Jump to content



- - - - -

Hikayelerim _ Çığlıklarım


  • Please log in to reply
7 replies to this topic

#1 duygusuz

duygusuz

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Üyeler
  • 8,004 posts
  • Konum:niko
  • İlgi Alanları:güzel ve iyi olan her şey

Posted 12.10.2006 - 19:50


SENSİZ OLMUYOR
Adam berbat bir yerde yaşıyordu. Kırık bir sandalyesi ve öğrencilik yıllarından kalma birkaç kitabıyla sığındığı iki odalı bu köhne bodrum katında günlerini geçiriyordu. Sabahın, evi loş bir havaya bürümeye ancak yetecek az bir ışığını alan küçücük, bir yanından kırılmış penceresinin altına serdiği eski bir kilimin üzerine oturmuş bekliyordu.
“gelmeli, mutlaka gelmeli..”
Kaç zamandır berbat bir halde bekliyordu. Perişan olmuştu gidişiyle. Cebinde beş parası yoktu, zorlukla yaşamaya çalışıyordu. Ama o vardı yanında, sıkıntılarını unutturan. Şimdi o da yoktu. O, adamın yaşamının tek kaynağıydı, onsuz yaşayamayacağını adı gibi biliyordu.
“gel artık...”
Bugün gidişinin üçüncü günüydü. Adamın gözüne bir damla uyku girmemişti. Onun her an geri dönebileceği umuduyla sabırla bekliyordu.
Bu terk edişle onun kıymetini çok daha iyi anlamıştı. “hayatımı sensiz nasıl yaşarım”
Saatler geçiyor, o gelmiyordu. Çıkıp sokaklara aramak istedi bir ara. Ama düşündü, o bu şehirden çoktan gitmişti, aramak nafileydi. Hem bu yakıcı ağustos güneşinin altında sıcaktan bayılıp düşebilirdi. Perişanlığına perişanlık ekleyebilirdi. Onu burada bekleyecekti, kaybettiği bu viranede...
“mutlaka gelecek, beni böyle bırakamaz”
Öğle üzeriydi. Artan sıcak ve kuru havadan nefesi kesiliyordu. Eline Yeraltından Notlar’ı aldı. Defalarca okumuştu Dostoyevski’yi. Yine elindeydi, sefaletinin aynası gibiydi bu roman. Zorla okuduğu acı veren birkaç sayfasından sonra fırlatıp attı bir köşeye kitabı.
“gelmeyecek mi yoksa?”
Ağlamak istedi, artık dayanamıyordu onun yokluğuna; ama ağlayamadı, göz pınarları dahi kurumuştu bu cehennem sıcağında.
“dayanamayacağım”
Tükenen takatinin son kırıntılarıyla ayağa kalktı, hafifçe sendeledi, kırık sandalyesine tutunmayacak olsa düşebilirdi.
“gücüm bitti, o hala yok, gel, gel artık!”
Zorlukla yürüyerek, lavabonun başına geldi. Çatlamış aynasına iyice yanaştı. Yüzünün ayrıntıları üzerinde gezindi gözleri. Nasıl da yaşlanmıştı şu üç günde. Uykusuzluktan kan çanağına dönen gözlerinin altındaki mor halkaların aynadaki silik akislerine kederle baktı.
Duyduğu bir takım seslerle irkildi, “geliyor mu yoksa?” Seslere dikkatini verdi, evet bu onun sesiydi, geliyordu, adam emindi!
Başını aynadan indirdi, üç gündür açık duran musluktan delice fışkıran suların lavaboyu sırılsıklam edişini zevkle seyretti. Adam sevinciyle kendinden geçti. Akan musluğa ağzını dayadı, kana kana içti...
Dışarıdan gelip geçenler, mezarı andıran bu bodrum katının kırık pencerelerinden dışarıya akan seslerle irkildi. İçeriden galiba bir deli bağırıyordu var gücüyle ve neşeyle;
“geldi!...”
“geldi!...”
“geldi!...”



duygusuz

............................şşşşt sessiz ol!.................................


#2 duygusuz

duygusuz

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Üyeler
  • 8,004 posts
  • Konum:niko
  • İlgi Alanları:güzel ve iyi olan her şey

Posted 17.10.2006 - 20:12

BİR GARİP OLAY
Yıl 1955....
İstanbul Beşiktaş’ta o mekanın en gözde terzihanelerinden birini açmıştım. Bu genç yaşımda, çıraklık eğitimimden sonra açtığım ilk işyerimdi.
Her sabah iki sokak ötedeki evimden erken saatlerde çıkıyor, dükkanımın karşısından aldığım poğaçalarla kahvaltımı terzihanemde yapıyordum.
O sıralar Rumlar bu bölgedeki bölücü faaliyetlerini sürdürmekte, ortalığı vaveylaya veren dış unsurlar olarak çatışmalara girmekteydiler.
Dönemin en iyi Türk devriyeleri bu yüzden sokakları en ücra köşesine kadar levin levin dolaşıyor, işyerlerine aramalar yapıyor, düzeni sağlamak için gecelerini gündüzlerine katıyorlardı.
Ben çevre esnafla dostluk kurmuş, dönemin olaylarıyla ilgili sohbetler eder olmuştuk.karşıdaki fırın sahibi börekçi Mustafa’yla bu hususlarda sıkı tartışmalara dahi giriyorduk.
Bir gün Mustafa’yla benim dükkanın önünde taburelerimizi çekmiş konuşurken, onun fırınının önüne iki takım elbiseli adamın gelip camekandan içeriyi seyrettiğini gördük. Mustafa dikkatli gözlerle onları biraz inceledikten sonra müşteridir deyip, çarpık bir gülümsemeyle suratının şaşkın ifadesini örtmeye çalışarak o tarafa seğirtti.
Ben oturduğum yerden onları seyrediyordum. Birkaç bir şey konuştuklarını ardından fırıncının adamlardan birini kapıda bırakıp diğeriyle içeriye girdiğini gördüm. Bu arada dükkanıma gelen ceketini dikip hazırladığım müşterimle ilgilenmek için yerimden kalkıp işime döndüm.
Günler arada bir ortalığı alevlendiren olaylar ve ardından gelen aramalar haricinde bizim sokakta sakin sessiz geçiyordu. Ben yine her gün sabah evimden erkenden çıkıyor, börekçiden aldığım erzakla kahvaltımı dükkanımda yapıp koca bir iş gününe başlıyordum.
Son günlerde sokağımızda bazı şeyler değişmeye başlamıştı. Börekçi Mustafa ortalarda pek görülmez olmuştu. Sohbet etmeye gelmiyor ben oraya gittiğimde garip hallere giriyordu. Sonunda bir gün fırını tamamen kapatıp ortalardan kayboldu.
Çevre esnaf olarak bu esrarlı yitişe mana verememiştik. Onun ortalardan kaybolduğu günlerde her gün artan bir şiddetle garip kokular sokağımızı sarmıştı. Nereden geldiği belirsiz bu tiksindirici koku arda bir oradan geçen polislerce fark edilmiş, neler olduğu ve kokunun nerden geldiğini anlamak için dükkanlarımız teker teker aranmış ama sorunun kaynağı bulunamamıştı.
Kokunun dayanılmaz bir hal aldığı o Perşembe günü olay şok edici bir şekilde açıklığa kavuşmuştu. Fırınla benim terzihane arasından geçmekte olan iki subay az ilerideki haftada bir kurulan Pazar yerinin ters çevrilip bir yere yığılmış tezgahlarını tek tek yerinden oynatıp arama yapmaya başlamışlardı. İşte ne olduysa o anda oldu. Yerinden oynattıkları bir tezgahın altından bir çuvaldan fırlayıp sokağın eğimi yönünde bana doğru yuvarlanmaya başlayan iki kapkara garip şekilli cisim ayaklarımın dibine gelip durmuştu. Benim dilim tutulmuş bu iki garip yuvarlağa bakıyordum. Acı kokudan yaşarmış gözlerimle gördüklerim iki adet kömür olmuş insan kafasıydı.
Ardından soruşturmalar başlamış devriyeler olayı açığa çıkarmıştı. Börekçinin ortadan gizemli bir şekilde kaybolmasıyla patlak veren bu kötü kokulu olay aynı zamanlara denk geliyordu.
Polisler Mustafa’yı bulmak için şehri altüst etmişler, birkaç gün sonunda İstanbul – Yalova seferini yapan bir feribotun sahibi zanlının tarifi üzerine Mustafa’yı tanımış, sonunda onun cinayetten sonra Yalova’ya kaçtığı ve orada saklandığı tespit edilmişti.
Yalova’da kıskıvrak yakalanıp tutuklanan börekçinin itirafları halkın kanını donduracak nitelikteydi: o gün dükkanına gelen iki adam, boş un torbaları satın almak istiyordu. Börekçinin adamları görüp tanımasıyla cani öldürme planlarını kafasında kurması bir olmuştu. Önce birinci adamı torbaları görüp beğenmesi için içeri alıp depoya götürmüş orada kafasına baltayı indirip öldürmüştü. Hemen sonra yine dışarı çıkıp ikinci adamı arkadaşının seçim yapamadığı yardımcı olması için onu çağırdığı bahanesiyle depoya sokmuş onu da katletmişti. Cesetlerden tamamıyla kurtulmak için onları dükkanın dev fırınına ateşlerin arasına atmış fakat bedenleri tam olarak imha edememişti. Kömürleşmiş ve şekli belirsizleşmiş cesetlerden kurtulmak için onları çuvallara yerleştirmiş, bir gece vakti denize atıp kurtulmak için fırsat kollamaya başlamıştı. Ama dönemin olayları sebebiyle sokaklardan eksik olmayan polisler yüzünden amacını bir türlü gerçekleştirememiş, en sonunda fırının ilerisindeki tezgahların arasına cesetleri saklayıp İstanbul’dan kaçmıştı.
İtiraflarının sonunda asıl öldürme nedenini açıklamıştı. Bu iki adam Börekçinin bazı akrabalarını 5 yıl önce Fırat nehrine atıp öldürmüşlerdi. Yani Mustafa’nın yaptığı intikam almaktı.
Çok değil birkaç gün sonra 1955’in 23 Mayısında, o ılık ilkbahar sabahında Beşiktaş meydanının göbeğinde, o zamanın mahkemesinin aldığı kararla, o mahşeri kalabalıkta Börekçinin idamına tanık olanlar arasında ben de vardım.


duygusuz

............................şşşşt sessiz ol!.................................


#3 duygusuz

duygusuz

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Üyeler
  • 8,004 posts
  • Konum:niko
  • İlgi Alanları:güzel ve iyi olan her şey

Posted 24.05.2007 - 18:36

YAŞLILIK GERİYE DÖNÜŞTÜR

Küçük Melek dünyaya gelişinin ilk yılını doldurmak üzereydi. Ana babasının, teyze, halasının göz bebeğiydi. Minik pembe ağzındaki henüz yeni çıkmış tek tük dişi, güldüğü zaman onu yaratılmışların en sevimlisi haline getiriyordu.
Annesi, bebeğinin açık sarı, seyrek saçlarını tepeden toplayıp pembe bir toka takardı. Parka gittiklerinde güneşin ışıkları o saçları altın gibi parlatırdı.
Aslında meşakkatli olan bebeğin altını değiştirme görevini ailesi zevkle yapardı. Nihayetinde o, zavallı, büyüklerine her açıdan muhtaç bir yavruydu. Gece altını ıslattığında annesi hiç şikayet etmez, hastalandığında ise gözünü kırpmadan sabahlara kadar başucunda beklerdi.
Emeklemesinin yürümeye dönüşeceği anı kaçırmamak için gözler hep onda olurdu. Bir seferinde ayağa kalkmaya çabaladı minik Melek, bir adım atmaya çalışmasıyla yere kapaklanması bir oldu. Babasının o anda kızına koşup onu kucağına alarak zıplatması ve yaşlı gözlerini güldürmeye çalışması görülmeye değer bir olaydı.
Yemek yemesi ise başlı başına bir olaydı. Annesinin hazırladığı mamaları iştahla yerdi. Sırf meraktan bir gün eline kaşığı tutuşturup ne yapacağını görmek için ailesi, çevresine toplanmış heyecanlı gözlerle onu seyrediyordu. O da bu anı çok iyi değerlendirdi tabi, önce kaşığı mama tabağına tersinden daldırıp çıkardı, ağzına götürmeye çalıştı, ama boncuk burnunu bulaştırdı. Sonra da çevresinde gülüşen büyüklerinin alakalı bakışlarından zevkle şımararak kaşığı annesinin, içi dolu mama tabağını da kavrayıp babasını üzerine doğru fırlattı. Ah şu yaramaz Melek. Çok ama çok yaramazdı, ama ne yapsınlardı bu tatlı varlığı sevmekten başka.
Eline çeşitli oyuncaklar, nesneler tutturarak kollarının kas hakimiyetini geliştirmeye uğraştıkları da oluyordu. Onun için herkes tüm fedakarlıklara katlanıyordu. Masum Melek ailesini parmağının ucunda güle oynaya oynatıyordu.

Yaşlı Hüseyin Dede kızının evine yerleşmesinin birinci yılını doldurmak üzereydi. Gelinleri onu barındırmak istememiş, zavallı adamı sahiplenen, biraz sitemli olsa da tek kızı olmuştu.
Seksen küsür yaşındaydı, elden ayaktan düşmüş bakılmaya muhtaçtı. Ona hizmetten herkes kaçmıştı. Sağlam günlerinden bu yana çevresinde bir arayanı soranı kalmamıştı. Halbuki zavallı dede ne yapmıştı onlara. Yaşlılıktı bu, güçten düşmeydi, naçarlıktı, muhtaçlıktı, bir gün onların başına da gelirdi elbet. İster miydi o başkasının eline bakmayı. Ölümü tez gelsin isterdi. Ama Allah’ın nasip ettiği ömrü yaşamak boynunun borcuydu.
Ağzındaki tüm dişleri dökülmüştü. Önlerdeki birkaç tane zayıf dişi de ha düştü ha düşecekti. Elinde mendili durmadan ağzının kenarlarını silerdi. Eve komşu gelirse bunu görüp tiksinirdi. Bir tutam beyaz saçını önceleri dermansız parmaklarıyla sabahları düzeltirdi. Ama artık kas hakimiyeti de tükenmek üzereydi. Arada bir yatağından çıkar salona gelir otururdu. Televizyona sabit bakışlarıyla saatlerce bakar dururdu.
Yemeğini kızı hazırlayıp yedirirdi. Bir gün kadının acelesi vardı. Hazırladığı bir kase çorbayla kaşığı babasının eline verip dışarı çıkmıştı. Geri döndüğünde Hüseyin Dedenin çorbayı içmeye çalışırken kaseyi titrek elinden düşürüp içerisindekileri yorganın üzerine dökmüş olduğunu gördü. Bizim zavallı dede yanından ayırmadığı kare desenli eski mendiliyle yorganı silmeye çalışıyordu. Güya kızı kızmasın üzülmesin diye temizleyecekti bulaştırdığını. Dede, kızının sinirli azarlayan bakışlarıyla karşısına dikildiğini gördü. Suçlu bir edayla başını tekrar önüne düşürdü. O ikindi vakti, kızı demediğini bırakmadı. Günlerdir başına bela olduğundan, artık sabrın da bir sınırı olduğundan, bu evden gitme vaktinin çoktan geldiğinden dem vurdu uzun uzun. Hüseyin Dede iyi duymazdı, ama duyduğu kadarı yeterdi şimdi ona. Azap günleri tüm şiddetiyle başlamıştı ilerlerken yolun sonuna...
Bir önceki gün farklı geçmişti dede için. Hani yan komşunun minik bir bebeği vardı melek kadar güzel. İşte annesi kucağında bu nur tanesiyle çıkagelmişti. Gelmişken nezaketten dedenin odasına da uğramışlardı şöyle bir.
Bebek dedeyi görünce gülümsemeye başlamıştı. Dede de uzun zamandır ilk defa kendini böyle iyi hissetmişti. Bebeği, istemeyerek dedeye uzattı annesi, miniğin kollarını inatla ona doğru uzatmasıyla.
Bebek onun kucağında oturuyordu şimdi. Küçük parmaklarını, seyrek sakallarına daldırıp, bir yandan çekiyor bir yandan neşeli çığlıklar atıyordu. O pembe ağzının kenarları yine ıslaktı bebeğin. Böyle mutlu olduğunda, kendi kendine ağzında bir şeyler geveleyip hem konuşmaya çalıştığı hem güldüğü zamanlarda böyle olurdu, minik ağzı hep akardı Meleğin. Annesi ev sahibesinden bir peçete rica etti.
O esnada Hüseyin Dede bunu nasılsa fark etti, sırf iyilik olsun, anasının gönlü hoş olsun diye elini yastığının altına uzatıp buruşmuş kare desenli kirli mendilini çıkardı. Tam bebeğin dudaklarına götürecekti ki anne bebeğini hışımla “Aaaaa” layarak kucakladı ve odadan çıktı.
Hüseyin Dede şaşırmış, olana anlam vermeye çalışarak elinde mendili mahcup bakışıyla kalakalmıştı. İçeriden öfkeli konuşmalar duyuluyordu. Az sonra yine olan olmuş, kızının öfkesinden nasibini bir iyi almıştı.
İşte, bu gün o sevimli yaratığın doğum günüydü, nihayet ilk yılını doldurmuştu. Bu yüzden kızı komşuya geçmiş Hüseyin Dedeyi evde yalız bırakmıştı.
Dede yatağın içerisinde kıvrandı. Kalbi sıkışıyordu sanki. Susuzluktan yandığını hissetti. Bu sabah kahvaltısını da yaptırmamıştı kızı. O neyse de, bu susuzluk dayanılacak gibi değildi. Dayanamadı, serinlemek istedi. O bitmiş vücuduyla yatağında nefes nefese doğruldu. Ayaklarını aşağı indirdi. Sağındaki sehpaya tutunarak ayaklandı. Bir anda dünya kapkaranlık oldu ona. Dedede bir garip haller vasıl oldu. Üst üste hızla birkaç adım attı. Şimdi oda kapısının yanındaydı.
Yan dairede minik kucaktan kucağa alındı. Kocaman kocaman öpücüklerle yeni yaşı kutlandı. Çikolatalı pastasından herkes payını aldı. Komşu misafirin kalkma vakti geldi. Bebeğin bir kez daha yanaklarını sıkarak ve kalanlara iyi akşamlar dileyerek kendi dairesine geçti.
Aklına babası geldi. Sabahtan beri bir başına ne yapmış ne etmişti. Koridordan ilerleyip babasının odasına doğru döndü. İhtiyar yerinde yoktu, yatağı karmakarışık olmuştu. Hemen geri dönüp hızlı adımlarla salona girdi. Salon boştu. Mutfağa ilerledi. Bir bardak fanyansın üzerinde tuzla buz olmuş duruyordu, dolap gözleri açıktı. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Dedeyi orada da bulamayınca endişeyle lavaboya koştu. Musluk sonuna kadar açılmış, sular lavabodan yerlere dökülüyordu. Lavabonun sağ tarafındaki rafta duran deterjan şişeleri yerde yatıyordu. Hepsinin kapakları açılmış, içlerindekiler yere yayılmıştı.. Ortalık perişandı Kadının eli ayağına dolaştı. Ne yapacağını şaşırdı. Korkmaya başladı. Musluğu aceleyle kapayıp, ihtiyarın olabileceği son yere, evin diğer odasına koştu. Kapı kolunu kırarcasına aşağı bastırıp odayı girdi. Babası orada da değildi. Sonra odanın balkona açılan kapısının açık olduğunu gördü. Bir yay gibi olduğu yerden oraya fırladı.
Balkonda gördükleriyle dondu kaldı. Şuurunu yitirmişlere özgü şaşkın bir edayla balkonun en uzak köşesine gözlerini dikti. Çatallaşmış bir garip sesiyle ancak: Baba..!” diyebildi.
Hüseyin Dede kemikleri çıkmış sol elinde bir bardak köpürmüş su olduğu halde, titreyen kuvvetiyle iskeleti andıran kambur belini balkonun korkuluğuna dayamış, sağ elindeki pipetle bardaktaki suyu karıştırıyor- ve de nereden görmüş öğrenmişse- pipeti kaldırarak ucunu dişsiz güleç ağzına dayayıp üflüyordu. Güneşin göz kamaştıran ışığında havaya uçuşan minik baloncuklar rengarenk bir ışık demeti oluşturuyordu. Aşağıda, sokakta oynayan üç beş küçük çocuksa bir yandan ihtiyara bakıp bakıp kahkahayı basıyor bir yandan da tıpkı ihtiyarın elindeki gibi deterjanla köpürtülmüş sulardan baloncuklar yapıp mavi göklere üflüyordu.

uzun zaman önce yazdığım bir öyküydü....belki yanlışları vardır, yeniden okusam düzelteceğim çok cümlesi vardır, ama orijinalini koyayım dedim..... :)

............................şşşşt sessiz ol!.................................


#4 duygusuz

duygusuz

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Üyeler
  • 8,004 posts
  • Konum:niko
  • İlgi Alanları:güzel ve iyi olan her şey

Posted 27.08.2007 - 19:34

BÜYÜK MESELE

Bir hayatın nasıl çöktüğüne ve nasıl çöktürdüğüne dairdir...
O yıl üniversite sınavını kazanmış, okumak üzere İstanbul’a gelmişti. İçine kapanık bir
gençti.. Hastalıklı bir ruhun sahibiydi...
Bir yurtta ya da tuttuğu bir evde kalmaktansa orada ikamet etmekte olan dayısının yanına yerleşmeyi uygun buldu. Zaten telefon açıp “dayı kazandım sınavı İstanbul’a geliyorum” deyince ne kadar da sevinmişti, “gel evladım” demişti. Dayısının söylediğine göre, ikinci hanımı da bu habere sevinmişti.
Önceleri her şey çok güzeldi. Her gün şevkle okuluna gidiyor, öğrendiği yeni şeylerle eve geri dönüyordu. Birkaç iyi arkadaş edinmişti. Hocalarını sevmişti.
Fakat gün geçtikçe bir şeyler tersine akmaya başladı. Hayatının kötü günleri başlıyordu yavaş yavaş. Bunun tek sebebi ise yengesinin evde her akşam kuru fasulye pişirmesiydi. Bu geleneksel yemeği çok sevmesine rağmen her akşam midesini onunla doldurması, genci çok rahatsız ediyordu. Bu tattan tiksinmeye başlamıştı.
Okulunda başarıyı yakalamak için çırpınıyordu. Mavi gözleri başaracak olmanın şevkiyle parlıyordu. Derslere ilgiliydi. Yüksek notlar almak için arkadaşlarıyla okuma salonlarında buluşup ter döktüren çalışmalar yapıyordu.
Ne yazık ki akşamları eve gittiğinde önüne konan kuru fasulye yemeğinden bıkmıştı. Yengesinin neden hep bunu pişirdiğine mana veremiyordu. Ayıp kaçmasın diye tek kelime söylemiyor, tabağındaki fasulyeyi sonuna kadar yiyip bitiriyordu. Ta ki o mide rahatsızlığını geçirene dek.
Her akşam tabağında masumane yüzen, buruşuk kuru fasulye yemeğinin, onu yemesiyle midesinde bir canavara dönüştüğünü geç anladı. Önceleri ufak tefek rahatsızlıklar veren bu yemek gün geçtikçe gencin midesinde hafife alınmayacak ağrıların saplanmasına neden oluyordu.
Derslere sancılı bir mideyle girmeye başladı. Arkadaşları ondaki garipliği fark ediyor, ne olduğunu soruyorlar ama cevap alamıyorlardı.
Artık eve gitmek istemiyordu. Eve girer girmez burnuna gelen kuru fasulye kokusu midesini allak bullak ediyordu. İşin garibi dayısı, yengesi ve onların çocukları bu durumdan hiç şikayetçi değildi. Her akşam iştahla kuru fasulyeyi midelerine indiriyorlardı.
Ama gencin dayanacak gücü kalmamıştı. Bir gece vakti sabrı taşmıştı “bunu her gece yemek zorunda mıyız” diye bağırdı yengesine. Ardından büyük bir kabalık ettiğini düşünerek yumuşatmaya çalıştığı sesiyle “sevmiyorum bu yemeği yenge” dedi. Yengesi alındı mı bilmiyordu. Tepkisiz bir yüzle baktı uzunca, sonra hafif bir sesle “tamam” dedi, “sen bize ailenin emanetisin, sana iyi bakmak gerek”
Ertesi akşam eve gelirken, o akşam farklı bir şey yiyecek olmanın sevinci içerisindeydi genç. Sofraya oturduğunda yengesinin arkası dönük, tencereden tabağına doldurduğu yemeği merakla bekliyordu. Oldukça açtı. Sabırsızlanıyordu. Ve nihayet yengesi yemeği önüne koydu, gencin gözleri tabağa doğruldu: taze fasulye. Garip bir tebessümle yüzü çarpılan genç zorlukla “ben bu akşam tokum, sağ olun, yatacağım” dedi. Kalkıp odasına geçti. Mutfakta dayısının sitemli sesi geliyordu “yahu hanım, yarın akşama kuru fasulye yap yenmiyor bu”
O akşamdan sonra genç, eve çok geç gelmeye başladı. Eve geç gitmeleri huzursuzluk oluşturuyordu. Trabzon’daki babası her şeyin yolunda gittiğini sanarken burada genç mahvoluyordu.
Dayısı onun için endişeleniyor, babasına durumu haber verip vermemekte tereddüt ediyordu. Yeğenine niçin bu hale geldiğini soruyordu; ama o cevap veremiyordu. “eve gece yarılarında dönmemin tek sebebi evdeki akşam mönüsü” diyemezdi ve diyemezdi “sırf bu yemeği yememek için gece hepiniz uyduktan sonra gizlice anahtarla kapıyı açıp giriyorum eve” diye.
Gencin durumu gittikçe kötüye gidiyordu. Gece yarılarına kadar dışarıda soğukta kalmak istemediği ve kafasını dağıtmaya ihtiyacı olduğu için kapalı eğlence mekanlarına gidiyordu.
Önceleri girdiği barlarda bir köşede oturup etrafı seyretmeyi tercih ediyordu; ama sonraları bu mekanların parlak ışıklarına kendini kaptırınca saatler, pistin ortasında o dans ederken geçiveriyordu. İçkiye başlamıştı. Ona göre bu hayat, başına gelenlerin zorunlu sonucuydu.
Bazı geceler evin kapısını zor bulduğu olurdu. Üstelik böyle zamanlarda cebinden anahtarı çıkarıp kilidi açması dakikaları alır, tam bir işkence haline dönerdi. Belki utancından belki nefretinden içeri girmek için tereddüt ederdi.
Genç perişandı. Dersleri ise zaten çoktan bırakmıştı. Bir gün öğrenimine devam edebileceği ümidi de kalmamıştı.
O soğuk kış gecesi, İstanbul’un onu gördüğü son gece olmuştu. İşte o gece saat 02.00 sularında, yine ev kapısının önüne kadar gelmişti. Ve yine içeri girmemek hususunda tereddütteydi. O gece de içmişti, ama kendini kaybetmemişti. İçeriden konuşmalar geliyordu. Bu vakitte hala ayaktaydılar. Acaba ne konuşuyorlardı böyle hararetli, merak etti genç, kulağını kapıya dayadı.
-Başımıza bela oldu. Gitse de gelmese bir daha ne olurdu! dayadım kuru fasulyeyi günlerce önüne. Çekip gitsin kalsın bir yurtta, bize yük olmasın diye
-Hanım ne insafsızsın, biliyorum kalpsizsin; ama yazık ettin çocuğa, ne yaptı ki o sana. Biz alıştık senin yaptıklarına, ama yazık ne uğraşırsın onunla?
-Ben dedim sana gelmesin buraya. Bakıyorum zaten önceki çocuklarına. E bir de yeğenin geldi! bu da çok fazla!
Genç daha fazlasını duymak istemedi. Bunların hepsi rüya mıydı neydi? Kararan gençliğini, tükenmiş geleceğini düşündü boğaz köprüsüne gelene dek. Bitmişti hayatı. Bir hiç uğruna, Sonra simsiyah sulara baktı uzun uzun. Boğazına düğümlenen hıçkırık çözülüverdi birden. Bir yandan çılgın kahkahalar atarken, denizin soğuk derinliğine karıştı dökülen yaşları gözlerinden...

27 sene sonra...
Bir sonbahar gecesinde... Trabzon’un güzide köylerinden birinde...Tam da hasat zamanı gelip çattığında... Ürünler tarladan toplanacağı günü beklerken...Ve köylüler emeklerinin karşılığını almanın stresli heyecanıyla, tam da o huzurlu gecelerin birinden uykularına dalmak üzereyken...
Acı bir çıtırtıyla inledi köy... Korkuyla irkildi, ayaklandı, fırladı dışarıya evlerinden herkes. Ve gördüler o manzarayı. Alev alevdi köy. Cayır cayır yanıyordu tarlalar. Cehennem ateşi sıçramıştı da yutacaktı her yeri sanki...
Köylüler feryat ediyordu, ama bir kadının sesi hepsini bastırıyordu: “Nedir bu yarabbim! Kül oldu mısırlar, kül oldu fasulyeler”
Başka bir feryat: “Nedir yıllar boyunca çektiğimiz bu dertler, her yıl hasat zamanı bizi kül etti bu alevler, her yıl başka bir köyde yanıyor fasulyeler!..”
Köy imamının küçük oğlu göz yaşları içinde:
“ Baba ne oldu niçin tarlalarımız yandı, belki suç işledik de Allah cezalandırdı”
Bahçesinin bir kısmını alevlerden kurtarmaya çalışan yaşlı bir adam tökezleyip düştü. Başı, yerde tunç gibi yanan büyükçe bir taşa vurdu. O felaketin içinde, herkes kendi derdindeyken, yaşlı adamın dramını paylaşacak kimse yoktu...
İşte tam bu sırada bu curcunayı, gözünü ayırmadan kurulduğu tabureden seyreden tek bir kişi vardı. Köyün en yüksek yerinde, kapkara bir siluet şeklinde yükselen gaz yağı kokulu o pis evin, duvarına eğreti duran garip balkonunda bu mahşeri yangını zevkle seyreden tek bir kişi... Bir şömine ateşinin başına oturmuş, yüzüne çarpan sıcağın verdiği rehavetle gevşeyen zevk düşkünleri gibi kurulmuştu köyü çatırdayarak içine alan alevlerin karşısına...
Sonra buruşmuş kara eline aldığı sigarayı dudaklarına götürüp yaktı.. Deli mavi gözleri hala 27 yıl öncesinin acısıyla yanmaktaydı..



( biliyorum delice bir öykü, kimilerine saçma bile gelebilir- aramızda kalsın şu anda bana da saçma geliyor *utan - ama paylaşmak istedim. bilincime deliliğin kazındığı bir zamanda yazmışım demek ki.. :huh: )

............................şşşşt sessiz ol!.................................


#5 duygusuz

duygusuz

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Üyeler
  • 8,004 posts
  • Konum:niko
  • İlgi Alanları:güzel ve iyi olan her şey

Posted 28.08.2007 - 14:14

ÇILGIN YÜKSELİŞ
Bir ayna, kapağı açılmamış bir ruj, bir de yerde yatan siyah saçlar…
“Bitti, kurtuldum işte!”Aynada bir akis, vahşi bakışlar, soluk, soğuk sima, buz gibi…Ayna üşüyor…
“Bitti.”Dudaklar kıpkırmızı, yere damlayan birkaç kirli kan damlası…Yeşil damarları fırlamış, titreyen beyaz eller..Bembeyaz…Sımsıkı tuttuğu keskin bıçak kadar…Onlar da üşüyor…
“Siliyorum seni…”Mağrur duruş, dimdik. Delici, kör kuyu gözler...Akı yitik…
“…senden kalan tüm izleri…”

***
Usul adımlar. Banyoda açılan suyun sesi. Buhar her şeyi siliyor. Aynadaki yansımalar, fayanstaki kan lekeleri…Buhar, her şeyi yok ediyor.
“Son adımdan bir önceki!”Ateş akıyor adeta yukarıdan, teni yanıyor. Bu acıya katlanacak. Az kaldı.Son adımdan bir önceki. Başı önde. Gözleri kapalı. Ucuna bıçak değmiş kömür saçları alnını örtüyor. Su. Alev. Kaynıyor adeta. Katlanacak. Kısık bir ses, dökülen suların oluşturduğu gözü göze göstermeyen işkence buharının ardından dört duvarı inleten o kısık ses, “ Gidiyorsun bendennn……gidiyorsssunnn…”“S” ler vurgulu, yılanın tıslaması kadar sinsi ve masum. Doğal.
“Gidiyorssssunnn...”Eğik başını kaldırıyor, şimdi su yüzünü yalıyor, derisi akacak, eriyip yok olacak. Bunu istiyor.
“Ve bennnnn……..kurtuluşa eriyorummm….”Duyduğu acı onu yüceltiyor. Ayakları yere basmıyor adeta. Kendinden geçiş hali.
“Akıyorsssunn”
“Bitiyorsssun”
“Gidiyorsssun”
“Kurtuldum”


***
Şimdi üstünde beyaz bir gecelik. Melekler kadar saf. Ve yine aynalar. Dudaklarının üzerinde gezinen kendi elleri. Hissediyor. Paramparça. Aynaya yaklaşıyor. Perişan kırmızılık.
“Tüm kanı akıttım...tertemizim artık…”
“Kurtuluşuma bir kala…”
Son adım!
Şimdi ölüm vakti.
Balkonun demirlerine yaslanan acıyla pişmiş güçlü bedeni. Son bir nefes. Az sonra her şey bitecek. Hayır şimdi!
Karanlıkta kaybolan bir beyaz melek.

***

İçindeki acılara yol ver. Acılarını acılarla öldürenlere…



duygusuz...

............................şşşşt sessiz ol!.................................


#6 _KajmeraN_

_KajmeraN_

    ...::: UFAKLIK :::...

  • Üyeler
  • 5,365 posts
  • Konum:Atatürk'ün İzinde
  • İlgi Alanları:Şiir, edebiyat, müzik(rap),bilgisayar (yazılım, donanım)

Posted 28.08.2007 - 21:54

fiffffffffff manyak olmuş, yüreğine sağlık....

Ve müsadenle çalıyorum, arşivimde olması lazım bu yazının :)


...:::--------------------------------------------------------:::...
BİTTİ!

CAN_i
...:::--------------------------------------------------------:::...


#7 Lavinia

Lavinia

    FıRTıNa KuŞu

  • Üyeler
  • 5,669 posts
  • Konum:AyaZ

Posted 28.08.2007 - 22:07

duygusuz bu nasıl bi yazı böyle :)
Posted Image

YARINA SESİMİN YANKISI KALIR...

Hoşçakalın.

#8 duygusuz

duygusuz

    Burası olmadan yaşayamaz

  • Üyeler
  • 8,004 posts
  • Konum:niko
  • İlgi Alanları:güzel ve iyi olan her şey

Posted 28.08.2007 - 22:54

sağolun arkadaşlar :P
çal kajmeran, helalolsun :)

............................şşşşt sessiz ol!.................................





1 user(s) are reading this topic

0 members, 1 guests, 0 anonymous users