İçerik değiştir



- - - - -

Çıplakça


  • Yanıtlamak için giriş yapın
Bu konuya yanıt verilmedi

#1 Can Ka No Rey

Can Ka No Rey

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Yöneticiler
  • 9.354 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 19.08.2008 - 21:48


Çalıştığım hastanede ameliyat olmuştu. Öteden beri çok güler, çok konuşurdu. Geçenlerde gülümsemenin çene kaslarını geliştirdiğini anlattı. Bir bedenin uyarılışa geçmesi üzerine de bir şeyler söylemişti; şimdi ne söylediğini çıkaramayacağım. Susmak nedir bilmezdi. Ameliyattan çıkartıldıktan hemen sonra bile konuşup durdu. Gerçekten ne konuştuğunu bilemiyorum. Bildiğim, o konuştukça keyifli keyifli gülmeye başladığımdı; onu dinlerken gülmemek elde değildi. Zaman zaman saçmalasa da sevimli biriydi. Geçimsiz değildi. Abartının dozunu iyi ayarlar, kimseleri kırmazdı. Kendisi çocukluk arkadaşımdı; sevgilim değil. Benim ailem, işim var. Eşime dostuma sorumluluklarım var. Adımın bu olaya karışmasını istemezdim. Tanıdıklara bu durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Mahkemeye çağrıldığımda buza kestim, ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim hakim bey.

* * *

Ameliyat sonrası çok üşüyordum. Kendimi toparlamak için konuşmalıydım. Ne söylemek istediğimi biliyordum. Bilincim yerindeydi. Koluma takılan seruma, yanlarımdan sarkıtılan şişelere, yatağımda yarı ölü yatıyor oluşuma aldırmıyordum. İnanın, konuşmaya başladığımda titremem geçti. Havadan sudan, ondan bundan anlattım. Başımdakilerin şaşkınlığına için için gülmek, hem ruhuma hem de yaralı bedenime iyi geliyordu. Kimi duyuların beklenmedik anlarda açık seçik ortaya çıkacağı ve daha atik olacağı unutulur. İnsanın duyuüstü algılamalarıyla bir merkeze çekilip yoğunlaşabileceği anlar vardır; elde olan bulguları algıların süzgecinden geçirip değerlendirebileceği anlar.


İşte böyle yoğun bir anın dininden sıyrılıp gözlerimi açtım; bakışlarımı gözlerine dikerek kendisiyle öteden beri sevişmek istediğimi söyledim ve gözlerimi kapadım. Gülmesini bekliyordum. Daha doğrusu güleceğini biliyordum. Güldü. Gülerken bir-iki adım gerileyecekti. Yanılmadım. Bakmadan görebilmek içimi açıyordu... Daha daha anlatabilirdim ama. İçim bulanıyordu. Kendime pek yakın, bir o denli de bağımsız, yumuk yumuk elleri olan bir bireyin, bedenimde büyümeyeceğini, böylesine kesin bilmenin bulantısıydı bu. Bu bulantının içinden bir sincap çıktı. Sincap hoplayıp zıplayarak karşıma geçti. Bir şeyler kemirmeye başladı. Kıvraklığı kıskançlığımı artırdı. Kıskançlık duygusu herkese, her şeye karşı yükseliyordu. Yüreğimin içine yeşil, ağılı bir diken batırılıyordu sanki. Hem bana hem de başkalarına acı verebilecek bu duyguyu yok saymalıydım. Kendimi kıskançlık dalgalarına kaptıracak değildim. O saplantıyı yok saymak yetti; hatta arttı da; bu duygu hiçlikte gömüldü gitti. Uyumuş olmalıyım.


Ölümün pek yakın olmadığını ziyaratçilerime, çevremdekilere söyleyecektim. Kimi ne denli tanıdığımın önemi yoktu. Konuşmak istiyordum. Nasıl ki düşünme yetisini yok sayamazsam, konuşma istemini de durduramazdım. O gün içimden geçenleri anlatmam gerekiyordu. Anlatacaklarımı düşüncemde toparladıkça; ki ayrıntıyı ve işin dalgasını birbirinden ayrıştırabildiğimde özü gizleyebilecektim. Bu düşünce kısmen de olsa acılarımı dindiriyordu. Ayrıca maskaralık yaparak peçe takacaktım. Oysa, maskaralık için dişe değer bir neden, tutarlı bir dayanak hatta önemsenen bir gerekçe olmalı veya oldurulmalıydı. Üstelik zaman da pek uygun değildi. İçimden ne bir gerekçe aramak geçiyordu, ne de zamanın uygunsuzluğu umurumdaydı.


Bence, dengine getirip maskaralık yapmak gerekir. Mutluluğun sırrı maskaralıktır. İnsan maskara olduğu derecede başaralı, başarılı olduğu düzeyde maskaradır. En azından göreceli bir mutlulukla içli dışlıdır maskaralık. Tamlık olmadığına göre. Yoksa var mı? Bilemiyorum. İnsan maskaralık yaparken karşısındakilerin ortak düşüncesinin ne olabileceğini kestirdiği anlar vardır. Neler düşünülmesini istediği anların olduğu gibi. Ne düşünülmesini istediğimde ses tonumu ve mimiklerimi ona göre kısıp açarak ayarlarım. O gün yine maskaralığa başlamıştım. Ama ne maskaralıklar...


Oysa kuyruk sokumundan kaburgalarıma değin enine boyuna yarılmış, omurga kemiğimi tümden çıkarttırmış, açıkçası omurgasız kalmıştım. Açtıkları yarayı kapatmayı unutmuş olmalıydılar. İçimdeki her bir hücrenin üşümekten gözeleri morarıyordu. Hiç olmazsa döşeğimin altından tünel geçmeseydi. Tünelden dalgalar halinde yayılan hava akımı, öncelikle beynime hücum ediyor, bilincimi donduruyor, dişlerimi şakırdatıyordum. Hastaneye yatmamış olmayı istedim. Belki, diğer hastanelerde yaramı açık bırakmazlardı. Bir de yatağımın altından geçen tünel, beni ürkütüyordu. Bütün acılar burada bana askıntı oldu. Hastaneden sonra iki yakamın bir araya gelmeyeceğini, nedense kestirememiştim.


Odama bir başka sincap daha girdi. Sincabın kuyruğu ışıktan görünmüyordu. İlk kez böylesini görüyordum. İçimden gülmek geçti. Gülmek acı veriyordu. Gülmemeliydim. Sincabın kuyruğu yoktu! Var. Kuyruğu gördüm. Ancak, upuzun kuyruğun üzerinde tüyden bir eser yok. Cıbıl. Görünüm hiç de iç açıcı değil. Sincap başını çevirip kuyruğuna baktı, tüysüzlüğünden korktu, hoplayıp sıçrayarak kendi kuyruğundan kaçmaya başladı. Sincabın durumuna hem acıdım, hem de güldüm. Böylece yasaklardan birini çiğnemiş oldum. Bütün karın kaslarım kasılarak ağrımaya başladı. Ağrımak da söz mü, canım çekiliyordu. Tiz bir çığlık atıvermişim. Çığlık daha çok acı verdi. Daha sonraları acıyı artırmadan gülmesini kendime öğrettim. Üstelik bunu uygulamak için çaba harcamadım. İnsan kendini dinlediğinde iyice tanıyabiliyor. Bir eylemin acı verirken bilinci olgunlaştıracağını, ruhun olgunlaşma sürecinde gençleşeceğini nereden bilebilirdim.


Bir ara telefon çaldı, onunla konuştum; keyifli keyifli gülerken, birkaç adım gerileyen çocukluk arkadaşımla. Oysa kaldığım odanın telefonunu açtırmamıştım. Cep telefonum da kapalıydı. Buna karşın telefon görüşmesini anımsıyorum. Ayrıca telefon konuşmaları dinleniyor. Dinlesinler. Sonuçta onlar da ölecekler. Peki bu sincap neyin nesi? Gizli servisler başıma birkaç sincap sarmış olmasınlar. Hayır. Onların işleri başlarından aşkın. Benimle mi uğraşacaklar! Bu tür işler siyasetçilerin başının altından çıkar. Evet, onların işidir. Siyasetçilerin kafalarını bulandırmayı isterim. Benden harika bir siyasetçi olurdu. Onlara gülümseme dersleri verirdim.


Başka bir olasılık daha var. Bilimsel araştırma merkezleri beni biriyle karıştırmış olmasınlar!.. Eğer durum böyleyse, büyük bir yanılgı içindeler. Onların adına üzgünüm. Son zeka testini unutmak istiyorum. Bu testler beni hayal kırıklığına uğrattı. Daha saygın, daha az çetrefilli ve parlak bir belleğe sahip olmayı isterdim. Kim istemez. Ancak kendime kızamıyorum. Kendimi kendim yaratmış olmamak beni avutuyor.


Ben, eğlence ortamlarını yeğlerim. Bir bahçede ateş yakıp çevresinde dans etmek ve uyduruk konular üzerine tartışmak, özel ilgi alanıma girer. Ciddi konular beni sıkar. Memleketi kurtaranlar, varsın dünyayı da kurtarsın. Bana ne!... Büyük bir olasılıkla başaracaklar. Sözüm ona başaracaklar...


Peki bu telefon konuşması nasıl gerçekleşti ki. Keyifli keyifli gülenle konuştum. Yine de ona kendisiyle konuşup konuşmadığımı soracaktım. Sormadım. Soru ağzımdayken geri adım atma isteği belirdi. Bu istemin herhangi bir nedeni olduğundan değil. İçimden öyle geldi. Nedensiz de, insanın içinden öylesine bir şeyler gelip geçebiliyor. Narkozun etkisiyle sersemleyip ne söylediğimi bilmiyor numarası çekecektim, soruyu yuttum. Ona, neler anlattığımı sorduğumda »hiç« diyecekti. Ya da »boş ver.« Gerçekten, en ufak bir sapma olmadı. Her iki sözcüğü ardı ardına söylediğinde için için güldüm.


Şu sincap diyorum. Cıbıldan olanı var ya. Kendisine odama nasıl girdiğini sordum. Pencereler kapalıyken. Titrek bir ses söze karıştı. Kendisinden başka içeri giren bir kişi olmamış. Sinirlendim. Bütün ağrı ve sızılarım arttı. Gölgelerin içinden sıyrılıp yanılsatan tüm acılar içimde hopladı. Çok sürmedi. iyi ki, gittiler. Acıların dinlenme zamanı gelmiş olmalı. Geriye uyuşukluk, sersemlik kaldı. İğne de tesir etmişti...


Ayağa kalktım. Kalkmalıymışım. Yürüdükçe açılırmışım. Yürüdükçe ölüme yaklaştığım, öleceğim kanısı yayılırken. Kandırmacaya bakın... Anlatılan masala bakın... Ölüm birkaç adım ilerde titrek bir sesle beni dikizliyordu. İnadına gür bir sesle konuşmaya başladım. Susmayacaktım. Susmak kim, ben kim.


Koridorda beni sevip sevmediğini sordum. En azından soruyu sevdiğini duyumsattı. »Severim« derken başı eğikti. Takındığı tavır, söylediği sözlerden çok daha etkileyiciydi. Beni sevdiğine inanmak istedim. Ürperdim. »Saçların« dediğinde, koridordaydık. Saçlarımı açtım. Saçların upuzun, gür, başak sarısı dedi. Hoşlandığımı belli etmedim. Nedense. Boş bir numara. Gizemin kendine özgü doyurucu evreleri vardır; insanın gönlünde devinir durur. Belki de bu yüzden kimi numaralar boş değildir. Sonunda, dizginlenmesine öyle kolay izin vermediğim başına buyruk yanım onu tanımaya karar verdi. Çok değil birkaç ay gerekecekti...


* * *

Aradan birkaç ay geçmişti. Bir spor kulübünde oturuyorduk. Benim masamda nasıl olur da, böyle oturulurdu? İkisinin de yüzleri asıktı. Karşı masadaki orta yaşlı kadınların ne anlattıklarını kestirmeye çalışıyordum. Kahkaha atıyorlardı. Kahkahaları öylesine canlı, dolu doluydu ki. Bizim masamızı şenlendirme kararı aldım. Fıkralar mı anlatmadım, öykünmelere mi girişmedim! Var ya, çene kaslarımı ağzım kilitleninceye değin çalıştırdım durdum. Boşuna. Takla bile atabilirdim. Attım da. Az çabalamadım. Bütün çabalarım, »denemedim« dememek içindi. Benim yerimde kim olsa, çekip giderdi. Ben de öyle yaptım. Çantamı kaptığım gibi çıkıp gittim.


* * *

Tanıştıkları o günün uzantısı bitmedi, sürüp gitti... Sevgilimle aramıza gölgesi girdi; keyifli keyifli gülüyordu. Ruhsal dengemizin iklimine göre bu gölgelenmenin heybeti değişiyordu. Onun gölgesini aramıza katan ben değildim. O tanışma gününün uzantısını günlere, haftalara, taşıyan kendisiydi. Kendisinden özellikle isteseydim, başarısı bu düzeye erişir miydi, bilemiyorum.


Her şeyi bilmek istiyordu. Olanı, olmayanı duymak istiyordu. Birkaç imalı söz, bakış, çekinceli bir hareket düşsel gücünü kızıştırmaya yetebiliyordu. Olabilecekleri sıralarken yüzündeki anlatımı izlemeye koyulmak değişikti, oyundu. Oyunu iyi oynuyordum. Oynadıkça güzelleştiğim kanısı güçleniyordu. Değindiğim güzellik, genlerdeki güzellikten çok daha ayrı bir nitelik. Nitelikte insani bilinci yansıtan bir tını, bir estetik var. Bu niteliğin duyumsanır, tutulur yanları da güçlü. Gün geçtikçe hem kendimi dinliyor, hem de sevgilinin bedensel dilini çözümlüyordum. Vardığım sonuçlara dayanarak sıkılgan veya kekeme olduğum oluyordu. Tutarsız anlatımı istersem seçiyordum. Kışkırtmaktan özel, sürükleyici, iştah açıcı tatlar çıkarıyordum. Ses perdelerini kısıp açmanın, vurguyu mimiklere göre ayarlamanın ince düşünmekle ilgili olduğunu, üzerimde günlerce bellek testi uygulayan o ünlü uzman bilmiyordur. Kesin bilmiyordur. Bu, zeka işi sonuçta.


Sonunda keyifli keyifli gülen çocukluk arkadaşımla aramızda geçeni, geçmeyeni, geçmesini istediklerimi sıralayacaktım. Anlatıyı can kulağıyla dinliyordu. Bilinçaltı istemlerimi bulup çıkarıyordum. Olmayan, belki hiç olmayacak bir ilişkideki olmasını istediğim aşkı belleğimde canlandırıp anlatıyordum. Anlatıyı gerçek anlamda yaşıyor, yaşarken titrediğim oluyordu. Anlatıya kendimi kaptırıp ağladığım bile oldu. Anlatıdaki aşkı er ya da geç yaşayacağımı içimden geçirdiğimde sevinçle doluyordum. Bir de o ağlayan ben değildim, gözlerimdi. Gözlerimden ağlamasını istediğimde ağlarlar. Kimi gözler söz dinlemek için yaratılmışlardır. Benim gözlerim, işte böyle gözlerden. Ağla dedin mi, ağlarlar. Başaramadığım ise şu: gözlerimden birini istediğim an ağlatabilmek. Ne yazık ki, gözlerim birlikte ağlamaya başlıyor ve birlikte diniyorlar. Oysa iki tane pınar var. Bu pınarların gözü aynı olsa da ayrı düştüklerinden bağımsız olmalıydılar. Diyeceğim, bu işte bir sakatlık var. Bir eksiklik. Kanımca.


Şimdi bakın. Aslında var ya. Bütün suç soruların. Sorgulamaların. Kimi zaman »ne istiyorum« sorusu gelip içime işleniyor ve yansımaları bedenime vurmuyor değil. Vuruyor. Gerçi, bu tür sorular ve sorgulamalar olacaktır. Ancak kafeslenme üzerine oluşan sorular daha yoğundur. Keklik olmak veya olma-mak bir elmanın iki yarısıdır. Keklik olma-ma-yı başarabilmek önemlidir benim için. Öteki yanı sıkıcı buluyorum. İlgi alanıma girmiyor. Arayış her iki yanı da kapsayan daha uzun, güç bir yol.


Aradığım, bulunduğu anda zaman aşımına uğrayan, iç gıdıklayıcı, sonrasında sıkıcı, coşkuyla üzünç karışımlı bir aşk öyküsü olabilir mi? Değil. Bilemiyorum; bildiğim, anı yaşamasını seviyor olduğum. Gerisi kof geliyor.


O anı anımsıyorum. Düşünce aşamasının ileri aşamadaki bir gediğinde, tam da burnumu çektiğim bir sıra içimden gülmek geçmişti. Gözlerini dikip beni izlememiş olsaydı. İzliyordu. Hem de nasıl izliyordu. Göz hapsindeyim; kafesteki keklik. İnadına, diğerini düşünmeye başladım. Keyifli keyifli güleni. Keklik kendisiydi, ben değil.


Olabilecek o anı düşlüyordum; o yakınlaşma sürecini. O ılık dalgalanmalı anı. Bacaklarımın beline dolanacağı anı. Tenlerimizin birbirine sürtüneceği anı. Birbirimize akıp bütünleşeceğimiz anı. Onu onda bir anlığına istiyordum. Ne birinden ne de ötekinden geçebiliyordum. Neyi nasıl istediğimi söylerken öfkesinin ve isteğinin aynı oranda arttığını görüyordum. Artık o oyunları ben de ister olmuştum. Kendimi bir bütün olarak göstermekten çekinmiyordum. Gönlüm gerçeği yansıtmaktan yanaydı. Güçlü yanlarımın yanında ruhsal düşkünlüklerimi de gösterebilmeliyim ben. Ne var bunda. Bu istemin içinde 'yırtıklık' varmış. Sessizleştiği bir sıra söylemişti. 'Yırtıklık.' Belki de özgürlük denilen buydu. Belki diyorum. Tamlık nedir bilmediğime göre. Arıyorum. Bulacağımdan değil, bulma olasılığının var olduğundan. Arayışın güzellikleri de var işin içinde.


O gün ondan soyunmasını istedim. Soyunmazsa çekip gidecektim. Gitmiş olsaydım dönmezdim. Anladı. Soyunmasını istemem, benim soyunmama yardımcı olması anlamına geliyordu. Neyi sevip sevmediğini biliyordum. Bana dokunmasıyla canı kabaracaktı. Bana dayanamayacaktı. Günlerdir bekliyordu. Bekletiyordum. Saçlarını kavrayıp başını göğsüme bastırdım. Etimde soluğu, dişlerinin izleri kalsın istiyordum. Kendisine verdiğimi öteki kadınlarına vereceğini, verirken alacaklı çıkacağını, aldığını tutup geri getireceğini biliyordum. Şimdiye değin almadığım tatları kendisinden alıyordum. Aldığım düzeyde veriyordum. Çünkü gerçektik. Yalansız. İçimdeki arsızlığı, vahşiliği gözler önüne serebiliyordum. Doyuma ulaşma sırasında ötekinin adını çığırdım; keyifli keyifli gülenin adını. İşte bu nedenle beni dilim dilim doğradı. Torbalarla çöpe attı. Oysa onun birçok karısından biriydim hakim bey.


Emine Yavuz

11 Ağustos 2008

Türk Dirlik





0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli