İçerik değiştir



- - - - -

Eski Dostlar


  • Yanıtlamak için giriş yapın
Bu konuya yanıt verilmedi

#1 Edys

Edys

    ....

  • Dokunulmazlar
  • 16.109 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:istanbul,antalya,bodrum ve başka yerler
  • İlgi Alanları:FENERBAHÇE

Gönderim zamanı 23.12.2008 - 01:06


"Şerefe arkadaşlar!"
Ne iyi etmişti de lise arkadaşlarıyla toplanmıştı bugün. Belki beş yıldır görmemişti hiçbirisini ama lise çağlarından hiç farklı gelmiyorlardı ona. Aynı gözler, aynı kaşlar, aynı saçlar. Modeller değişmişti ama temelde hepsi aynıydı ne de olsa. Kan kardeşiydi masadaki herkes.
İlkokul, ortaokul, lise... hep bir aradaydı bu beş kişi. Üniversiteye kadar ayrıldıklarını hatırlamazdı. Liseyi bitirdikleri yazı da beraber geçirmişler, daha sonra farklı yerlerdeki okullarına gitmişlerdi.
Daha sonra da üniversite, askerlik derken bir türlü fırsat olmamıştı bir araya gelmek için. Ama çıkan ilk fırsatı değerlendirmiş, haberleşip toplanmışlardı işte. Bugün eskisinden farklı olarak kendin pişir, kendin ye türünden olan bir restorana gitmişlerdi. Etlerini kızartıyor, içkilerini içip eğleniyorlardı.
Rakılarını tokuşturdular. Kahkahalarla birlikte yudumladılar içkilerini. Onun arabasıyla gelmişlerdi buraya. Çoğunun altında arabası vardı ama onun fikriydi herkesi evinden almak. Hem yeni evlerini de öğrenmiş oluyordu. İrtibatı kopartmayacaktı artık.
Rakının arkasından ağzına bir parça da beyaz peynir attı. Ağzının yanmasından keyif duymuştu, beyaz peynirin tadının bu acıyla birleşmesi de ona bambaşka bir haz vermişti. Seviyordu bu mereti.
Birkaç dakika sonra arkadaşı etlerin hazır olduğunu duyurdu herkese. Gülüşüp birbirlerinin çatallarını iterek saldırdılar etlere. Kapan, kaptığını önüne atıp bir diğerine saldırıyordu. Sonunda herkes etlerden payına düşeni alıp yemeye başladı. Bu ortamda ayrı bi lezzeti vardı sanki yediklerinin.
Senelerdir eğlenmediği kadar eğlenmişti o gece. Etler bitmiş, rakı şişeleri dibini bulmuştu. Hepsi çakırkeyif olmuş, hesabı ödemiş, arabaya doğru yollanmışlardı. Herkes koltuğunu bulup oturdu. Arabayı çalıştırdı. Farları yakıp gece karanlığında ilerlemeye başladı. Başı dönüyordu ancak aldığı keyfe rağmen içinde bir sıkıntı vardı. Nedenini anlamadı.
Yolda hızla ilerliyorlardı. Araba arada bir hafiften yalpalasa da tekrar yolunu buluyor, sorunsuz halde ilerliyordu. Arkadaşlarının söylediği şarkılara katılıyor, aradan geçen beş senenin acısını çıkarıyordu o da. Rakı onu yeni yeni çarpmaya başlamıştı. Görüntüsü bulanıklaşıyor, bilincinde kopukluklar oluşuyordu.
Yanında oturan arkadaşı ona seslendi. Kafasını çevirdiğinde bir an kendini kaybedip şuursuz bir halde gülerek ona döndü. Arkadaşı bir şeyler söylüyordu ama o anlamıyor, aptal aptal gülerek ona bakıyordu. Fark etmeden direksiyonu da kırmıştı sağa doğru. Polis arabasının durduğu kavşağı zaten fark etmemişti, artık araba son hızıyla ona doğru ilerliyordu.
Birden arkadaşlarının çığlığıyla irkilip kendisine geldi. Kafasını çevirdiğinde polis arabasıyla aralarında yarım metreden az kalmıştı. Poliste onların yavaşlayıp duracağını sanarak arabayı çekmemiş, inip beklemeye başlamıştı. Ancak önündeki arabanın yavaşlamadığını görünce dur diye bağırmış, ardından kendisini arabadan uzağa atmıştı.
İlk olarak emniyet kemeri takmadığını fark etti. Daha sonra kendi arabasının tamponuyla polis arabasının arka tamponunun çarpışmasıyla kaportanın kıvrım kıvrım yükseldiğini. İlk anda arabanın hızla polis arabasının arkasını çökertmesi nedeniyle bir şey hissetmedi ancak bir saniye bile geçmeden direnç yoğunlaşmıştı. Kendisini öne doğru savrulurken buldu. Sağ ayağı gaz pedalının üzerinden hafifçe havalanmıştı. Kafası ön camı parçalayıp çıkarken de ayağı, direksiyonla koltuk arasına bir anlığına sıkışmış, tuhaf bir açı almış ve dizinden tuhaf bir çatırtıyla kırılmıştı.
Zaman sanki yüz bin kere yavaşlatılmış gibi geliyordu ona. Ayağının çatırtısını, daha sonra sıkıştığı yerden kurtulup savrulmasını duymuştu. Aynı anda da omuzları aşağı inmekte olan ön camı etrafa dağıtarak dışarı doğru fırlıyordu. Batan cam parçalarını hissetti ancak onlar ona bir acı vermiyordu. Şuanda hiçbir şey acı vermiyordu aslında.
Sonunda beline kadar camdan dışarı çıkmıştı. Altında iki arabanın nerdeyse iç içe geçtiğini gördü. O anda aklına arkadaşları geldi. Daha sonra da işitme duyusu canlandı bir anda. Fırladığı arabadan çatırtılar, bağırışlar, çığlıklar yükselmekteydi.
Dizleri camdan çıktığında pişmanlık duyuyordu. Bu kadar kısa bir an içinde bu kadar çok şey hissedip düşünebilmesine şaşırıyordu ancak şuan bir saniye bile saatler gibi geliyordu ona. Geçmek bilmiyordu.
Havada hafiften dönmeye başladığını da hissetti. Gözlerini biraz aşağıya indirdiğinde sağ ayağının camdan çıkıp dizinden, tuhaf bir açıyla savrulduğunu gördü. İçi burkuldu o an. Tuhaf gıcırtılar da geliyordu sanki ayağından.
Havada ilerlemesi hızlanmıştı. Artık arabadan biraz uzaklaşmış, polis arabasının üzerinde uçmaya başlamıştı. İyice de dönmüş, sırtını aşağıya vermişti. Yavaş yavaş o şekilde süzüldü polis arabasının üzerinden.
Yere, sağ omzunun üzerine düştüğü an omzunun ezildiğini hissetti. Yere deydiği yer düzleşiyor, bir kıvrım ya da eklem belirtisi kalmıyordu. Daha sonra gittiği doğrultuda taklalar atarak savrulduğunu hissetti. Acı hissini duymasıyla beraber artık her şey daha çabuk oluyordu.
Birkaç takla daha attıktan sonra gözlerinin ucuyla bir direk gördü. Son taklasından sonra kafasını direğe çarpmasıyla her şey bir flaş ışığıyla beraber sonsuz derinlikte bir karanlığa gömüldü.
Karanlık. Direk. Soğuk. Metal. Soğuk metal. Soğuk çarşaf. Karanlık direk. Acı. Kafası. Gözler. Işık. Parıltı. Rakı. Gözlerini açmalıydı. Kafası acıyordu. Bir kez daha direk. Karanlık direk. Uzun ve acılı direk. Sonu olmayan, soğuk, metal direk. Sargı. Kafasındaki sargı. Direkteki kafası. Çatlayan kafatası. Gözlerini açmalıydı.
Açtı. Karanlık. Soğuk. Buz gibi soğuk... çıplak olduğunu fark etti. Üzerinde bir tek çarşaf vardı. Soğuk, simsiyah bir çarşaf. Sonu olmayan, direk gibi.
Bilinci biraz biraz yerine gelmeye başladı. Nerede olduğuna bir türlü anlam veremiyordu hala. Kafasını kaldırmayı denedi. Birkaç santim kaldırdıktan sonra bir şeye çarptı. Bir zonklama yayıldı vücuduna. İrkilerek bıraktı kafasını yerine. Kafası kalktığı yere çarptı. Başka bir acı, başka bir zonklama. Soğuk bir metal hissetti.
Daha sonra anladı nerede olduğunu. Ölmüştü. Ölmüş ve dirilmişti. Acı ve şokla ağzını açıp olanca sesiyle çığlık attı. Ciğerleri parçalanırcasına. Ve bu zorlanmadan sonra kendinden geçti.
Soğuk, karlı, metal bir dağa tırmanıyordu. Rüzgar, gözlerinin önünden kar tanelerini savuruyor, vücudunun buz kesmesine sebep oluyordu. Nedenini anlayamadığı bir şey de kafasının arkasına baskı yapıyor, çenesinin kasılmasına neden olan bir acı veriyordu ona.
Tırmanmaya devam etti. Üzerine bir çarşaf sarınmıştı sadece. Elinde bir balta sapı, sapın ucunda da ekmek bıçağı büyüklüğünde bir neşter vardı. Serum lastiğini de beline dolamıştı.
Tırmanıyordu. Sürekli tırmanıyor, hiçbir yere varamıyordu. Tahtanın ucundaki neşteri karlara batırıp kendini yukarı çekiyordu. Kalın kar tabakasına giren neşter metal zemine deydiğinde bir tınlama yayılıyordu ortalığa. Dağ için için titriyordu.
Saatlerce tırmanmıştı. En azından o öyle düşünüyordu. Yorgunluk hissetmiyordu. Sadece susamıştı. Ölümüne susamıştı hem de. Su bulmalıydı. Yoksa ölecekti.
Zaten ölmüştü. Karlı, metal dağ bir an için yok olmuş, karşılaştığı karanlık ona öldüğünü hatırlatmıştı yeniden. Sol ayağını ileri doğru savurdu son gücüyle.
Bir tınlama daha yayıldı ortalığa. Dağ öncekilerden daha fazla sarsıldı ayaklarının altında. Bütün vücudunda hissediyordu bu sarsılmayı. Uzakta dik yamacın bittiğini gördü. Daha bir şevkle tırmanmaya başladı sonra.
Yamaca vardığında ellerini uzatıp kendisini yukarıya çekti. Metal yamacın sonu bile buz gibiydi. Ellerini dondurdu.
Çevresine bakındı düzlüğe çıktığında. İlk önce ilerdeki küçük, güvenlik kulübesini fark etti. Başka bir yükselti de yoktu çevresinde. Her yer dümdüz metaldi. Kar da yoktu bu düzlükte. Ayaklarının altında metalin soğukluğunu bütün gücüyle hissediyordu.
Kafasını sola çevirdiğinde de büyük bir göl gördü. Mutluluktan gözleri parladı bir an. İstediği kadar su içebilecekti orada. Metalin soğukluğuna aldırmadan koşmaya başladı. Delicesine koşuyordu. Bütün hayatı buna bağlıymışçasına.
Gölün kenarına geldi. Dümdüz, pürüzsüz bir çarşaf gibi, bembeyaz uzanıyordu önünde. Çömeldi. Kafasını suya yaklaştırdı. İki elini birden daldırıp avuçlarına su doldurdu ve ağzına götürdü.
Suyu ağzına almasıyla tükürmesi bir olmuştu. Su değildi bu çünkü. Bir göl dolusu rakı vardı önünde. Burnuna rakının kokusu da gelmeye başladı. O leş gibi, tiksinç anason kokusu. Yüzünü buruşturup tükürdü, ağzını temizlemeye çalıştı ama nafile. Çaresiz ağzındaki iğrenç, acı tada boyun eğdi. Kafasını kaldırdığında gölün ortasında büyük, küp küp kesilmiş beyaz peynirden oluşan bir ada gördü. Bir kucak dolusu alıp yemek istedi ama önündeki rakı gölüne atlayıp oraya kadar gitmeyi gözüne kestiremedi. Hem de bu soğukta.
Çaresiz kalktı gölün kenarından. Güvenlik kulübesine döndü bu sefer. Ona doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe altındaki metal zangırdıyor, sarsılıyor, çevresine tuhaf tınlamalar yolluyordu. İlerledi. İlerledi. En sonunda kulübeye vardı.
Bildiği, sıradan bir güvenlik kulübesiydi bu. Ancak bunda da kötü bir sürpriz olabilir diyerek girmekte çekindi önce. Daha sonra yapacak başka bir şey bulamadığı için kapıyı açtı. Yavaşça ve temkinle ayağını içeri atıp bekledi. Bir şey olmadığını görünce diğerini de attı ve kapıyı kapattı. Bir an dışarıdan daha sıcak olan bu yerin tadını çıkardı.
Daha sonra birden altındaki zemin kayboldu. Sıcaklık ve bembeyaz gökyüzünün parıltısı da. Sadece metal kalmıştı geriye. Birde soğuk. Düşüyordu. Soğuk ve metal bir kuyunun içinde düşüyordu.
"Doktor bey, doktor bey! Yetişin!"
Gözlerini açamıyordu. Kolunu hafifçe kıpırdatıyor, gözlerinin önüne getirip gözünü alan ışığı engellemek istiyordu ama yapamıyordu.
"Ne var, ne bu gürültü? Hayırdır Hamza efendi niye çağırdın beni böyle telaşla?"
"Yetiş doktorum! Hortladı bu, öldüm korkudan."
"Ne demek hortladı?"
"Basbaya doktorum! Yerleri silivereyim dedim. Aldım paspası tam bunun önünden geçiyodum ki baktım güm güm bir ses geliyo. Aman Yarabbi dedim ilk baş. Korkudan altıma edeceğdim valla. Sonra tükürme, aksırma sesleri duydum. Açtım kapısını dışarı çektim. Bir baktım ki hortlamış! Kafası falan oynuodu doktorum çok korktum vallaha!"
"Çekil bakayım!"
Ayak sesleri duydu. Yanına gelen doktor elleriyle bileklerini tutup nabzına baktı. Sonra da gözlerini açıp el feneriyle ışık tuttu.
"Vallahi ölmemiş! Hamza Efendi, git, hemşireleri çağır. Bunu alıp yukarı götürsünler. Ölmemiş bu adam yahu!"
"Allah'ım! Sen benim aklıma mukayyet ol, Yarabbim!" sesleriyle birinin uzaklaştığını duydu. Doktor yanında, sesini çıkarmadan duruyor, inanmaz gözlerle ona bakıyordu. Arada bir kendi kendisine, mucize bu, deyip iç çekiyordu.
Birkaç dakika sonra koşuşturmalar duydu. Hemşireler hızla içeri dalıp yanına geldiler. Hayretle ona bakıp doktora sorular sormaya başladılar. Doktor hepsini susturup onunla ilgilenmelerini söyledi sinirle. Onlarda itaat edip sedyeyi yukarı çıkardılar. Onu bir yatağa yatırıp koluna serum taktılar. Birkaç muayene yapıp dinlenmeye bıraktılar öylece.
Bir hafta geçmişti. Neredeyse kendine gelmişti o da. Yiyip içmeye, gelen hemşirelerle sohbet etmeye başlamıştı. Birkaç saat sonra ameliyata girecekti. Kafatasının çatlayan bölümü alınacak, yerine platin takılacaktı.
Kendi hikayesini de öğrenmişti doktorlardan. Çarptıkları polis arabasını kullanan memur kazadan hemen sonra ambulans çağırmıştı. Beş dakikaya gelen ambulanstaki doktorlar onu, kanlar içinde yattığı yerden apar topar kaldırıp hastaneye getirmişlerdi. Acil serviste fazla tutulmamış, hemen tomografi çekilip ameliyata alınmıştı. Kafasına aldığı darbeden beyin kanaması geçirdiği anlaşılıyordu.
Ameliyatı güzel geçmişti aslında. Akan fazla kan temizlenmiş, yeni kan verilmiş, kafası idareten kapatılmıştı. Ancak aldığı narkozun etkisinden bir türlü çıkaramıyorlardı onu. Birkaç ilaç verdiler şırıngayla. Daha sonra ilaçlar yan etki yaptılar. Doktorların hiç beklemediği bir anda kalbi duruverdi. Telaşla kalbi çalıştırmaya uğraşan doktorlar ne kadar denedilerse de onu hayata döndüremediler. En sonunda ümidi kesip ameliyatı bitirdiler ve onu morga gönderdiler.
Morgda tam üç saat kalmıştı. Bunun ilk onbeş dakikasından sonra kalbi çalışmaya başlamıştı doktorların tahminine göre. O kadar müdahaleye rağmen çalışmayan kalbin kendi kendine nasıl çalıştığına bir anlam veremiyorlardı ancak olmuştu işte. Geri kalan sürenin yarısında baygın kalmış, yarısında da yattığı bölümün metal kapağını tekmelemişti.
Arkadaşlarına ne olduğunu bilmiyordu. Sorduğu doktor ve hemşireler bilmediklerini söyleyip onu merakta bırakıyorlardı. Ameliyatına bir saatten az kalmıştı. Yanındaki komodinin üzerine baktı. Son bir haftanın gazeteleri duruyordu. Hiçbirisine bakamamıştı henüz. Elini uzatıp rasgele bir tanesini aldı. Tarihine baktı. Dört gün öncesine aitti.
Gazeteyi gelişigüzel karıştırmaya başladı. Başsağlığı ilanlarının olduğu bölüme göz atarken bir an durakladı. Gördüğüne inanamıyordu. Kendi sebep olduğu şey önünde duruyor, onu suçluyor, ne vardı o kadar içtin dercesine bağırıyordu. Dört arkadaşının da isimleri alt alta kutucuklarda yazıyordu. Acı kaybımız, baş sağlığı, vefat... ne yazarsa yazsın sonuç ortadaydı. Ona katil olduğunu haykırıyorlardı.
Çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Acıyla, üzüntüyle, pişmanlıkla bağırıyor, boğazını yırtıyor, arkadaşlarından özür diliyordu. Hemşireler odaya girip kendisine sakinleştirici iğne vurdular. Gazeteleri de toplayıp götürdüler. Ameliyatı ertesi güne ertelendi. O da halinden memnun, şuursuz bir şekilde, saatlerce yattı yatağında. Hiçbir şeyi ve hiçbir acıyı duyumsamadan.


Alıntı: Kaan Akın





Benzer Konular Daralt

1 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 1 ziyaretçi, 0 gizli