BÜYÜK MESELE
Bir hayatın nasıl çöktüğüne ve nasıl çöktürdüğüne dairdir...
O yıl üniversite sınavını kazanmış, okumak üzere İstanbul’a gelmişti. İçine kapanık bir
gençti.. Hastalıklı bir ruhun sahibiydi...
Bir yurtta ya da tuttuğu bir evde kalmaktansa orada ikamet etmekte olan dayısının yanına yerleşmeyi uygun buldu. Zaten telefon açıp “dayı kazandım sınavı İstanbul’a geliyorum” deyince ne kadar da sevinmişti, “gel evladım” demişti. Dayısının söylediğine göre, ikinci hanımı da bu habere sevinmişti.
Önceleri her şey çok güzeldi. Her gün şevkle okuluna gidiyor, öğrendiği yeni şeylerle eve geri dönüyordu. Birkaç iyi arkadaş edinmişti. Hocalarını sevmişti.
Fakat gün geçtikçe bir şeyler tersine akmaya başladı. Hayatının kötü günleri başlıyordu yavaş yavaş. Bunun tek sebebi ise yengesinin evde her akşam kuru fasulye pişirmesiydi. Bu geleneksel yemeği çok sevmesine rağmen her akşam midesini onunla doldurması, genci çok rahatsız ediyordu. Bu tattan tiksinmeye başlamıştı.
Okulunda başarıyı yakalamak için çırpınıyordu. Mavi gözleri başaracak olmanın şevkiyle parlıyordu. Derslere ilgiliydi. Yüksek notlar almak için arkadaşlarıyla okuma salonlarında buluşup ter döktüren çalışmalar yapıyordu.
Ne yazık ki akşamları eve gittiğinde önüne konan kuru fasulye yemeğinden bıkmıştı. Yengesinin neden hep bunu pişirdiğine mana veremiyordu. Ayıp kaçmasın diye tek kelime söylemiyor, tabağındaki fasulyeyi sonuna kadar yiyip bitiriyordu. Ta ki o mide rahatsızlığını geçirene dek.
Her akşam tabağında masumane yüzen, buruşuk kuru fasulye yemeğinin, onu yemesiyle midesinde bir canavara dönüştüğünü geç anladı. Önceleri ufak tefek rahatsızlıklar veren bu yemek gün geçtikçe gencin midesinde hafife alınmayacak ağrıların saplanmasına neden oluyordu.
Derslere sancılı bir mideyle girmeye başladı. Arkadaşları ondaki garipliği fark ediyor, ne olduğunu soruyorlar ama cevap alamıyorlardı.
Artık eve gitmek istemiyordu. Eve girer girmez burnuna gelen kuru fasulye kokusu midesini allak bullak ediyordu. İşin garibi dayısı, yengesi ve onların çocukları bu durumdan hiç şikayetçi değildi. Her akşam iştahla kuru fasulyeyi midelerine indiriyorlardı.
Ama gencin dayanacak gücü kalmamıştı. Bir gece vakti sabrı taşmıştı “bunu her gece yemek zorunda mıyız” diye bağırdı yengesine. Ardından büyük bir kabalık ettiğini düşünerek yumuşatmaya çalıştığı sesiyle “sevmiyorum bu yemeği yenge” dedi. Yengesi alındı mı bilmiyordu. Tepkisiz bir yüzle baktı uzunca, sonra hafif bir sesle “tamam” dedi, “sen bize ailenin emanetisin, sana iyi bakmak gerek”
Ertesi akşam eve gelirken, o akşam farklı bir şey yiyecek olmanın sevinci içerisindeydi genç. Sofraya oturduğunda yengesinin arkası dönük, tencereden tabağına doldurduğu yemeği merakla bekliyordu. Oldukça açtı. Sabırsızlanıyordu. Ve nihayet yengesi yemeği önüne koydu, gencin gözleri tabağa doğruldu: taze fasulye. Garip bir tebessümle yüzü çarpılan genç zorlukla “ben bu akşam tokum, sağ olun, yatacağım” dedi. Kalkıp odasına geçti. Mutfakta dayısının sitemli sesi geliyordu “yahu hanım, yarın akşama kuru fasulye yap yenmiyor bu”
O akşamdan sonra genç, eve çok geç gelmeye başladı. Eve geç gitmeleri huzursuzluk oluşturuyordu. Trabzon’daki babası her şeyin yolunda gittiğini sanarken burada genç mahvoluyordu.
Dayısı onun için endişeleniyor, babasına durumu haber verip vermemekte tereddüt ediyordu. Yeğenine niçin bu hale geldiğini soruyordu; ama o cevap veremiyordu. “eve gece yarılarında dönmemin tek sebebi evdeki akşam mönüsü” diyemezdi ve diyemezdi “sırf bu yemeği yememek için gece hepiniz uyduktan sonra gizlice anahtarla kapıyı açıp giriyorum eve” diye.
Gencin durumu gittikçe kötüye gidiyordu. Gece yarılarına kadar dışarıda soğukta kalmak istemediği ve kafasını dağıtmaya ihtiyacı olduğu için kapalı eğlence mekanlarına gidiyordu.
Önceleri girdiği barlarda bir köşede oturup etrafı seyretmeyi tercih ediyordu; ama sonraları bu mekanların parlak ışıklarına kendini kaptırınca saatler, pistin ortasında o dans ederken geçiveriyordu. İçkiye başlamıştı. Ona göre bu hayat, başına gelenlerin zorunlu sonucuydu.
Bazı geceler evin kapısını zor bulduğu olurdu. Üstelik böyle zamanlarda cebinden anahtarı çıkarıp kilidi açması dakikaları alır, tam bir işkence haline dönerdi. Belki utancından belki nefretinden içeri girmek için tereddüt ederdi.
Genç perişandı. Dersleri ise zaten çoktan bırakmıştı. Bir gün öğrenimine devam edebileceği ümidi de kalmamıştı.
O soğuk kış gecesi, İstanbul’un onu gördüğü son gece olmuştu. İşte o gece saat 02.00 sularında, yine ev kapısının önüne kadar gelmişti. Ve yine içeri girmemek hususunda tereddütteydi. O gece de içmişti, ama kendini kaybetmemişti. İçeriden konuşmalar geliyordu. Bu vakitte hala ayaktaydılar. Acaba ne konuşuyorlardı böyle hararetli, merak etti genç, kulağını kapıya dayadı.
-Başımıza bela oldu. Gitse de gelmese bir daha ne olurdu! dayadım kuru fasulyeyi günlerce önüne. Çekip gitsin kalsın bir yurtta, bize yük olmasın diye
-Hanım ne insafsızsın, biliyorum kalpsizsin; ama yazık ettin çocuğa, ne yaptı ki o sana. Biz alıştık senin yaptıklarına, ama yazık ne uğraşırsın onunla?
-Ben dedim sana gelmesin buraya. Bakıyorum zaten önceki çocuklarına. E bir de yeğenin geldi! bu da çok fazla!
Genç daha fazlasını duymak istemedi. Bunların hepsi rüya mıydı neydi? Kararan gençliğini, tükenmiş geleceğini düşündü boğaz köprüsüne gelene dek. Bitmişti hayatı. Bir hiç uğruna, Sonra simsiyah sulara baktı uzun uzun. Boğazına düğümlenen hıçkırık çözülüverdi birden. Bir yandan çılgın kahkahalar atarken, denizin soğuk derinliğine karıştı dökülen yaşları gözlerinden...
27 sene sonra...
Bir sonbahar gecesinde... Trabzon’un güzide köylerinden birinde...Tam da hasat zamanı gelip çattığında... Ürünler tarladan toplanacağı günü beklerken...Ve köylüler emeklerinin karşılığını almanın stresli heyecanıyla, tam da o huzurlu gecelerin birinden uykularına dalmak üzereyken...
Acı bir çıtırtıyla inledi köy... Korkuyla irkildi, ayaklandı, fırladı dışarıya evlerinden herkes. Ve gördüler o manzarayı. Alev alevdi köy. Cayır cayır yanıyordu tarlalar. Cehennem ateşi sıçramıştı da yutacaktı her yeri sanki...
Köylüler feryat ediyordu, ama bir kadının sesi hepsini bastırıyordu: “Nedir bu yarabbim! Kül oldu mısırlar, kül oldu fasulyeler”
Başka bir feryat: “Nedir yıllar boyunca çektiğimiz bu dertler, her yıl hasat zamanı bizi kül etti bu alevler, her yıl başka bir köyde yanıyor fasulyeler!..”
Köy imamının küçük oğlu göz yaşları içinde:
“ Baba ne oldu niçin tarlalarımız yandı, belki suç işledik de Allah cezalandırdı”
Bahçesinin bir kısmını alevlerden kurtarmaya çalışan yaşlı bir adam tökezleyip düştü. Başı, yerde tunç gibi yanan büyükçe bir taşa vurdu. O felaketin içinde, herkes kendi derdindeyken, yaşlı adamın dramını paylaşacak kimse yoktu...
İşte tam bu sırada bu curcunayı, gözünü ayırmadan kurulduğu tabureden seyreden tek bir kişi vardı. Köyün en yüksek yerinde, kapkara bir siluet şeklinde yükselen gaz yağı kokulu o pis evin, duvarına eğreti duran garip balkonunda bu mahşeri yangını zevkle seyreden tek bir kişi... Bir şömine ateşinin başına oturmuş, yüzüne çarpan sıcağın verdiği rehavetle gevşeyen zevk düşkünleri gibi kurulmuştu köyü çatırdayarak içine alan alevlerin karşısına...
Sonra buruşmuş kara eline aldığı sigarayı dudaklarına götürüp yaktı.. Deli mavi gözleri hala 27 yıl öncesinin acısıyla yanmaktaydı..
( biliyorum delice bir öykü, kimilerine saçma bile gelebilir- aramızda kalsın şu anda bana da saçma geliyor
- ama paylaşmak istedim. bilincime deliliğin kazındığı bir zamanda yazmışım demek ki..
)