İçerik değiştir



- - - - -

AÇI VE USTA'nın devamı


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 1 yanıt verildi

#1 Ziyaretçi_husrevani_*

Ziyaretçi_husrevani_*
  • Ziyaretçiler

Gönderim zamanı 21.04.2005 - 00:58


Kemal beyin düşünüp, faaliyet yapmak istediği konular, öncesine göre çok farklıydı. Yaşadığı mahut olay bütün manevi dünyasını etkilemiş, yaşama gayesine adeta yeni bir yön vermişti. Önceleri sadece kendini düşünüp, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi para yığıyor, şahsi emel ve ihtirasları için yaşıyordu. Paraya hiç doymuyor, daha kazanmak için her yolu mubah sayıyordu. Kanaat ve sadakati kendi bilmez, lakin herkesten bunları beklerdi. Ona göre sadakat bir zafiyet sonucuydu. Oysa bağlılık duygusunun anahtarı para ve maddi güce sahip olmaktı. Yani,sadakat ya satın alınarak veya metazori bir şekilde sağlanabilirdi. Milli duyguları hiç yoktu. İlişkide olduğu kişiler arasında asla dinsel ve ulusal fark gözetmez, herkesi aynı kefede ölçer, parasal durumuna göre tartardı. Aslında Kemal beyin bu değişimine sebep, kendine sorduğu bir soru ve buna verdiği cevaptı.
Soru; bu olayı bir başka ülke ve farklı kökene ait rakipler karşısında yaşamış olsam, sonuç nasıl olurdu?
Cevap; tam aksi olurdu. Örneğin İtalya veya bir Fransa’da olsam, adamlar önce bütün maddi varlığıma el koyar, sonra kafama bir kurşun sıkarlardı...
Oysa o adam, şahsen kim olursa olsun, muhtemelen bir Türk veya bu ülke kültüründe yetişmiş, en azından bir Müslüman’dı. İlk niyetinin aksine, her halde kökeninden gelen asli özellikleri dolayısıyla, son anda karar değiştirip, böyle emsali görülemez bir kararı verebilmişti.
Kemal bey işte o nedenle, bu ülke insanlarını özellikle sevip-sayma ve bundan böyle yapacağı bütün işlerde ulusal yararı gözetmek istiyordu. Giderek zayıfladığını düşündüğü milli hasletleri yaygınlaştırıp, her bakımdan geliştirecek olan eğitim mekanları açmak istiyordu. Bunun için düşündüğü hedef kitle, sınırlı üniversite imkanları dolayısıyla, boşta kalan genç öğrenciler olacaktı. Maddi varlığı olanlardan cüzi bir ücret alınacak, fakirlere ise tamamen ücretsiz eğitim imkanı verilecekti.
Ancak bu mekanların adı ile tabi olacakları müfredat programının M.E.B’ lığı yada devlet düzeni ile uyumlaştırılması gerekecekti.Yapmak istedikleri için karşısına, kuşkusuz bazı mevzuat ve bürokratik engeller çıkacaktı.Bu işleri daha kolay yapacağı kanısıyla ilk denemeyi Kıbrıs’ta gerçekleştirmek istiyordu.
Hemen uygun ve hazır bir bina satın alıp, faaliyete başlayacaktı. En önemli husus, ders verecek kabiliyeti haiz eğitmenlerin bulunmasıydı. Müfredat konuları bu mekanda yetişen öğrencilerin nerede ve hangi maksatla istihdam edileceği belirlendikten sonra ortaya çıkacağı için, amaçlanan gayenin tespiti gerekirdi.
Birinci gaye; alışıldığın üstünde genel kültür eğitimi sağlamak, ana dil başta olmak üzere, yazma ve konuşma kabiliyetlerinin inkişafına ilaveten tarih, din ve felsefe dersleri verilerek, baskın Batı kültürünün yol açtığı zihinsel emperyalizm ve dejenerasyona set çekilmeliydi.
Bu gayeye, daha ziyade İbni Sina, Farabi ve Muhyiddin Arabi tarafından yazılmış olan klasik eserlerden yararlanılarak varılacağını düşünüyordu. Kemal bey bu düşüncelerini nihayet Hüseyin’e açtığında hayreti görülmeğe değerdi.
-Bu müthiş bir şey bu Kemal Bey. Sanırım niyetiniz, bu ülkeye gerçek anlamda sahip çıkacak kişiler yetiştirmektir. Ancak, bu ulvi amaca hizmet edebilecek hoca bulma konusu da çok mühim. Ama umarım bu konuda size yardımcı olabilirim.
- Seni yanımda getiriş nedenim buydu zaten Hüseyin. Umarım düşündüğümüz gibi olur. Hocaların bulunması hususu dışında kalan işler kolay, çünkü bu işlerin tümü maddiyata dayanır. Parayı bastırdık mı, yapılmayacak iş kalmaz. Ama hocalar kimlerden olmalı ve onlara nasıl ulaşabileceğiz?
-Haklısınız efendim. Ben, hoca namzedi olarak en azından bir kişi biliyorum. Bu konuda o da tıpkı sizin gibi düşünüyordu. Bundan haberdar edilince, sevinçten havaya uçacaktır. Bu yaptığınız çok idealistçe bir şey. Çok sağ olun Kemal bey. Siz bu millete,yüce Tanrının bir lütfu olmalısınız.
-Sen de sağ ol Hüseyin. Lakin bu fikriyatın salt bana mal edilmesi doğru değil. Çünkü beni bu düşünceye getiren, daha ziyade o akşam yaşadıklarım olmuştur.
-Olsun efendim, bu dürüstlüğünüz bile demin söylediklerimi haklı kılmaya fazlasıyla yetmektedir. Lütfen müsterih olunuz.
Onlar böyle konuşurken, Deniz Kızı Ege’de tam yol ilerliyordu. Gemiyi sevk ve idare eden tecrübeli bir kaptan ve yeterince yardımcısı vardı. Dünyayı dolaşmış olan mürettebat, bu tür yolculuklara alışkındı. Kemal Bey’in altı büyük gemisi daha vardı. Bunlar uluslar arası sularda, kimi ham petrol, kimi endüstri ürünleri ve sair yük taşıyorlardı.
Elli yaşında, sıhhatli ve iyi görünümlü olan Kemal Bey, beş yıl önce karısından boşanmış, bekar hayatı yaşıyordu. İki kız babasıydı ve bunlar Amerika’da, okuyorlardı. Ona kalsa, en kısa zamanda onları buraya getirmek istiyordu. Büyük kızı Cemile Ekonomi okumuş, yakında mezun olacaktı. Küçük kızı Safinaz mimari okuyor ve şu an ikinci sınıftaydı. Onun düşündüğü daha ziyade Safinazdı. Çünkü ablası gelince yalnız kalacaktı. Acaba ne düşünüyordu? Yatay geçişle buradaki bir üniversiteye gelmek ister miydi? Bunlar da ayrı bir meseleydi...
Kemal bey kendi kamarasında geçmiş, kızlarını telefonla aramak istiyordu. Az sonra numarayı çevirmiş ve hattın öteki ucundan yumuşak bir ses;
- Alo! Demişti.
-Ben baban, nasılsın kızım?
- Ah, sen miydin babacığım? Kaç gündür hiç aramadın, merak etmiştik.
- Merak edecek bir şey yok kızım, ben iyiyim, siz nasılsınız bakayım. Ablan yok mu?
- Şu an dışarıda, ama çok sürmez gelir. İkimiz de çok iyiyiz, bizi merak etme babacığım.
- Kızım, Safinaz, ablan gelince beni arayın. Araç numarasından arayacaksınız ha. Şu an yoldayım.
- Tamam baba, merak etme ararız.
- Hadi, öpüyorum, ablana selam söyle, onu da öpüyorum. Kendinize dikkat edin, emi?
- Tamam, biz de seni Hoşça kal, iyi yolculuklar...
Böylece konuşma bitmiş, Kemal bey rahatlamıştı. Ama yine de kızlarının sonunu merak ediyor, onlar için güvenli ve mutlu bir gelecek kurmak istiyordu. Kamaradan çıkarken neşeliydi, emrindekiler hemen toparlanıp, ona saygıda kusur etmiyorlardı.
Hüseyin dışarı çıkmış, yakınından geçmekte oldukları adaları, başına değmek istermiş gibi alçalıp, sonra yükselen martıları seyrediyordu. Hava serin, gökyüzü açık gri bir bulut tabakasıyla kaplıydı...

Bu sırada hastaneye giden Fırat, yatan hastaları ziyaret etmişti. Adamlar ameliyat olmuş, hızla iyileşmekteydiler. Lakin Patrona karşı mahcup hissediyorlardı kendilerini. Çünkü onlara kızıp, beceriksizlikle suçlayabileceğinden korkuyorlardı. Patronu cepten arayan Fırat, telefonu hastalara vererek hepsiyle görüşmesini sağlamıştı. Patronun kendileriyle şahsen konuşmak istediğini duyunca hepsi bir an irkilmiş, bundan kaçınmak istemişlerdi. Fakat onunla konuşunca çok sevinip, suçluluk kompleksinden tamamen arınmışlardı. Hastaneden çıkan Fırat, Kürt Memo’nun işlettiği kulübe uğramıştı. Arkadaşı Şef garson onun geldiğini duyunca hemen ofisinde oturan Memo’ya haber vermiş, kapıya çıkara onu yanına çağırmıştı. Memo olup, biteni çok merak ediyor, işin aslını öğrenmek istiyordu. Bu nedenle Fırat’a çok nazik davranıyor, sanki kırk yıllık dostuymuş gibi, yağ çekiyordu;
-Vay Fırat gardaşım, hele buyur da bir kahve içelim şöyle baş başa. Kaç gündür gözümüz yolda kaldı yav. Ne için gitmiştiniz buradan, sonra bir daha haber alana aşk olsun. Noldu, başlarına bir bela mı geldi, diye içimiz içimizi yedi vallahi. E, eh, hadi anlat bakalım, neler oldu, Kemale, sonra nasıl rastladınız?
Fırat anasının gözüydü. Ne o vuruşma olayından, ne de şimdi hastanede yatan adamlardan bahsetmişti. Onun deyindiği sadece Kemal beyi tacize yeltenen sarhoşlar olayı idi;
- Valla Memo gardaş, hani buradan çıkmış, o gri pardösülü, sakallı adamı arayacaktık ya.
- Hee, sonra ne oldu?
- Öte beriyi dolaştık ama nafile. Baktık koca İstanbul’da böyle dolaşmakla kimse bulunmaz, aklımıza bizim Patronun sıkça demir attığı rıhtım geldi. Onu arayan, eğer bir tanıdığı ise, ki öyleymiş, o halde oralarda olabilir demiştik. Fakat önce yanılmıştık. Çünkü ona değil, bizzat Kemal beye rastlamıştık. İyi ki de rastlaşmışız. Birkaç zibidi sarhoş, Kemal beyi taciz etmeğe kalkışmış, hemen yetişip herifleri sille tokat kovalamıştık.
- Peki ama, Kemal ne yapıyormuş orada yalnız başına ki? Korumaları neredelermiş?
-Valla bunu bilemem, sormadık. Fakat rıhtıma bağlı motor hazır bekliyordu, hemen atlayıp, Çekmecedeki yatına gittik. Sonrasını biliyorsun işte.
-Hımm, anlıyorum. Ama, bak Fırat, bilirsin seni hemşeri sayar, severiz. Bu yüzden seni uyarmak isterim ki, sonra bir durum olursa bana gücenmeyesin. Tamam mı?
- Anlayamadım Memo, ne olabilirmiş ki sana darılayım?
- Sen bilmezsin, ama bu Kemal bey tehlikeli işler de çevirmektedir.
- Ya, peki ne gibi. Beyaz işi falan mı?
-Onu bilemem, ama bildiğim o ki, onlar tarihi eser işi yaparlar. Hem de her biri bir servet eden tür şeyler. Anlıyor musun. Sonra başın derde girmesin?
-Sağ ol Memo gardaş. Anladım. Ama bu iş o kadar tehlikeli sayılmaz.
-Olur mu, yakayı hele bir ele ver, bak kaç yıl yersin. Zaten yeni çıkmışsın kodesten?
-Korkma korkma bir şey olmaz. Kemal bey her halde onları bize taşıtacak değildir. Hem sanki sen yapmadın mı zamanında bu işleri. Seni niye buraya ortak etti?
-Deli deli konuşma Fırat, o işleri eskiden yaptık biz, o zamanlar kimse bilmiyordu bunları. Polis artık bu işlere iyice uyandı. Ben senin için söylüyorum, ama ne istersen onu yap.
-Benim görevim başkadır Memo, kahve için sağ ol. Hadi bana eyvallah.
Böylece oradan ayrılan Fırat, artık sevgilisine gitmek ve müjdeyi vermek istiyordu. Ücreti ödeyip, arabadan inmişti. Fabrikanın paydos saati olduğundan, orada çalışan çoğu bayan, işçiler bir bir çıkıyordu. Nihayet onun Müjgan da görünmüştü. Onu fark edince çok sevinmiş, koşarak yanına gelmişti. Aslında onu hemen kucaklamak ve öpmek istiyordu, ama çevreye ayıp olmasın diye, bunu yapmamıştı. El ele tutuşarak kaldırım boyunca yürümeğe başlamışlardı. Hava buruk, etrafta bir yerden lağım kokusu geliyordu. Sağ taraflarında bulunan denizde irili ufaklı gemiler görünüyor, balıkçı tekneleri kıyıya yanaşıyordu. Yanlarından iki de bir yaya yolunun kullanan bisikletliler geçiyordu. Sevdiğinin elini sıkarak bir an durup;
-Biliyor musun Müjgan, Demiş, sonra tekrar yürümüştü.
Kız onun bu halinde bir gariplik olduğunu daha başından hissetmişti. Çünkü üstündeki giysiler yeni ve kaliteliydi. Bu haliyle daha yakışıklı görünüyordu. Sonra tekrar durup, kara gözlerini kızınkilere dikerek;
- Müjgan, yakında evleneceğiz!
- !
-İnanamadın değil mi? Ah zavallı sevgilim. Seni çok seviyor ve mutlu etmek istiyorum, hem de çok mutlu. Yeter çektirdiklerim. Evinin kadını olacak, artık başkasına çalışmaya gitmeyeceksin, nasıl? Sevinmedin mi?
-Sevinmek ne kelime Fırat.Bu dediklerin karşısında havalara uçuyorum, içim içime sığmıyor. Tanrım, inşallah bu bir düş değildir. Düş değil,he mi Fırat?
-Yok yok, hakikat. Ciddi söylüyorum.
- Peki ama bu nasıl oldu? Daha doğrusu, nasıl olacak?
- Artık çok iyi bir işim var sevgilim. İyi para kazanıyorum. Daha ne olsun?
- Tanrım sana çok şükür. Demek ki bu günleri de görecekmişiz.
- Evet, Tanrıya şükür.
Böylece yürümüş ve zaten uzak olmayan Müjganların evin önüne gelmişlerdi. Müjgan’ın annesi ev hanımı, babası inşaatlarda bekçilik ediyordu. Bir de küçük oğlan kardeşi vardı. Annesi Fırat’ı görünce, önce yüzünü buruşturmuş, fakat sonra yapmacık gülümsemeyle;
-İçeri gel deli oğlan, niye dışarda bekliyorsun? Demişti.
Fakat Fırat girmeyip;
-Az sonra geliyorum anne. Diyerek, oradan uzaklaşmıştı.
Dalgınlığından, eve eli boş gelmişti. Hemen en yakın markete uğrayıp, birkaç poşet dolusu hediye ve yiyecek olarak dönmüştü. Bunları gören anne damadını güler yüzle karşılayıp, sevinçle eve buyur etmişti. O akşam herkes mutluydu. En kısa zamanda düğün yapıp, yeni bir eve taşınacaklardı. Anne evin yakınlarda olması gerektiğini, hatta münasip bir daire bildiğini söylüyordu. Onlar karar verirse, gidip evi tutabilirdi.
Fırat üç gün içinde düğünü yapmak istiyordu. Bu durumu telefonla arkadaşı Hüso’ya haber vermiş, o da patrona söylemişti. Patron bu olaya sevinmiş ve yüklü bir düğün harcı havale ettirmişti. Bu durumda Fırat’ın ağzı kulaklarına varıyor, mutluluktan havalara uçarken, arkadaşı Hüso’yu düğününe davet ediyordu. Bunu anlayışla karşılayan patron, günü gelince uçağa atlar gidersin, diyordu...

Kazan ve Nurcan akşam üzeri Cezmi’nin Üsküdar’daki evindeydiler. Cezmi’nin uçağı saat 23.oo de Atatürk Hava Limanına inecek, gidip onu alacaklardı. İsviçre bankasından çekleri tahsil etmiş, herkesin payı havale yolu ile Türkiye’de ki banka hesaplarına yatmıştı.
Cezmi’nin karısı Serap çok iyi bir insandı. O an evde olmayan kızları Eda Lise ikiye gidiyordu. Onlar salonda otururken, Serap mutfaktan çay getirmiş, içerek konuşuyor, bu arada Tv’den haberleri izliyorlardı. Amerika ve müttefiklerine ait silahlı kuvvetler, Kuveyt’i işgal ettirmesi nedeni ile Saddam’a ve dolayısı ile Irak’a müdahale etmiş, savaş bütün şiddetiyle sürüyordu. Televizyon ekranına yansıyan görüntüler sinema salonunda rastlanılası türden, bilim-kurgu türü sahneleri andırıyordu. Biteviye kalkıp-inen savaş uçakları ve vınlayarak uçan roketlerin yer hedeflerini vurması sonucu havaya yükselen alev topları...
Bağdat alevler içinde yanıyordu... Bombalandığı söylenen masal kenti, sanki tahrip edilmiyor, bilakis, gecenin koyu karanlığında parlayan rengarenk havai fişeklerle müthiş bir bayram sevincini yaşar gibiydi. Tıpkı ağlamak ve gülmenin benzeştiği gibi. Fark sadece içte duyulan duygulardaydı. Birinde ıstırap ve acı, diğerinde neşe ve mutluluk...
Televizyonları başında çoğu insanlar gibi, onlar da oturmuş, olanları inanamayan gözlerle seyrediyorlardı. Tesadüf bile olsa vurulmuş olan sivil bir evde oturan insanlar olabileceğini kimse düşünmüyordu. Haberler tam bitmek üzereydi ki, sunucu bir son dakika haberi veriyordu;“ Zürich, İstanbul arasında sefer yapan 28 sayılı Türk yolcu uçağı düştü. Kazada tamamen yanan uçağın 286 yolcusundan kurtulan olmadığı sanılıyor...” Deniyordu.O an içeri bomba düşmüş gibi, herkes şoka girip, ses, seda kesilmiş, kimse “Bu Cezmi’nin uçağı, değil mi?” Diye, soramadığı gibi, bunu düşünmek dahi istemiyordu.
Serap o sırada yine mutfakta idi. Hemen televizyonu kapatan Nurcan, dışarı fırlamış, arkasından giden Kazan onu tekrar içeri getirmişti. Bunu bir şekilde Serap’tan saklamak istiyorlardı. Mutfağa giren Nurcan, Serap’a, çıkmak istediklerini söylerken yüzü sararmıştı. Bu hali Serabın dikkatini çekerek, nedenini sorunca;
-Biraz tansiyonum düştü. Demiş, sonra ekleyerek;
-Televizyonda bir uçak kazası olduğu söylendi de...Diye ağzından kaçırmıştı.
Bunu duyan Serap, birden sendeleyerek düşecek olmuş, fakat onu tutan Nurcan sandalyeye oturmasını sağlayarak;
-Ne oluyorsun böyle şekerim. Neden hemen kötü şeyler düşünüyorsun sanki?
-Sen böyle düşünmüyor musun? Nurcan, bir şey duydunsa lütfen benden gerçeği saklama.
-Doğrusu, bir an ben de böyle düşündüm. Fakat aklıma İsviçre’den İstanbul’a sadece bir uçağın geliyor olmayacağı geldi.
-Biliyor musun kardeşim, ben dün gece düşümde kötü şeyler görmüş, bir şeyler olacağından zaten korkuyordum. Tanrım... Dilerim Cezmi hayattadır...
-Metin ol kardeşim. Biz şimdi çıkar, araştırır ve sana doğru ve hayırlı haberi veririz. Sen merak etme.
Oradan ayrılmış ve hemen ilgili hava yolu şirketinin buradaki bürosuna gitmişlerdi. Gerçi kazada hayatını kaybeden yolcu ailelerine tazminat ödenecekti, lakin haber ne yazık ki doğruydu. Bu olay her ikisini de çok üzmüş, Seraba nasıl söyleyeceklerini bilmiyorlardı. Fakat başka çareleri olmadığı için eve tekrar gidip, alıştırarak açıklama kararı almışlardı. Güzel bir liseli genç kız olan Cezmi’nin kızı Seyyal de evdeydi. Anne, kız oturmuş, ağlıyorlardı. O gece Nurcan orada kalmış, Kazan Çamlıca’ya yalnız dönmüştü. Şöminenin karşısına oturmuş, düşünüyordu. Arkadaşı Cezmi için döktüğü göz yaşları içine akıyordu. İçi yanıyordu, çünkü bu olaydan ötürü sorumlu tutabileceği kimse yoktu. Metin olmalıydı...
Çok iyi geçinen iki arkadaştan Cezmi, kendine göre inançlı ve dürüst bir insandı. Ramazan gelince oruç tutar, ağzına içki koymaz, Cuma namazlarını kaçırmazdı. Kazan’ı severdi. Ama yine de ara sıra tartışırlardı. Çünkü Kazan ne Cuma’ya gider, ne de oruç tutardı. Bu tutumuna dair sebebi kimseye açıklamaz, böyle bir ihtiyaç duymaz, ısrar kabul etmez, ama dost oldukları için Cezmi’yle konuşurdu. Her birinin hareket saikları farklıydı. Cezmi’ye dini inancı konusunda ne aile çevresi, ne de başka bir yerde baskı yapılmamış, tamamen serbest büyümüştü. Evdeki bütün büyükleri ibadet yapan insanlar oldukları için, zamanla onlara benzemiş ve içinden geldiği gibi davranıyordu.
Kazan’ın durumu tam tersi olmuştu. Uzun yıllarını zoraki gönderildiği din eğitimi veren kurs ve okullarda geçirmiş, mecbur tutulduğu için olacak, din öğretilerini benimsememişti. Tanrıya, tek başına kaldığı zamanlarda içinden geldiği gibi yönelmiş, onu kah kendi içinde, kah çok uzaklarda veya hiç yok gibi saymıştı.
Bazen türlü nedenlere dayalı olarak, namaz dahi kıldığı olmuştu. Namazı, şekilsel bir ibadet tarzı olarak, insan tabiatına uygun buluyor, lakin bunu belli vakitler ve katı bir ritüele bağlamadan yapmayı yeğliyordu. Kısacası, ne zaman istenç duyarsa o zaman ibadet ediyordu. Şahsi ilkeleri hariç, Kazan’ın sonuna kadar uyup, bağlandığı kural yoktu. Kimseye karşı kural dayatmaz, herkesi, sonuçlarına katlanmak kaydıyla, istediği gibi davranmakta serbest bırakırdı. Bu bakımda Cumhuriyetin temel bir ilkesi olan Laikliği tutuyordu. Çünkü bu ilke her yurttaşa kişisel inanç ve vicdan özgürlüğü tanıyordu...
Hal böyle iken, ülke çapında, zamanla toplumsal bir sorun olan “Baş örtüsü meselesi” dikkatini çekiyordu. Bazıları bunu, kendi inanç ölçülerine göre inatla, savunurken, kimileri aynı tür inatla karşı çıkıyorlardı. Kazan ne savunanlara, ki bunlar çokluk üniversite öğrencisi kızlardı, ne de karşı çıkanlara hak veremiyordu. Bilakis, her iki tarafı da kendi içinde tutarsız görüp,samimiyetsizlikle suçluyordu.
Bir kez, baş örtülü oldukları için, içeri alınmadıkları okulları önünde ders çalışan ve kimi zaman kendilerini demir parmaklıklara kilitleme eylemleri yapan, onları uzaklaştırmak isteyen polise ağlayarak,direnen kız öğrencilerin yanına gitmişti. İçlerinden birine bunun gerekçesini sorduğunda, düşüncelerini şöyle açıklıyordu;
-Bu tamamen dinsel inancımızın gereği olup, her hangi bir siyasal akımla alakalı değildir.
Oysa, karşı çıkanların inatlaşma gerekçeleri basına şöyle aksediyordu;”Bunlar belli bir İslamcı siyasi akımın militanlığını yaparken, baş örtüsünü (Türban) bir sembol olarak kullanıyor, bu tutumları ile, kendileri gibi olmayanlar üzerinde manevi baskı oluşturup, bu da laiklik ilkesine aykırıdır” deniyordu. Buna ek olarak, “Bunlar ve arkalarındaki siyasi güçlerin asıl amaçları, Cumhuriyetin devlet yapısını Şeriat yönetimine çevirmektir” deniyordu.
Kazana göre; iki taraf da yanlış yapıyordu. Bu konu dahilinde sergiledikleri tutumla büyük Atatürk’ün kurduğu devleti dünya önünde gülünç duruma düşürmekteydiler. Çünkü Atatürk; “Bağımsızlık ve hürriyet benim karakterimdir” demişti. Aksi durumda, yani, mahkum edilmedikleri ve şu durumda özgür oldukları halde, bunu lâyığı ile idrak edememiş olanlar ile, laiğiz, dedikleri halde, aksine davrananların sıfatı aynı ve bunu karaktersizlik, diye tanımlıyordu. Çünkü baş örtüsünü savunanların kaçınamadıkları bir zafiyet, ona karşı çıkanlarda başka bir zafiyete yol açarak, aslında herkesin savunmakla yükümlü olduğu, temel bir Cumhuriyet ilkesi olan laikliğe ters düşülüp, onun yozlaştırılmasına yol açılıyordu. Kazan bu görüşlerini İlahiyat Fakültesi öğrencilerine açtığında, her şeye rağmen ona itiraz edip, yanıldığını iddia edenlere şöyle diyordu;
-Bu, dinsel inancımızla ilgilidir, din ise tinsel hayatımızın temelidir derken, ona ne büyük bir önem verdiğiniz anlaşılıyor. Hiç böyle büyük ve hatta sınırsız bedel biçilen bir şey, sınırlı bir feragatle elde edilebilir mi? Kaldı ki, inanç sahibi olmak ve bunu göstermenin sonuncu mesabesinde sayılabilecek bir baş örtüsü takma konusunda gösterilen bu ısrar, işte böyle, gereksiz bir karşı tepkiyi doğurmaktadır. Yanılıyor muyum?
- Evet, bunun asıl nedeni bizi yönetenlerin hoş görüsüzlüğüdür.
Bu sözün sahibi genç kıza cevap veren Kazan;
- Sizlere, bu durumda ne yapılması gerektiğini açıklaya gerek yok, zira akıl sahibi ve mantıklı düşünecek çağda, birer üniversite öğrencisi olmuşsunuz. Fakat bence asıl sorununuz, savunduğunuz mefhum konusunda emin olmamanızdan oluşmaktadır. Zira sizler, eğer gerçekten emin olmuş olsaydınız, yani buna hakikaten inanmış olsaydınız, böyle mahdut edilemezdiniz.
- Ne yani, bizi inançsızlıkla mı itham ediyorsunuz?
Bu soru karşısında Kazan çaresiz gülerek;
- Hayır. Ben sadece, gerçek inanışın insana nasıl bir hürriyet his ve anlayışı kazandırabileceğini iyi biliyorum.
- Yani o anlayışı bizlerde göremiyorsunuz, öyle mi?
- Evet.
- Biz ama er kişi değil, birer bayanız nihayet.
- Bayan olmak insanı kişi olmaktan uzaklaştıran özellik midir sizce?
- Değil, ama yine de bir bayan olarak kişiliğimizi yaşamak daha zor oluyor.
- Sanırım asıl zorluk bireysel kişiliklerinizin oluşması aşamasında başlıyor. Çünkü bunu çoğunlukla hazır kalıplardan alıyor, kendi iç dünyanızı dinlemeniz asla söz konusu bile olamıyor.
- Fakat, o kalıp dediğiniz kişilikler din büyüklerimize aittir. Böyle mükemmel kişilikler varken, kendi kişiliğimizi oluşturmak istemek daha zor bir yolu tutmak değil midir?Bunu mu bize önermek istiyorsunuz?
- Bu sorunuz için söylenmesi gereken daha çok şeyler var. Bu tutumunuzla, bütün din büyüklerinin kişiliklerini tek bir kişilikte birleştirmek istiyor olduğunuzun farkında bile değilsiniz.Bunun başarılamayacak bir iş olduğu kesin ve bu haliniz de bunun kanıtı olsa gerek.
- Ama biz, daha ziyade bu kişiliklerin ahlaki düstur ve tutumlarını benimsiyoruz.
- Onun için mi baş örtüsü takmakta ısrar ediyorsunuz?
- Evet.
- Şu halde, sizce baş örtüsü takmayanlar ahlaksızlık etmiş oluyorlar. Öyle mi?
-!?
Diyor ve oradan uzaklaşıyordu. Onun gidişini izleyen diğer kızlar arkadaşlarının yanına geliyor, ne konuştuklarını soruyorlardı. Bir süre sonra, yeniden buluşmak üzere onlar da eylem yerini terk ediyorlardı.

Bu arada Hüseyin,Kazan’ı muhakkak bulması için Fırat’a haber göndermişti.İstanbul’u, gerekirse karış karış aramalı ve onu bulmalıydı. Fakat bu iş kolay olacağa benzemiyordu. Çünkü Kazan artık tebdili kıyafet gezmiyor, bu bakımdan Fırat’ın elindeki eşkal ona uymuyordu. Aramayı sürdüren Fırat, sonunda Cezmi’nin evini ve böylece ona götürecek yolun başlangıç noktasını bulmuştu. Fırat bunda haklıydı, çünkü Nurcan ve Kazan oraya birlikte geliyorlardı. Fakat bu adam ne öyle uzun saçlı, ne de sakal taşıyordu. Onları izleyerek Çamlıca da ki villayı öğrenen Fırat şimdi bir yolunu bulup, onlara yaklaşmak ve yakından soruşturmak istiyordu. Ancak henüz bilmediği bir husus, onun için tehlikeli olabilirdi. Çünkü Kazan onu fark etmiş, hissettirmeden onu izlemekteydi. Kazan onu ilk etapta sivil polis sanmıştı. Kendisine karşı kullanılacak geçerli bir delil bulunmadığı için onu tehlike saymıyordu. Lakin onu takip edip de hiçbir zaman emniyete ait binalara girmediğini görünce, kararı değişmiş, kuşkulanmağa başlamıştı. İlk fırsatta onunla doğrudan karşılaşma kararı almıştı. Ne tesadüfse, aynı kararı alan Fırat bir akşam üstü gelerek kapıyı çalmıştı. O sırada evde olduklarını biliyordu. Zil sesini duyan Kazan kapıyı açmak için Nurcan’ı göndermiş, kendisi eli tetikte bekliyordu.
Kapıyı açan Nurcan;
- Buyurun, kimi aramıştınız?
- Affedersin abla, sizinle bir konu hakkında görüşmek istiyordum.
- Benimle mi?
- Hayır, yani eşinizle. Kendisi buradaysa tabii?
- Evet, buyurun, salona geçin, ben haber vereyim.
- Sağ ol abla, fazla zamanınızı almayacağım.
- Tamam, şöyle geçin.
Fırat sağa sola bakınarak küçük koridordan soldaki odaya girmişti. Bu sırada arkasında kalan koridorun diğer ucundaki odada bulunan Kazan, o içeri girince yanına gelmişti. Fırat henüz ayakta duruyordu.
- Hoş geldiniz, buyurun, şöyle oturun.
- Sağ olasın ağabey, ben size birini soracaktım.
- Kimi?
- Siz uçak kazasında hayatını kaybetmiş olan Cezmi beyin arkadaşıydınız, değil mi?
- Evet.
- O halde soracağım adamı muhakkak tanır, veya en azından görmüşsünüzdür.
- !
- Uzun saçlı, sakallı ve sizin boylarınızda biri...
- Evet gördüm, hatta iyi de tanırım. Fakat siz onu neden arıyorsunuz?
- Vallahi ağabey, bunu ben de tam bilemiyorum. Ama bizim patron, Kemal bey ona çok önem veriyor, mutlaka bulmamı emrediyor.
- Amacı neymiş peki?
- Buna cevap vermeden, ben o kişinin ne iş yaptığını, tahsilli biri olup olmadığını sorabilir miyim?
-Hayret, bununla ne alakalı olabilir ki?
- Alakası şu; Kemal bey şu sıra Antalya’da ve kurmakta olduğu yeni bir kurs için hocalar arıyor, orada bir tür ders vermek için.
- Deme ya, amacı neymiş peki?
- Ne bileyim ağabey, vallahi bilmiyorum. Ama çok ciddiler bu işte. Bir sürü de para harcanmış bu uğurda.
-Allah, Allah... Kurs ha... Bu Kemal bey hayli ilginç biri, hatta biraz tuhaf.
- Tuhaf değil ağabey, dostum Hüso’nun da dediği gibi, iyi niyetli biri ve bana sorarsanız resmen baba bir insan.
- Enteresan... E, eh, sonra?
- Kemal bey bir akşam, her ne yaşadıysa, kendisinde büyük değişiklik olmuş. O günden sonra bu gibi işlere iyice merak sarmış.
-Bir akşamda ha. Yok canım, o kadar da değildir.
-Vallahi doğru ağabey. Onun öncesini bilenler “Adam tam bir iyilik meleği” diyorlar. Şimdi bana o kişi hakkında bilgi verecek misiniz?
- Olabilir, ama Kemal beyin onunla ne işi olduğunu öğrenmeden bunu yapmam doru olmaz. Değil mi?
-Haklısın ağabey, esasen ben de yapmazdım. Ama sizi temin etmek için dostum Hüso’yu tekrar arasam. Olmaz mı?
-İyi, ara bakalım.
Nitekim Fırat telefon etmiş ve Hüso’dan beklediği cevapları almış olarak;
- Tamam ağabey, aksi bir durum olursa, ki kesinlikle olmayacak, buna dair her türlü sorumluluğu üstleniyoruz.
- Tamam, onun adı Kazan ve o benim.
- Buna çok memnun oldum. Sizi bulduğumu haber verebilir miyim?
- Olur, fakat Kemal beyin benden ne istediğini bilmiyorum, bunu öğrenirsen gerekeni düşünürüz.
-Tamam.Hüso’yu tekrar arayan Fırat, Kemal beyin Kazandan hoca bulmak konusunda yardım istediğini öğrenmişti. Durumu Kazan’a açtığında, buna önce şaşırmış, sonra gülerek;
- Nasıl bir hoca arıyorlar, ne dersi ve hangi şartlarda verecekmiş, bunları bilmeden bu konuda bir şey söylemek mümkün değil.
- Kazan ağabey, bu teklifi kabul edip, yardım için gitmeniz halinde istediğiniz ücretin verileceğini ayrıca belirtmem istendi.
- Bu önemli değil. Ama hangi konuda uzman hoca istendiğini öğrenirsen daha iyi olur.
- Bunu sorar, öğrenirim. Telefon numaranızı verirseniz, sizinle daha sonra irtibata geçerim. Olmaz mı?
-Olur.
Böylece anlaşıp, ayrılmışlardı. Fırat’ın çıkmasından sonra Kazan konuyu Nurcan’a aktarmış, fakat o işkilliydi; bunun bir tuzak olabileceğinden kuşkulanıyordu. Lakin Kazan, her şeye rağmen bir deneme yapmak ve gidip çalışmaları yerinde görmek istiyordu. Kemal bey İstanbul’a dönmüş, yatından Kazana telefon açmıştı. Bir süre sonra Kazan ve Fırat gelmişlerdi. Kemal bey Kazanı karşılarken çok heyecanlıydı. Yüksek rıhtımdan bordaya geçen Kazanı muhabbetle kucaklarken;
- Hoş geldin Kazan Bey. Davetime icabet edip, geldiğin için çok sağ ol.
- Hoş bulduk Kemal Bey. Sizi gördüğüme ben de memnun oldum.
- Umarım teklifimi düşünmüşsündür?
- Evet, Antalya’ya gideceğim. Umarım sandığınız gibi bir katkımız olur.
- Bunda kuşkum yok. Ne zaman uçuyorsun?
- Yarın.
- Bu arada, Cezmi için cidden üzüldüğümü bildirmek isterim. Onun da sağ olup,bu günleri görmesini çok isterdim.
- Eksik olmayın Kemal Bey.
- Sanırım eşi ve bir de kızı vardı. Onlar için yapabileceğim bir şey olursa bunu muhakkak bilmek isterim.
- Sağ olun.
- Buyur,şöyle içeri geçip, bir şeyler içelim.
Derken salona geçip, kahve içerek bir müddet sohbet etmiş, sonra ayrılmışlardı. Devresi gün Kazan ve Nurcan Antalya’ya uçmuşlardı. Varınca Nurcan bir otele yerleşmiş, Kazan okulun idari işlerinden sorumlu ve kendisini almak üzere bekleyen Hüseyin’le yola çıkmıştı. Arabayı Hüseyin kullanıyor, yol alırken konuşuyorlardı.
- Kazan Bey, Kemal Bey sizi bu iş için ta başından beri düşünüyordu. Fakat adınızı öğreneli henüz iki gün oldu. Sizinle tanıştığıma memnun oldum.
-Ben de, fakat, doğrusunu isterseniz bu projede nasıl bir işlevim olacağını halen anlamış değilim.
- Tevazu gösteriyorsunuz, ancak Kemal beyin bir bildiği vardır muhakkak. Hangi konularda ders verebilecek eğilime sahip olduğunuzu tesbit etmek için, isterseniz önce özel ilgi alanlarınızı biraz sorgulayalım. Örneğin; hayat anlayışınız nedir?
- Hayatı bir bütün olarak görür, onayımız sorulmadan getirildiğimiz bu yaşamda kalmanın ötesinde, bunu bir sanat gibi yaşamayı isterim.
- O, oo Kazan Bey, meseleye çok geniş bir zaviyeden bakıyorsunuz. Bu bakış açısı hayret verici. Biraz açar mısınız? Örneğin, kadere inanır mısınız?
- Kader her halde yüce yaratıcının bir taktiri olarak, vardır. Ancak bu konu beni üçüncül derecede meşgul eder. Ben daha ziyade, bize meçhul bir irade ve takdirle geldiğimiz bu dünya hayatını beş duyumuzla nasıl algılar, nasıl daha iyi yaşarız, ona bakarım.
- Ölümden sonrası alakadar etmez mi sizi?
- Eder,ancak bana göre ölümden sonrasını bilmenin ve onu bir şekilde teminat altına almanın yolu, yaşarken buna dikkat etmektir.
- Tanrıya inanır mısınız, desem?
- Tabii ki, hem de kuşkusuz. Ancak inanç anlayışım kendime göredir her halde. Yani, her şeyi kapsadığı gibi, aynı zamanda her şeyin dışında olabilen, süper latif bir yüce Yaratıcı olduğuna inanıyorum.
- Detayları henüz bilmiyorum, lakin yaklaşım tarzlarımız benzeşiyor. Biraz sonra sizi diğer hocalarla tanıştıracağım. Her biri kendine göre mümtaz şahsiyetlerdir.
Derken yüksek tepeyi tırmanmışlardı. Burası eski çağlardan kalma surların içinde kurulmuş, kısmen restore edilen yapılardan oluşmuştu. Her şey düşünülmüş, her türlü imkanı haiz hale getirilmişti. Denize ve Akdeniz sahili boyunca uzayıp giden şehre yukarıdan bakıyordu. Şehirdeki gibi bunaltıcı olmayan açık havada, sofada oturup, mistik sohbetlere dalmak kim bilir ne kadar güzel olurdu. Arabayla kale kapısından girmiş, geniş alanda park ederek, kabul salonuna geçmişlerdi. Etrafta onları karşılayan iyi giyimli genç talebeler vardı. Saygı gösterip, hoş geldin diyorlardı. Saat ikindi sularıydı. Bu sırada herkes konferans salonunda toplanmıştı. Ön sırada gösterilen boş koltuklara oturmuşlardı. Konuşmacı orta yaş sanlarında, iri yapılı, davudi sesli bir hocaydı. Hüseyin onu kast ederek, alçak sesle:
- Bu bizim Göktürk Hocadır. Tarihi konuşmaya doyamaz. Anlatılarının her biri bir romandan kesitler gibi akıcı ve sürükleyicidir. En aşina olduğu bölüm umumi Türk tarihi ve bilhassa ilkçağ zamanlarıdır.
- Siz işi baya ilerletmişsiniz Hüseyin Bey, doğrusu bu kadarını ummazdım.
- Faaliyetler gün geçtikçe şumullenip, sizinle renklenecek Kazan bey. Size de konuşma sırası gelecek, isterseniz önce biraz dinlenin. Hemen istirahata geçe bilirsiniz. Odanız tekmil ve sizi bekliyor. Ben şöyle bir izlenim edinin diye önce buraya getirdim. Koridor nöbetçileri, aşçılar emrinize amadedir. Acıkmışsanız odanıza hemen yemek getirirler.
- Doğru, biraz istirahat etmem iyi olacak.
- Tamam hocam, buyurun çıkalım, ben odanızı göstereyim.
Kazan devresi sabah yumuşak yatağında uyandığında saat erkendi. Geniş odada her türlü konfor düşünülmüştü. Bir kenarda lavabo ve duş kabini. Öte yanda hemen her konuya dair kitapların yer aldığı kitap rafı ve üzerinde son sistem bilgisayar ile faks-telefon cihazı bulunan maun bir çalışma masası. Ölçülerine göre düzenlenmiş dolu bir gardırop ve köşedeki şöminenin yanında, koltuk ve sehpaların yer aldığı her türlü içkinin bulunduğu mini bar. “Buranın böyle olduğunu bilsem, Nurcan’ı da birlikte getirirdim”, diye düşünüyordu. Bir süre bilgisayarla meşgul olduktan sonra, kahvaltıya çağrılarak çıkmıştı. Yemekler toplu halde yemekhanede yeniyordu. Herkes çoktan kalkmış, servis yapılmış olan masalara toplanılmıştı. İki Hoca ve 15 öğrenci birleşik masalarda ve yan yana yedikleri gibi, bütün faaliyetlerde bir arada bulunuyorlardı. Esasen yüz kişinin barınabileceği imkanları haiz Zaviyede onbeş öğrencinin bulunması henüz yeterince duyulup, tanınmamış olduğundandı. Faaliyet başlayalı zaten on gün ancak olmuştu. Herkesin memnun olduğu hallerinden belliydi. Hüseyin onun geldiğini görünce hemen yanına gelmiş ve Kazanı diğer öğretmenlerin yanına götürerek, onlara takdim etmişti.
-Arkadaşlar, bu Kazan Hoca, kendisi bir çok konuda bilgi ve deneyim sahibi olarak bize katılıyor.
-Bendeniz Alpdoğan Göktürk, Aramıza hoş geldiniz Kazan Bey!
-Ben de Faik Eroğlu, sizi tanıdığıma sevindim Kazan Bey, aramıza hoş geldiniz!
-Sağ olun arkadaşlar, ben de sizleri tanıdığıma sevindim.
Kahvaltıdan sonra , her hoca beş öğrenci ile üç ayrı bir sınıfa girmişlerdi. Sınıflarda, sanıldığı gibi sıralar yoktu. Aksine, büyük bir yuvarlak masada oturuluyor, herkes kendini tanıttıktan sonra sırayla konuşuluyordu. Kazanla gelen beş gençten biri olan Cemal:
-Hocam, sizce, bir insan için hayatta en önemli ve mutlaka öğrenmesi gereken nedir?
- Öncelikle belirtmek gerek ki, İnsanın öğrenmesi gereken şeylerin başında kendini ifade etmek için dili öğrenmeğe ihtiyacı vardır. Esasen insanın istemlerinin kökeninde ihtiyaç vardır. İnsan, gereksinim duymamış olsa çok şeyi öğrenmek istemeyebilirdi.
- O halde, sorumuzu, insan nelere ihtiyaç duyar ve ikinci olarak, neleri öğrenmek ister, diye sormalı, öyle mi hocam?
- Evet, böylesi daha uygun olurdu. Lakin biz öncelikle ihtiyaç duyduğu şeyleri saymağa çalışalım. Dili söyledik. Bütün arzu, istem ve taleplerimizi karşı tarafa iletebilmek içir buna gerek duyarız. O bakımdan bu hem istem, hem ihtiyaçla alakalı, çok mühimdir. İkinci ihtiyaç duyulan şey sağlık ve sıhhatimizdir. Sonra ise sıra ile yeme-içme, barınma, savunma ve giyinme ihtiyaçlarımız gelir doğal olarak.
- Hocam savunma ihtiyacına neden bu denli önem atfediyorsunuz, anlamadım. Çünkü insan bir aile içinde doğar ve büyür. Savunmasını da elbette ki ailesi sağlar.
- Doğru, ama insan bütün hayatı boyunca ailesi ile yaşayamaz, işte sizin gibi, ailesinden ayrılıp, başka diyarlara gidebilir. Gidilen yerden dönebilecek durumda olmak gerekmez mi?
-Evet, tabii.
- O halde savunma da çok mühim bir ihtiyaçtır ve bunu sağlama yöntem ve araçları en kısa zamanda öğrenilmeli, buna ilişkin beceriler vakit kaybetmeksizin edinilmelidir.
-Savunma diyince, bilhassa neyi kast ediyorsunuz hocam?
-İnsan hayat ve masumiyetini tehdit edebilecek yapıda olan her şeyi.
-Bunun için ne yapmak lazımdır peki?
-Öncelikle bedenini olabildiğince güçlendirip, her hangi bir silaha gereksinim duymadan, asgari savunma yeteneklerini geliştirmeli, yüzme öğrenmelidir.
-Yüzme de bir savunma aracı mıdır hocam?
-Elbette, zira yüzemeyen insan dünyanın yüzde yetmiş beşini kapsayan ve bu bakımdan tehdit sayılan suda boğulabilir. Bu işi isteyenlere ben öğreteceğim. Neye karşı olacak, elbette ki size saldıran her şeye ve herkese karşı. Kendini savunma sanatını öğrenmek isteyenler el kaldırsın.Herkes el kaldırmıştı.
-Tamam, diğer arkadaşlarınıza da sorar, katılmak isteyenlerin isimlerini idareye verirsiniz. Bundan sonra her akşam, bütün örenci ve hocaların iştirakiyle, iki saati fiziki, iki saati teorik çalışmalar için, düzenli derslere başlanılmıştı. Çalışmalar iyi gidiyor, herkes bu faaliyetten çok memnundu. Bir akşam yine, fizik çalışmalarına ara verilmiş, nazari önemi olan konulara dair konuşuluyor, herkes kendi telakkisini anlatıyordu. Öğrencilerden biri:
-Hocam, Bu-Do’ya başlarken en önemli olanın kişinin kendini tanıması olduğunu söylemiştiniz. Bu neden önemlidir. Her hangi bir insan olmak yetmez mi?
Buna cevap vermek için ayağa kalkan Kazan, yüzünü o sırada batmakta olan turuncu güneşe dönmüş, gözlerinde alazlı pırıltılar uçuşuyordu:
- Soru için teşekkür ederek, hemen sorunun açılımına geçelim. Evet, kuşkusuz tek başına bir insan olmak bile yeterlidir. Ancak, Bu_Do’nun asal teması bunun üzerindedir. Yani, onun faaliyet alanı kişinin bireysel olarak sahip olduğu-olması gerektiği alan dır. O alanın niceliği ne, ve nasıl olmalıdır?
Bu soruların da bir cevabı olmalı değil midir? Evetse, işte bu cevap Bu-Do sanatının inceleme sahasıdır. Bir şey eğer yerinde aranmıyorsa bulunamaz, var olsa bile. O halde, bir şeyi bulmak için öncelikle onu nerede, hangi mahalde, hangi enlem ve boylam arasında olduğunu önceden bilmeliyiz. Bilmiyorsak, onu ilk rastladığımız insanın ki farz eder ve ihtimal ki, yanılırız.
- Yani, kişide bir kişilik potansiyeli baştan beri olmalı, öyle mi hocam?
- Evet. Ancak temel üzerine bina kurulur çünkü. Bu zemine sahip olanlar burada toplanmış, inşaat üzerine konuşuyoruz. Kişilik binasını kurmanın tabii ki bir çok yol ve yöntemi vardır. Ya mevcut Mimari tarzlardan biri benimsenir, veyahut da kişi kendine daha yakın bulduğu bir toplulukta geçerli düsturu benimser. Türlü topluluklar çatısı altına bütün milletler girmektedir. Burada toplananlar olarak bizler Türkleriz. Kendini başka bir üst aidiyete tabi görenler var mı, ki bu mümkündür?
- Ben Kürdüm hocam.
- Ben Abazayım hocam.
- Ben de Gürcüyüm hocam.
- Ben Çerkezim hocam.
- Hocam ben Karadenizli, Rizeliyim yani. Laz dersiniz ya hani.
- Evet, bütün etnik tebaadan adam var aramızda. Şimdi gelelim Bu-Do okulu olarak, kendi düsturumuza. Bunu kendimiz belirliyor, sonra hemen uyguluyoruz. Başarılı her adım binayı daha çabuk kurmamızı sağlayacaktır. Lakin her taşın yapıya uygun hale getirilmesi işi yonucu ustasına düşer. O usta bu okuldur.Herkes bizdeki timsale göre çalışarak, bir an önce aynı resmin temel hatlarını tutturmağa bakmalı. Sapmalar kendi suretini yapmaya imkan verir.
-Timsal dediniz soyut bir resim midir Hocam? Yoksa bu düsturun hocası olmanız nedeniyle, sizin şahsınızı mı anlamalıyız?
- Evet, temsili resim olarak önce biz model olacağız biçimlemeğe, sonra herkes kendi resmine zorunlu sapmalarını ekleyip, kendine yeni bir karakter çizecek.
-Bu mümkün mü hocam?
- İhtimalsiz değil. Bunu başarmağa çalışacağız.
- Her şeye rağmen, sonunda bir birimize çok benzeyeceğimize iddiaya girerim.
Bunu diyen Cemaldi. Ötekiler de ona katılıyordu. Kazan gülerek;
-İşte burada büyük bir uğraş olacak, biliyorsunuz, değil mi?
-Bence hiç uğraşmağa lüzum yok. Size hiç ulaşamayacağımıza göre, en yakın bir noktaya gelmeğe bakacağız. Aşağılarda başka yöne aşırı sapmalar olursa, ki sanmam, sonuçta fazla bir farklılık görülmez aramızda.
-Cemal çok keseden gidiyor ya, bakalım sonra ne olur.
-Bence de öyle hocam. Etnik köken telaffuz etmeden söylüyorum; şahsi kanım arkadaşlarımla aynıdır. Yani hocam, çok farklı tek resim dahi çıkmaz aramızdan.
-Buna karşı bir yasak olmadığı gibi, aksinin imkansız olduğuna dair bir iddia da yok. Yani, herkes vicdanınca düşünmekte hür olacaktır.
-Uçmakta hürüz, ama uçamıyoruz işte hocam. Bunun için hem bir uçak, hem de uçmayı bilmek lazım.
Bu minval üzere çalışılarak, aradan altı ay geçmiş, herkesi sınav korkusu almıştı. Çünkü altı aylık periyotlarla yapılan bu çalışmalar, her altı ayda yeni mezunlar veriyordu. Sınav soruları çok pragmatik idi. Buradan mezun olan kişi mühürlü icazeti alacaktı. Öğrenciler sırayla geliyor ve sorulara cevap veriyorlardı.
- Fizik sınavını geçmiş, ruh sınavına giriyorsunuz.
- Evet hocam.
-O halde, kimliğinizle başlayalım: Kimsiniz?
- Evet, ben Cemal, aranızdan öz benliğimle ayrılırken, burada aldığımız o ilk ışıktan kopamayacağımı biliyor, onun sonsuz mihveri yörüngesinde muhayyer bir menzili devam eylemek üzere veda ediyorum. Şu an nasılsak, yaşadıkça böyle kalacağımıza dair ant olsun! Ant olsun doğan güne!
- Siyasetle ilgilenecek misin Cemal?
- Evet.
- Öncesi ile sonrası arasında, hangi noktadasın?
- Önceleri sadece biliyordum, şimdi yaşıyorum.
- Bildiklerinin kargaşasından kurtulduğuna emin misin?
- Tabii ki, öncelikle; herkesin bildiğini bilmenin bilgi olmadığını öğrendim. Farklı kişi olan, herkesin yaptığını yapmayandır. Yeni durumlar, yeni ihtiyaçlar yaratır. Çok şükür; bu okulda bütün durum ve muhtemel ihtiyaçlara cevap öğrendik.
-Şahadetnamemizi liyakatin şahikasında taşıyabileceğinden müsterihiz.Uğurun bol, yolun açık olsun.
Son öğrenci de çıktıktan sonra okuldan ayrılan Kazan, o sıra yine Kemerde olan Nurcan’ın yanına gitmişti. Çalışmalarının onu çok mutlu kıldığını ve benliğinde adeta yeni bir inkişafı yaşadığını, bütün algılarının olumlu anlamda değiştiğini söylüyordu. Nurcan onun mutluluğundan neredeyse endişe edecek hale geliyor, bir anda, evliya oldum, demesinden korkuyordu. Parkta yürüyorlardı. Etraf sessizdi. Sonbaharın rengarenk gazelleri arasında yürürlerken, uçuşan yaprak sesleri duyuluyordu. Ansızın vınlayan bir kurşunla vurulan Kazan yere yıkılırken, Nurcan can havli ile imdat için haykırıyordu. Sonra siren sesleri ve gelen polisler;
- Başınız sağ olsun. Beyefendi bir suikasta uğramış görünüyor. Uzun menzilli bir silahla vurulmuş. Eşiniz miydi?
- Hayır, her şeyimdi o. Onu durdurmak için meyit ettiler. Ama meyitler asla ölmez...
- İşte ambulans geldi. Umarım henüz çok geç olmamıştır.
- Evet, umarım...
Bir sedyeye konan yaralı, az ötede bekleyen araca taşınmış, can kurtaran siren çalarak yola koyulmuştu. Çok geçmeden devlet hastanesinde ameliyata alınan yaralı, kalbe isabet eden 22 kalibrelik çekirdekten kurtarılmış, lakin henüz yoğun bakımdan çıkamamıştı.
Nurcan saatlerdir sağlık haberini bekliyordu. Bu arada olayı haber alan Hüseyin ve bütün hocalar hastaneye koşmuşlardı. Durumdan haberdar edilen Kemal Bey ilk uçakla hava alanına inmiş, birazdan hastanede olacaktı. Herkes bu işi kimin ve neden yaptığını merak ederken, polis araştırma yapıyor, olayı açıklamak istiyordu.
Mermi takriben iki yüz metreden ateşlenmiş, hiç görgü tanığı yoktu. Bu gibi durumlarda adet olduğu üzere, suçluya ulaşmak için yaralının geçmişi mercek altına alınmış, lakin sonuca götüren somut bir ipucuna rastlamak mümkün olamıyordu. Adli tıp uzmanlarınca merminin hangi silahtan atılmış olduğunun belirlenmesi ilk ipucu olacaktı. Lakin bu iş uzun süreceği gibi, bir sonuç vereceği de kesin değildi. Kazanın henüz ölmeyip, kurtulma umudunun mevcut olduğunu duyması Kemal beyi biraz teselli etmiş, bu konunun bir an önce aydınlatılması için ne kadar nüfuz sahibi tanışı varsa arıyordu. Aksi halde, mahut olaydan ötürü Nurcan kendisinden dahi şüphelenebileceğini düşünüyordu. Koridorda bir sandalyede oturmuş, saatlerdir beklemekte olan Nurcan’ın yanına gelen bir hemşire, onu Kazan’ın odasına götürebileceğini, artık kendisine gelmiş olduğunu müjdeliyordu. Derhal yerinden kalkıp, hemşirenin arkasından yürümüştü.
Kazan gerçekten kendindeydi. Bunu görünce gözlerine inanamamış, sevinçten ağlıyordu. Kazanın yanına, yatağın kenarına oturmuş, yüzünü onun serin ellerine sürüyordu. Onun bu halini gören Kazan gülerek;
- Ne o güzelim, yoksa bir an ölüp, gittim mi sandın? Korkma, ben öyle kolay ölmem.
-Seni bir an kaybettiğimi düşündüm. Tanrım, sana çok şükürler olsun.
-Merak etme, birkaç güne kalmaz taburcu edileceğim söylendi.
Nitekim, Nurcan’ın çıkmasından sonra Kemal ve diğerleri ona geçmiş olsun demişlerdi. Kemal samimi bir çehreyle:
- Bunu yapanı mutlaka bulacağız, bundan hiç kuşkun olmasın Kazan. Bu, sen yaşamamış olsan bile böyle olacaktı.
- Sağ ol Kemal Bey, bunu kimin veya kimlerin yapmış olacağını tasavvur edemiyorum.
- Polis ve diğer istihbarat teşkilatlarında dostlarımız var, hemen onlarla irtibata geçip, soruşturmayı derinleştireceğim.
- Bana kalırsa buna gerek yok. Hem nasılsa bir yararı olmaz.
- Neden olmasın ki?
- Benim gibi başına buyruk bir serdengeçti için en mühimi, şu an hayatta olmaktır...
Kemal Kazan’ın yanından ayrılır ayrılmaz ima ettiği dostlarını aramıştı. Fakat tahkikat yeni başladığı için söylenecek bir şey yoktu. Bir hafta sonra Kazan taburcu olmuş, İstanbul’a dönmüşlerdi. Biraz iyileştikten sonra Antalya’ya tekrar dönecekti. Fakat bu arada boş durmayıp, hayatına kast edenleri bulmak için düşünecekti. Şu an hiçbir şey bilmiyor ve tasavvur edemiyor olsa da, onları bulacağına inanıyordu. Çünkü onlar her kimse, muhtemelen kendi geçmişinde bir anın peşine düşmüş olmalıydılar...
Günlerdir kah istirahat ediyor, kah bedensel eksersizler yaptıktan sonra yatıp, düşünüyordu. Nihayet dört hafta sonra eski sağlığına kavuşmuş ve olası gördüğü yerlerde ön araştırma yapmak istiyordu. Birkaç gün önce aldığı Kawasaki 1600, deriden mamul motosiklet kıyafeti ve başında miğferi ile evden çıkmıştı.
Akşam olmak üzereydi. İstanbul yolları her zamanki gibi kalabalıktı. Ama bu o denli bir engel oluşturmuyor, güçlü motorun kıvrak manevraları hızla yol almasına imkan veriyordu. Boğaz köprüsünden geçmek istiyordu. Gişelerden henüz hareket etmişti. Köprünün orta noktasına geldiği sırada korkuluklardan öte yana geçmeğe çalışan birini fark etmiş ve hemen frene basmıştı. Henüz yirmili yaşlarda olan bir gencin intihar etmek üzere olduğunu anlamış, sağa yanaşıp, yavaşça motordan inerken, gence hitaben:
- Hey, delikanlı! Dur hele, sen ne yapmak istiyorsun kardeşim?
Onun kendisine doğru yaklaştığını gören genç:
-Dur. Sakın gelme ağabey. Beni kendi halime bırak. Bıktım bu sefil hayattan. Yaşamak istemiyorum artık.
- Dur biraz kardeşim. Dur da ne derdin varsa bir konuşalım, istersen yine atlarsın.
- Bu benim sorunum, kimseye yük olmak istemiyorum. Kararımı verdim, lütfen beni kendi halime bırak.
Köprü trafiği hiçbir şey olmuyormuş gibi akarken, Kazan, intihar etmeğe kararlı olduğunu söyleyen gencin yanına yaklaşıyor, onu oyalamak için konuşmasını sürdürüyordu.
- Henüz çok gençsin koçum. Ne gördün hayattan ki, yazgın karşısında yenilgiyi kabul ediyor, hemen teslim bayrağını çekiyorsun. Yakışır mı bu sana?
- Yok be ağabey, gördüklerim bana yeter, gına geldi artık işsiz, güçsüz dolaşmaktan.Çok yaklaştın, hemen dur yoksa atlıyorum!?
- Tamam, tamam! Dur. Sakın atlama. Sorunun buysa çözeriz. Bunun için insan kendi hayatına kıyar mı hiç.
- Yok ağabey, ben böyle diyenleri çok gördüm. İnsanlara ne inancım, ne de güvenim kaldı.
- İsmin ne, nerelisin, neden böyle umutsuz konuşuyorsun kardeşim. Her sorunun bir çaresi vardır, seninki dert bile değil. Sana hemen iş bulacağıma dair söz veriyorum.
- Yok ağabey, inanmam dedim. Lütfen yoluna git. Benim de bir onurum var, böyle onursuz yaşamaktansa ölmeği yeğlerim.
- İsmini dahi söylemedin. Erkan, ne önemi var sanki bunun.
- Öyle deme, her insan bir olmaz.
- Yok, bana göre bütün insanlar aynı.
- Olur mu Erkan, bana bak! Hiç yalan söyler bir hal var mı bende?
- Güldürme adamı ağabey, başındaki kasktan yüzün mü görünüyor ki? Bu halinle uzaylılara benziyorsun.
- Tamam, hemen çıkarıyorum. Kusura bakma, telaşla bunu unutmuşum. Beni uzaylılara benzetişin çok ilginç, şu halde beni daha önce rastladığın kişilerden biri olarak görmüyorsun, değil mi?
- Yok, onu söz gelişi söyledim. Ama yine de sen biraz daha farklı görünüyorsun. Her şeye rağmen ben gidiyorum. Haydi eyvallah!
- Dur bir saniye Erkan. Tamam, yapma diye ısrar etmeyeceğim artık. Fakat beni tanımanı istiyorum. Adım Kazan ve benim sorunum seninkinden bile beter, biliyor musun?
- Bırak ağabey, giderayak benimle dalga geçme.
- Yok, yok inan ki. Hastaneden çıkalı henüz birkaç gün oldu. Kalbimden kurşun yedim, ama şükür ölmedim.
- Deme ya, nasıl oldu, kim yaptı peki bunu?
- İşte sorun bu ya. Kimin ve niçin yaptığını dahi henüz bilemiyorum. Uzaktan ateş edildi. Karşımda görünmeyen bir düşmanım var.
- Allah, Allah! Böylesine ilk kez rastlıyorum. E, eh, şimdi ne yapacaksın peki?
- Vallahi bilmem, işte çıkmış, beni vuranları arıyordum. Bana yardımcı olmak istemez misin?
- E, şey. Yani isterim ama ne yapabilirim ki?
- Güzel, gel öyleyse. Sonra bunun nasıl olacağını konuşuruz.
- Beni atlamaktan vazgeçirmek için uydurmadın bunu değil mi?
- Yok, emin olabilirsin.
- İyi, haydi gidelim öyleyse.
Böylece onu kucaklayan Kazan:
-Bravo koçum, işte böyle. Haydi bakalım.
Derken onu da motora alarak gaza basmış, asfaltı adeta yırtan motor sesinin ardından bir anda oradan uzaklaşmışlardı. Son durdukları yer boğaz manzaralı bir restorandı. Kazan buraya ara sıra uğrar, deniz ürünleri ile rakı içerdi. Yemek yerken konuşuyorlardı. Erkan bir an Kazanın yüzüne bakarak;
-Senin gibi iyi bir insanı neden öldürmek isterler, anlamıyorum.
Kazan gülerek;
-Aldırma, bunu başaramadılar ya, sen ona bak. Şimdi sıra bende. Bakalım onların hayatta kalmak için böyle bir şansı olacak mı?
-İyi ama onları tanımıyorsun, bunu nasıl yapacaksın?
- Evet, ama bu şimdilik böyle.
- Fakat daha sonra da onları görmen zor değil mi? Çünkü sana yaklaşmıyor, uzaktan ateş ediyorlar.
- Doğru, fakat bu defa beni kolay kolay yaralayamazlar.
Kazan konuşurken anorağının yakasını açmış, altından giydiği çelik yeleği gösteriyordu.
- Hımm, anlıyorum. İşte bunu çok iyi akıl etmişsin ağabey.
- Evet, sahi Erkan, ne iş yaparsın, tahsilin, mesleğin var mıydı?
- Meslek Lisesi mezunuyum ağabey. Torna-Tesviye bölümü. Ama mesleğimde hiç çalışamadım.Son zamanlarda bir garsonluk dahi bulamadım.
- Başka sorunun var mı, çünkü salt işsizlikten ötürü insan hayatına son vermek istemez.
- Valla ağabey, bana sorarsan başka bir derdim yok. Evden ayrıldım. Çünkü bir yıldır boşum ve pederle her akşam tartışırız. Onun geliri de çok az, aileye kıt kanaat yetiyor. Dün akşam onurumu çok kırdı. Bir daha eve asla uğramak istemem.
- Anlıyorum. Merak etme. Evine yine gideceksin, fakat kalmak için değil, veda etmek için. Çünkü seni Antalya’ya göndereceğim. Orada önce altı aylık bir kurstan geçeceksin. Hayatın değişecek ve bir işin olacak.
- Deme ya ağabey, ne kursu bu?
- Gidince görürsün, şimdi arayıp senden bahsedeceğim. Merak etmene gerek yok. Çok sürmez ben de gelirim. Burada biraz işim var. Konu malum; beni vuranları araştırmak istiyorum.
Yemekten sonra, Hüseyin ile irtibata geçen Kazan, aynı gece onu Antalya’ya yolculamış, sonra kalabalık terminalin çıkış kapısına yönelmişti. Bu sırada ona çarpan orta boylu, fötr şapkalı bir adam elinde taşıdığı siyah çantayı yere düşürmüş, açılan çantadan saçılan evraklar arasında bir fotoğraf görülmüştü. Bu onun resmiydi. Yerdeki evrakları toparlamakta olan adamın doğrulmasını beklemeden onu yakasından kavrayan Kazan:
-Dur bakalım hemşerim, şu resimdeki adam kim imiş bir bakalım.
-Sana ne ondan be birader, bırak yakamı, git işine.
- Ne demek bana ne, o resimdi adam benim, resmim sende ne arıyor, söyle bakalım sen kimsin?
Kazan böyle diyince adam bir an kendisine dikkatle bakmış ve panikleyerek, onun elinden kurtulmak için hamle etmişti. Lakin Kazanın çelik pençelerinden kurtulması hiç kolay değildi. Onun bu halinden iyice kuşkulanan Kazan;
- Dur hele yav, ben seni bir yerden tanıyacağım galiba. Evet, evet sen Şehmuzsun, değil mi? Mardinli Şehmuz.
- Yok kardeşim, benim adım Ahmet. Şehmuz küçük kardeşimin adıdır.
- Tamam işte, Şehmuz çok iyi dostumdur. Demek ondan almıştın resmimi?
- Ben almadım. O koymuş olmalı.
- Neyse, kusura bakma, gel şurada bir çay içelim. Şehmuz nerde, ne alemde?
- O Unkapanı’nda, orada bir kaset şirketi var.
Böyle konuşarak yakındaki kafeteryaya gitmiş ve çay içerek bir süre daha konuşmuşlardı. Kazan Şehmuz diye birini tanımıyordu. Rast gele atmış ve muhtemelen tutturmuştu. Ya da tutturmamış, lakin adam kurnazlık edip, onu savsaklamak istiyordu. Nitekim ayrılma vakti gelmiş ve Kazan, Şehmuza selam söyle, diyerek onu göndermişti.
Adam dışarı çıkarken o da ardından çıkmıştı. Onu kaybetmek istemiyordu. Şimdi bırakmasının tek nedeni daha iyi bir yerde yakalamak içindi. Adının Ahmet olduğunu söyleyen adam dışarda bir taksi çağırıp, binmişti. Kazan parkta bekleyen motosikletin direksiyonunda takılı miğferi başına geçirip, hemen takibe başlamıştı. Önünde iki motosikletli Yunus gidiyordu. Yanlarından geçerken ona bakıyorlardı. Caddeler nispeten trafik bakımından sakindi. Taksi elli metre kadar öndeydi. Ara yoldan sağa, E5 kara yoluna çıkıyordu. Onu izledi ve Avcılarda parkın yanındaki yeşil apartmana girdiğini gördü. Adam ikinci kata çıkınca, oradaki dairenin ışığı yanmıştı. Onu bırakıp, Unkapanı’na, Şehmuz diye biri var mı diye bakmak istiyordu. Şehmuz gerçekten vardı. İçeri girince hemen kalkıp elini sıkarak, hoş geldin etti.
- Vay, Kazan gardaş, seni hangi rüzgar attı buralara.
- Beni tanıyorsun demek. Fakat ben seni neden tanımadım?
- Nasıl tanımazsın, hatırlasana.
- Neyi?
- Ben hapishane arkadaşın Şehmuz.
- Peki ya o Ahmet denen adam kim, kardeşin olduğunu söylüyordu. Ahmet diye bir kardeşim yok, yanılıyorsun Reis.
- Peki yanılıyorum da o neden resmimi senden aldığını söylüyor?
- Benden mi almış?
- Hem, senin var mıydı ben de, ki benim de sende ola?
- Olabilir, hem neden olmasın, beraber çektirmiştik ya?
- İyi ama beni vuran adamlara bu resim nasıl gitti?
- Ne diyorsun Reis?
- Evet, maalesef.
- E, eh sonra, nasıl oldu?
- Nasıl olsun, hamt olsun ayaktayız. Tekerrür ihtimalini yok etmek için de, işte yoldayız.
- Hımm, anlıyorum. Bir yardımımız olabilirse buyur, emrine amadeyiz her zaman.
- O halde düşün ve düşmanım kimse söyle,
- Fakat önce albüme bakmalı, sonra bu konuyu düşünmeliyim. Biraz zaman lazım anlayacağın Reis.
- İyi, düşün ve şu numarada beni ara, oldu mu?
- Tamam. Kal biraz oturalım, bir şeyler içelim desem?
- Yo, işim var. Sonra olur. Ama sen albüme bakmayı sakın unutma. Hadi eyvallah.
Kazan artık doğru yol üzre olduğunu biliyordu. Ahmedi gözden kaybetmemeli, ama Şehmuzu daha önce izlemeliydi. Karanlık bir köşede durup, onun çıkmasını beklerken, motorun yan çantasındaki kamuflaj malzemesinden yararlandı. Artık başka biri olup, çıkmıştı. Bir gün sonra, gazeteler İstanbul’da iki ceset bulunduğunu, faili meçhul cinayetlerin aynı tarzda katledilmiş olduklarını duyuruyordu. Haberin detayında, bu kişilerin sabık tetikçi oldukları ve hayatlarını bu yoldan kazandıkları yazılıyordu...
Kazan üç gün sonra yine Antalya’daydı. Zaviyedeki dersler devam ediyordu. Yeni kursiyerler bu kez yirmiyi bulmuştu. Hüseyin’e telefon açan Fırat ise, Istanbulda hareketli günler yaşandığını, ve nedense, Kürt Memedin mekanı ona devredip, aniden ortadan kayıp olduğunu söylüyordu.
Yeni öğrenci grubu arasında bulunan Erkan, Kazanın önceden tanıdığı tek kişi idi. Bütün zamanını ayırdığı edebiyat, tarih, felsefe ve davranış bilimleri çok ilgisini çekiyordu. Buna paralel olarak, başarılı bir öğrenci olacağı belliydi. Kazanın verdiği dersler davranışı ve felsefeyi içeriyordu. Bedensel olarak yapılan hareketlerden sonra branda kaplı bölüme bağdaş kurup, sıra halinde oturan öğrenciler onun yaptığı açıklamalara ilişkin sorular sorarlardı. Yine böyle bir ders saatinde soru soran Erkan:
- Hocam, girdiğimiz ortamlarda sakin, özgüvenli ve muntazam, özlü cümlelerle, kısaca meram anlatmayı başarılı bir diyalog için yeterli sayıyorsunuz, ama bu her yerde geçerli olabilir mi?
-Genelde evet, ama müstesna yerler vardır elbet.Ortamına göre davranış türü seçilmelidir. Biz burada muhtemel davranış türlerinin temel kurallarını ve bir takım istisnai örnekleri vermeğe çalışacağız. Geri kalan durumlara dair davranış tarzını bizzat keşfedip, uygulamak sizlere düşecek. Çünkü, “Tahsil kuralları, tecrübeler istisnaları öğretir”. Başka sorusu olan var mı?
- Hocam, kullandığımız dilin vurgu ve telaffuz bakımından muntazam olmasına dikkat edilmesini öneriyorsunuz, lakin, diyelim ki, biz bunu göstermeği başardık, fakat ya muhataplarımız bunu anlayacak denli bilgi sahibi değillerse ne yapacağız?
- O bakımdan, ne yazık ki pek talihli değiliz. Çünkü toplu nüfusumuzun yarıdan çoğu gelişi güzel, kaba taslak cümlelerle ve topu birkaç yüz kelimeyi bulmayan bir dağarcığı kullanmaktalar. Şu halde bize düşen görev daha da artacaktır.
- Hocam, bu durumda işimiz çok zor demektir.
- Doğru, ama, her şeye rağmen sizler, altı ay sonra buradan bütün davranışlara karşı geçerli ve etkili cevaplar verecek duruma gelmiş olarak topluma katılacaksınız, umarım.
- Hocam, katılış merasiminde “Sizler yaşadığınız toplumsal çevrede bütün davranışlarınızla ister istemez dikkat çekecek ve bundan ötürü size yönelecek her türlü tepkiyi göğüsleyerek, en uygun karşılığı vereceksiniz”, denmişti. Bu karşılıklar arasında, gerekince metazori davranış, yani Karate de olacak mı?
- Tabii ki. Ama bunun ölçüsü iyi ayarlanmalı, mümkün olan en az hasarla rakip teskin edilip, dizginlenmelidir.
- Hocam, bizim toplumun kişileri, çoğunluk mağrurdurlar, yani bırakalım zorla dizginlenmeyi, sözlü bir müdahaleye karşı bile silahla cevap vermek isteyenler çıkar. Bu durumda ne yapmalı, biz de silah mı kullanacağız?
- Siz buradan en tehlikeli, görünmez bir silahla müsellah olarak ayrılacaksınız. Bundan başka silaha muhtemelen ihtiyacınız olmayacaktır.
- Böyle diyorsunuz ama Hocam, diyelim ki bir adam sözden de, sükuttan da anlamadı ve onun tecavüzünü Karate ile önlemek zorunda kaldık, adam dayak yedi. Sonra gidip silah getirdi, o zaman ne yapacağız. Bu durumda ateşli-ateşsiz silah taşımak zorunda değil miyiz?
- Bu kuşkuya kapılmanızın nedeni, bu tecrübeye henüz erişmediğiniz olsa gerek. Bana kalırsa, başka silah kullanmak zorunda kalmanız milyonda bir ihtimal olacaktır. Kaçınılmazlık bir durum oluştuğunda, bunu erken anlama yetisini kazanmanız daha sonra edineceğiniz başka bir beceri olacaktır.
- Yani?
- Yani yerine göre ve nasıl davranılacağını henüz yeterince bilmiyorsunuz. Bilmelisiniz ki, yumruk atılacak yere kurşun, kurşun atılacak yere yumruk atılmaz. Bazen bu işi halletmek için rakibe , vurmaksızın, bir bakışla, bazen rakibe elle dokunarak, bazen şiddetli bir tokatla ve bazen bir yumrukla halledebileceğinizi göreceksiniz. Burada mühim olan husus; haklı olmanın yanında, o ölçüde ve tam ayarında davranmanızdır.
- Hocam, diyelim ki silah kullanmak zorunda kaldık ve adam öldü. O zaman katil olmuyor muyuz?
- Silah kullanmayı yakın ihtimal sayıp, silah taşıdıkça adam vurmanız çok olasıdır. Şu halde açık ve zorunlu bir neden olmadan asla silah taşımayacak ve silah kullanmayı gerektirecek ortamlardan uzak durmaya gayret edeceksiniz, demektir.
- Hocam, adam öldürmeye, sizce ne zaman izin vardır?
- Sadece sizi öldürmek niyetli bir saldırı vuku bulup, kendi hayatınız veya başkalarının hayatlarını korumak söz konusu olduğunda.
- O zaman katil, olmuyor muyuz hocam?
- Bana göre bu durumda katil olmak, maktul olmaktan iyidir. Yok ama illa da ben katil olmak istemem diyen olursa, ona da bir diyeceğimiz yok tabii. Herkesin takdir hakkı vardır.
- Hocam burada aklıma bir soru geldi. Hıristiyanlıkta kendini savunma yokmuş, sana bir tokat atılırsa, diğer yanağını da çevir, demiş H.z İsa. Bu sizce doğru mu?
- Bu onların bileceği bir şey. Biz Hıristiyan değiliz. Ama burada söz konusu tokat değil, doğrudan hayatın tehlikeye girmesi, öldürülmektir.
- Doğru, fakat hocam tokat deyip geçmeyelim. Hiç bir tokadın ölüme yol açmayacağı iddia edilemez. Örneğin bir Osmanlı tokadı, öldürücü bir darbe olarak yetermiş.
- Hal böyle olunca Hıristiyanların da durup, kendilerini tokatlatmadıklarını tarihi Osmanlı ve hepsi birer Hıristiyan devleti olan Avrupalılarla yapılan savaşlarda göstermiştir. O dediğin, sadece Hıristiyan misyonerlerin bir propaganda sözüdür. Çünkü başarabilen her canlı kendini bir şekilde ve mutlaka savunmak ister. Evet, hep sen sordun Erkan, biraz da sizler sorun, sorusu olan yok mu?
Bu davet üzerine el kaldıran Kenan:
- Hocam, vücudumuzun tabii araçları “Atemi”leri, yani el, ayak ve kafamızı nasıl hazırlayacağız ki, bunlar birer gerçek silah durumuna gelsinler?
- İyi, nihayet pratiğe yönelik bir soru geldi. Bunun için şu kum torbalarını, duvarlardaki sabit makivaraları kullanacaksınız. Önce yavaş, sonra artırarak çalışmaya devam ederseniz, atemilerin zamanla ne kadar güçlenip,sertleştiklerini göreceksiniz.
- Hocam, adamın biri, bir Tv gösterisinde gördüm, yumrukla bir düzine kiremidi kırabiliyordu, biz de bunu başarabilir miyiz?
- Kuşkusuz, ama buna hiç gerek yok. Zira, iyi çalıştırılınca atemileriniz şimdiki hallerinin iki-üç katı güce erişir ve bu yeterlidir. Çünkü sizin hedefiniz bir yerde sabit duran eşyalar değil, hareket halindeki et-kemikten mamul mütecaviz varlıklardır. Bir adamı tek darbe ile saf dışı bırakmak için uygun noktaya tek vuruş yapmak yeterlidir.
Onlar böyle konuşurken, salona gelen Hüseyin Kazanı dışarı çağırmış ve çıkarlarken:
- Hocam, İstanbul’dan geldiğini söyleyen bir emniyet mensubu sizinle görüşmek istediğini söylüyor. Diyordu.
Kabul salonunda bekletilen kişi komiser Refikten başkası değildi. Kazanı görünce oturduğu yerden kalkmış ve masa başına gelince onunla tokalaşmıştı. Kazan:
-Buyurunuz, benimle görüşmek istediğiniz konu nedir?
- Ben İstanbul Cinayet masasından komiser Refik, siz Kazan Atılgan’sınız değil mi?
- Evet, mesele nedir komiserim?
- Bir cinayet olayı. çıkardığı bir portre taslağını masaya koymuştu. Buna dair ilk görüş belirten Hüseyin:
- Komiserim, siz şaka yapıyor olmalısınız. Bunun neresi Kazan hocaya benziyor, anlayamadım?
-!
Buna ilaveten gülerek söze başlayan Kazan:
- Affedersiniz komiserim ama, resim teşhisiniz bence de yetersiz. Gelişi güzel görüş belirtmek adet ise, ben de, bu size benziyor, diyebilirim.
- Bu nihayet görgü tanıklarının tariflerine göre ressam tarafından çizilmiş muhayyel bir taslak tabii. Her halde vesikalık resminiz gibi olmayacaktır, Kazan bey. Ama bundan yola çıkarak mesnetsiz istihza yapmanıza gerek yoktu.
- Neden mesnetsiz olsun komiserim?
- Ben bir polis memuruyum ve amaç ve görevim suç faillerini bulmaktır, cinayet işlemek değil.
- Gücenmeyin komiserim ama, ilk cinayet işleyen polis her halde siz olmazsınız. Kaldı ki, onu söz gelişi söylediğimi biliyorsunuz. Bana soracağınız ne varsa buyurun, sorun, yoksa dersim var, ona devam edeceğim.
- İyi, o halde geçen Çarşamba günü gece saat onbirde nerede olduğunuzu kanıtlayabilir miydiniz? Yani cinayetlerin işlendiği sırada?
- Tabi ki, boğazda demirli bir dostumun yatında verilen bir partide davetli idim.
- Buna dair şahitleriniz olsa gerek?
- Elbette, bütün davetliler ve Kemal Bey buna şahittirler.
- Kazan Bey, dosyanızı inceledim. Çok tekin bir adam olmadığınızı biliyorum. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, sizi suçlayan somut bir delil henüz yok elimizde. Bu yönden şanslısınız.
- Başka sorunuz yoksa gidebilir miyim?
- Evet, ama yaşantınıza dikkat edin, bilhassa Istanbula geldiğinizde.
- Tamam, merak etmeyin, dikkat ederim. Ha bu arada sayın komiserim; biliyorsunuzdur, bir ay önce şahsen suikasta uğramış, ölümden kıl payı sıyırmıştım. Bu olayın failleri hakkında emniyetin ne yaptığını sorabilir miyim?
- Evet, ama bunu benim ekip soruşturmadı. Konuyu Antalya teşkilatından sormanız gerekiyor. Sanırım halen bir ip ucuna rastlanamadı.
Salondan ayrılan Kazan, derse dönmüş, kaldığı yerden devam etmişti. Akşam yemeğini Nurcunla yemiş, kahve içerek konuşuyorlardı. Nurcan Serapla telefonda görüştüğünü ve onu ziyarete gitmek istediğini söylüyordu. Bunu anlayışla karşılayan Kazan, onu bir haftalığına göndermeğe razı olmuştu.
- Tamam, telefon et, uçak varsa seni alana bırakırım.
- Senden ayrılmak istemiyorum, ama zavallı bir türlü kendine gelemedi. Akşam olunca ana kız oturup ağlıyorlarmış.Kazan duyduklarına için için üzüldüğü halde gülerek:
-Az kalsın tam dert ortağı olacaktınız, fakat Azrail hazretleri son anda bundan vazgeçmiş olmalı.
Nurcan sathi bir kırgınlıkla:
- Aşk olsun sana hayatım. Buna bile gülebiliyorsun.
- Ne yapalım güzelim, insan ölmek için doğar. Oturup bir ömür boyu ağlamanın ne faydası var?
- Yok, ama insanın elinde değil aksini yapmak.
- Neyse, hadi seyahat acentesini ara da seni bırakayım.
Nurcanı alana götürmek için yola çıktıklarında arabayı Hüseyin kullanıyordu. İstanbul uçağı saat 23.00 de kalkıyordu. Hüseyin gülerek:
- Senin aynasızlar boş durmuyorlar ağabey, ama boş atıp dolu tutturmak da mümkün değil.
- Demek Memo Istanbulu terk-i diyar etmiş. Acaba bu herifin bir bildiği mi var?
- Doğrusu hiç anlam veremedim. Ama durduğu yerde bunu neden yapsın ki?
- Sebebini bilmiyorum, ama içimden bir ses, bu adamın bir töhmeti olduğunu söylüyor. Onu bulmak ve görüşmek istiyorum.
- Ben de öyle düşünüyorum, ama nasıl bulacağız, hiç fikrim yok.

#2 Muharip

Muharip

    Zaman buldukça takılır

  • Üyeler
  • 126 Mesaj

Gönderim zamanı 08.03.2007 - 17:10

Hüsrevani, boşuna çırpınıyorsun dostum...
Bu ülke mentalitesinde anlaşılman zor...
Bak, zaten kimse eleştiri de yazmamış...
Boşuna kafa yormuşsun bir şeyler söylemek için...
Ben bile seni anlamakta zorluk çektim...
Açı ve Usta da ne demek?
Yoksa sende mi Masonlara özendin?
Hatta Mosunlukla falan ilişkin mi var yoksa?
Böyle ince yaklaşımlardan biz anlamayız...
Yılanların Öcü, gibi bir şey yazabilirdin bunun yerine...
Ya da, Hapishane Çeşmesi, olmadı, Tatar Ramaz gibi şeyler...
Biz en iyi bu tür hikayeleri anlarız...
Yok yok, tutmadım seni vesselam...
Fazla felsefe yapıyorsun...
Neyse, kendine yine de çok iyi bak...
Belli olmaz, belki lazım olursun bu ülkeye...





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

1 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 1 ziyaretçi, 0 gizli