Eskiden köylü bir genç edebiyat eğitimi için uzak bir şehre gider. Birkaç sene sonra kendi kendine;
"Artık olacağım kadar oldum, köyüme döneyim." diye düşünür.
Ancak şu yönüyle daha olgunlaşmamıştı: O edebiyatı; her yer ve zamanda gösterişli, ince ve derin
manalı kibar sözler söylemek olarak anlamıştı. Ona göre bir köylünün edebiyatı zaten olamazdı.
Bineğine binerek yola düşer. Bir yolda hayvanı incir ağacına bağlar ve uyur. Uyandığında bakar ki,
hayvanın yerinde yeller esmektedir. Aramak üzere gezinirken, bir köylüye rastlar ve selamdan sonra
başlar edebi konuşmaya:
- Enacur ağacının zılle-i kebirinde nevmi talep ederken, bizim düldül-i hımar efendi firara kadem eyledi.
Acaba dergah-ı ulviyyetinizi teşrif ettiler mi?
Köylü bunlardan bir şey anlamaz. Bir iki defa tekrar ettirdikten sonra kendi kendine şöyle düşünür:
- Herhalde bu terbiyesiz adam bana küfretmenin ve aşağılamanın yolunu böyle buldu...
Ve hayvanlarını sürerken kullandığı sopa ile adama birkaç tane vurur.
İşte tam o zaman ham edebiyatçının aklına; yerine, makamına ve insanların seviyesine göre konuşmanın edebiyat olacağı
gelir ve acıyla bağırır:
- Vurma be amca, eşeğimi kaybettim, gördün mü?