Madame Mager, hanımefendi! Mutfağa onun yanına koşmak için nasıl yanıp tutuşuyorum, kendisine bu büyük şehir ve edebiyat haberini sıcağı sıcağına... Yine de, hanımefendi, bu insanın yüreğini hoplatan haberi tamamlamak için, özür dileme cüretini göstererek, bir tek soru daha... Kırk dört yıl! Ve hanımefendi Müşavir Bey’i bu kırk dört yıl zarfında bir daha görmediler?” “Tastamam böyle, dostum,” idi cevabı. “Hukuk stajeri Dr. Goethe’yi, Wetzlar’ın Gewands Sokağı’ndan tanırım. Weimar’ın devlet nazırı, Almanya’nın büyük şairini ise dünya gözüyle görmüş değilim.”
“İnsanı sarsıyor!” diye mırıldandı Mager, “İnsanı sarsıyor, hanı-mefendi! Demek ki hanımefendi de şimdi Weimar’a gelmişler ki...”
“Ben Weimar’a,” diye sözünü kesti yaşlı kadın yukarıdan bir edayla, “yıllar sonra, kız kardeşim, Hazine Müdürü’nün karısı Ridel’i bir daha görmek ve ona yaşadığı Alsas’tan, şu sıra yanımda kalan ve bana eşlik eden kızım Charlotte’yi getirmek için geldim. Hizmetçimle birlikte üç kişiyiz ve kendisinin de çoluk çocuğu olan kız kardeşimi yatılı misafir olarak rahatsız etmek istemiyoruz. Bu yüzden misafirha-neye indik, ama yemeğe, yakınlarımızda olacağız. Tamam mı?”
“Hem de nasıl, hanımefendi, hem de nasıl! Gerçi, böylece, ha-nımlara yemek hizmeti vermekten yoksun olacağız... Sayın hazine müşaviri ve eşi, Esplanade 6, –ah, biliyorum. Demek hazine müşaviri-nin eşi, kızlık soyadıyla bir– bunu biliyordum ama! İlişkiler ve bağın-tılar malumumdu, ne var ki şu anda... Sen bilirsin Tanrım, demek hazine müşavirinin eşi, o çocuk grubunun içindeydi, avcı evinin girişinde, Werther ilk olarak oraya ayak bastığında, hanımefendiyi çevreleyen ve ellerini uzatıp onun kestiği ekmeği bekleyen...” “Aziz dostum,” diyerek sözünü kesti yine Charlotte, “o avcı evinde müşavirin hanımı yoktu. Şimdi siz, bekleyen Klärchen’imize odacığını göstermek lütfunda bulunmadan önce bize söyleyin bakalım: Burası Esplanade’dan çok mu uzak?”
“Hiç değil, hanımefendi. Azıcık bir yol. Bizim Weimar’da öyle uzak mesafeler yoktur; bizim büyüklüğümüz manevi alandadır. Ben memnuniyetle şahsen emrinize amadeyim, eğer hanımefendi bir fayton ya da tahtırevandan faydalanmayı tercih etmezlerse, ki her ikisi de şehrimizde eksik değildir, kendilerini Hazine Müsteşarı’nın evine götürebilirim... Ama bir şey daha, hanımefendi, başka bir şey sorma-yacağım, son bir soru! Doğru değil mi, hanımefendi ilk planda Weimar’a kız kardeşlerini ziyarete gelmişlerse de, şüphesiz bir fırsatını bulup Frauenplan’a...”

Gönderilen Resim

Gönderilen Resim

Thomas Mann kimdir ?

Paul Thomas Mann 20. yüzyılın en önemli Alman yazarlarından biridir. Mann, Johann Wolfgang von Goethe'nin yapıtlarını kendi yapıtında bir tüzük ve konu bulmada örnek olarak kullandı. Buddenbrooks adlı romanında örnek olacak biçimde anlatıldığı gibi, yapıtlarının başlıca konusunu burjuvazinin yozlaşması oluşturmaktadır. Mann, Thomas Johann Heinrich Mann adlı Lübeck'li bir tüccarın ikinci oğlu olarak 6 Haziran 1875'de Almanya'da dünyaya geldi. 1893'te orta okulu bitiren Mann, çok nefret ettiği okuldan ayrılarak annesi ve kardeşleriyle birlikte Münih'e taşındı. Burada bir sigorta şirketine gönüllü stajyer olarak girdi ve 1895/96 yıllarında Teknik Üniversite'de okudu.

Buddenbrook Ailesi

Lübeck'teyken bile "Frühlingssturm. Monatsschrift für Kunst, Literatur und Philosophie" (İlkbahar Fırtınası. Sanat, Edebiyat ve Felsefe Aylık Dergisi) adlı derginin yazarları ve kurucuları arasında bulunmuş olan Mann, hayranı olduğu ağabeyi Heinrich tarafından çıkarılan "Das Ztvanzigste Jahrhundert. Blaetter für Deutsche Art und Wohlfahrt" adlı Alman ulusal, anti-Semitist dergiye yazı yazıyordu. Ama Bismarck taraftarı olan genç yazar için şiir çalışmaları daha önemliydi. Heinrich ile birlikte İtalya'ya 1896-1898 yıllarında yaptığı bir yolculuktan sonra 1898-1899 yıllarında "Simplicissimus" adlı derginin redaktörlüğünü üstlendi ve 1900'da askerlik hizmetini yerine getirdi.

Der kleine Herr Friedmann (Küçük Bay Friedmann, 1901) gibi ilk öykülerinden sonra Mann, 1901'de Buddenbrooks (Buddenbrook Ailesi) adlı romanını yayınladı. Dünya çapında başarıya ulaşan bu ünlü romanında yazar, yer yer taşlamalı bir biçimde Lübeck'li bir tüccar ailesinin çöküşünü dört nesil boyunca anlatır. Burjuvazinin, örneğin çalışkanlık, tutumluluk ve görev bilinci gibi değerleri, sanatsal ve entelektüel yaşam biçimleriyle olduğu kadar, kötü alışkanlıklar, lüks, avarelik, din, hastalık ve ölüm yardımıyla yıkılmaktadır.

Tristan

Mann'ın ikinci başarısı, altı öykü içeren Tristan derlemesi (1903) çerçevesinde çıkan Tonio Kroger adlı öyküsüdür. Tonio Kröger'de sanatla burjuva hayat arasındaki zıtlık yansıtılmaktadır. Konu kahramanı hayatın ne kadar boş olduğunu anlayarak aşk ve doyuma varma olanağını elinden kaçırır. Mann, 1905'te bir profesörün kızı Katia Pringsheim ile evlenerek onunla birlikte, aralarında Erika, 1905; Klaus, 1906; ve Golo, 1909 adlı sonraki yazarlar da olmak üzere, altı çocuk sahibi oldular. Evlenmesiyle ve buna bağlı olarak toplumda kendine bir ad yapması nedeniyle muhafazakâr siyasal görüşleri sağlamlaştı. 1912'de soysuzlaşmış yaşam tarzı yüzünden mahva sürüklenen bir sanatçının öyküsünü anlatan Der Tod in Venedik'i (Venedik'te Ölüm) yazdı. Tadzio adlı delikanlıya karşı duyduğu aşk sanatçının Venedik'te ölmesiyle son bulur.

Heinrich ile bozuşması

Mann, I. Dünya Savaşı'nı ulusal bir Alman coşkusu içinde savunarak Betrachtungen eines Unpolitischen (Apolitik Bir Adamın Gözlemleri, 1918) pazifizme ve toplumsal değişimlere ve böylelikle demokratik değişime taraftar olan Heinrich'e de karşı çıkmış oldu. Dışişleri bakanı Walther Rathenau öldürüldükten (1922) sonra Thomas Mann, o tarihe kadarki siyasal görüşlerine sırt çevirerek bundan böyle cumhuriyeti ve demokrasiyi onayladı; dolayısıyla da Heinrich ile barıştı.

Büyülü Dağ

Der Zauberberg, (Büyülü Dağ) bir sanatoryumda yatan kuzenini görmeye gittiğinde bizzat bir "vaka" haline gelen Hans Castorp adlı bir mühendisin öyküsüdür. Bu yapıtın kahramanı da aşkın ve ölümün gücüne yenik düşer. Sonunda yine, daha iyi bir geleceğe ilişkin umutlar yerini çöküşe bırakır. Mann, 1929 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı. 1933'te İsviçre'ye göç ederek Zürih yakınlarında Küsnacht'a yerleşti. Aynı yıl içinde, konusu açısından İncil'deki örneğine dayanan Joseph und seine Brüder (Yusuf ve Erkek Kardeşleri) adlı roman dörtlemesinin birinci cildi çıktı. Yusuf hayal peşinde koşan bir genç iken, sorumluluğunun bilincinde bir devlet adamı haline gelir.

Mann bu tiplemesiyle ilk kez mahvolmaya mahkûm olmayıp gelecek için umut veren bir karakteri anlatır. Yazar bu yapıtıyla kendi politik gelişmesini ima ederek faşizmin yenilebileceğine ilişkin umutlarını dile getirir. Mann, 1936 yılında Alman uyruğundan çıkarıldı. Çekoslovak uyruğuna geçerek 1938'de ABD'ye taşındı. Burada 1939'da Lotte in Weimarı yazdı. Mann bu Goethe romanında bu büyük idealinin portresini anlaşılmamış, yalnızlığa itilmiş bir insan olarak çizdi.

Doktor Faustus

1944'te Amerika uyruğuna geçen Mann, II. Dünya Savaşı'nda Alman dinleyicileri için faşizm karşıtı radyo programları hazırladı ve 1947'de Doktor Faustus adlı romanını yayınladı. Mann bu romanında Nazi dönemiyle ilgili düşüncelerini açıklar ki, buna göre Nazizmin oluşup gelişmesi bir rastlantı olmayıp Alman tarihinin sonucudur. 1952'de İsviçre'ye dönen Mann, burada 1954'te Die Bekenntnisse des Hochstaplers Felix Krull (Felix Krull Adlı Dolandırıcının İtirafları) adlı yapıtını yazdı. Topluma istediği ilüzyonları sağlayan Krull adlı narsist sanatçının itiraflarını tamamlayamadı yazar.

12 Ağustos 1955'te, 80 yaşında Zürih'te hayata gözlerini yumdu.





Benzer Konular Daralt

0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli