İçerik değiştir



- - - - -

Açı ve Usta


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 1 yanıt verildi

#1 Ziyaretçi_husrevani_*

Ziyaretçi_husrevani_*
  • Ziyaretçiler

Gönderim zamanı 09.04.2005 - 17:22


Arkasında cezaevinin kapısı gürültüyle kapanıp, dışarı çıktığında başının üstünde kara bulutlar dolaşıyordu. Her an bir boran patlamak üzereydi. Elinde siyah bir çanta vardı. Hızla yola doğru yürüdü ve gelen taksiye işaret etti. Önünde duran arabaya arka kapıdan binerek, keli görünen şoföre;
- Otogara sür! Dedi.
Hareket eden taksi, yoğun İstanbul trafiğine katılırken, adam düşünceliydi. Yağmur başlamış, damlalar aracın tavanını döverken, görüşü engellenen şoför cam sileceklerini çalıştırmıştı. Kesif yağmur yol takibini engelliyor, taksi ister istemez yavaşlıyordu. Acelesi olan adam:
-Biraz hızlan. Diye, öneriyordu.
Arkada oturan adamın ses tonunda gizli bir saldırganlık şoförü tedirgin etmiş, onu aldığına pişman olmağa başlamıştı. Her şeye rağmen, esnaflık hatırına, yatıştırıcı bir tonla adama cevaben;
-Anlıyorum, aceleniz olmalı, fakat yolun durumunu görüyorsunuz Ağabey.
-Ben onu bunu bilmem arkadaş, sana hızlan dedim, paranı hak etmek istiyorsan söyleneni yaparsın!
Şoförü bir telaş, bir korku sarıyor, bütün uzuvları adeta uyuşmağa başlıyordu. Kendini zoraki tutarak;
- Siz merak etmeyin beyefendi, zamanında varırız otogara. Diyordu.
Dişlerinin arasından yılan tıslaması gibi bir tonla konuşan adam:
-Bana maval okuyacağına, gaza bas ebleh herif!
Şoför içinden dualar okuyor, kazasız belasız evine, bekleyen çocuklarına kavuşmayı diliyordu. İster istemez gaza yüklenirken;
-Tamam efendim, lütfen sinirlenmeyin, hemen hızlanıyorum.
Arkasında oturan, asabi suratlı adamı dikiz aynasında inceleyen şoförü yoğun bir korku sarmıştı. Adam uzun boylu, orta yaşlı ve bıyıklıydı. Kaş ve çenesinde eskiden kalma iki yara izi vardı. Kahverengi gözlerinde gizli bir öfke okunuyordu. Çatacak birini arıyor gibiydi. Bereket versin, gidilecek yer şehir içiydi. Bu yolcuyla ücra bir yola asla gidemezdi. Adam yanındaki çantayı araladığında şoför ürperdi. İçinden uzun namlulu bir 44lük çıkarmış, fişek dolu topu kontrol ettikten sonra kemerine sokmuştu. Sonra ucunda susturucu takılı bir Brovning çıkarmıştı. Şarjörü bakıp, dolu silahı öteki yanına sokmuştu. Şoför, dili tutulmuşçasına onu izlerken, kaza yapmamak için azami dikkatle direksiyona sarılıyordu. Neyse ki, yağmurun kesafeti azalmıştı.
Adam ensesinden seslenerek:
-Şu ilerde, yandaki trafonun önünde dur. Ha, bu arada, borcum ne?Diye soruyordu.
Şoför bunu duyunca o kadar sevinip, rahatlamıştı ki:
-Yok efendim, borcunuz falan yok. İçerden yeni çıktınız sanırım, bu da bizden olsun.
-Olmaz, sen miktarı söyle, gerisini kurcalama, tamam mı?
-Tamam ağabey, üç milyon verirsen yeter.
Adam elini ceketinin yan cebine uzatmış ve oradan çıkardığı bir deste para içinden üç milyonu seçip, şoföre uzatmıştı. Bu arada işaret edilen yere varılıp, duran taksiden inen adam, az ilerde bekleyen gri renkli bir BMW 525i’ ye binmişti. BMW’ yi kullanan genç kadın hemen gaz verip, hareket etmişti.
Taksi şoförü bu olaydan sağ selim kurtulduğuna şükrediyordu. Oradan ayrılmak üzere hareket edeceği sırada arabaya yaklaşan kara pardösülü bir adam, arka kapıyı açarak içeriye girmiş, cebinden çıkardığı bir kimlik kartını acele gösterip, cebine sokarken de:
- Ben emniyet mensubuyum, hemen şu giden arabayı takibe geç! Diye emretmişti.
Şoför duyduklarına inanamamış, bir an şaşkın, yeni binenin yüzüne bakakalmıştı. Fakat o kızarak:
-Ne bön bön bakıyorsun be adam, bak gözden kaybediyoruz onları, çabuk, takip et şu gri Ford’u!
Bir anda gaza basan şoför, keskin bir takibe başlıyordu. Fakat önde giden araç çok seriydi. Ona yetişmek kolay değildi. Şoför emniyet mensubuna dönerek:
-Kim bu adam, neden onu takip etmek istediğinizi sorabilir miyim memur bey?
- Hayır, sen işini yap, ona yetiş ve gözden kaybetme, bu yeter.
-Bana kalırsa tehlikeli birine benziyor.
-Sen kimden bahsediyorsun Tanrı aşkına?
-Öndeki araca binen adamdan tabii ki, siz ne sandınız?
-Çattık yav, ne adamı kardeşim, sen işine bak, gerisini bana bırak dedim, fazla soru sorma ve yola dikkat et.
-Tamam ağabey, anladık. Anlaşılan, bu gün bizi adam yerine koyan çıkmayacak. Onu yitirdik sizi bulduk vallahi.
-Sen, o, derken kimi kast ettin?
-Öndeki arabaya binmiş olan silahlı adamdan bahsediyorum, onu takip etmemi emretmediniz mi az önce bayım?
-Ne silahlısı be adam, o dediğin içerden az önce çıktı!
-Doğru,onu cezaevinin önünden alıp, buraya kadar getirdim ve taşıdığı silahları da gözümle gördüm.
-Deme ya, olmaz böyle şey. Sakın yanılmış olmayasın?
-Yok ağabey, eminim ne gördüğümden. Adam silahları bir çantada taşıyordu. Biri toplu, diğeri şarjörlü. Üstelik ikisi de büyük kalibre.
-Peki, ya adam mahkum değilse? Sonra eşkali nasıldı, onu tarif edebilir misin?
-Ondan emin değilim tabi, ama bana öyle geldi. Eşkaline gelince; uzun boylu, kara yağız bir adamdı.
- Bu tarife uyan binlerce adam var İstanbul’da.Onu teşhis edemez misin yani şimdi?
-Belki, ama bir şartla; şu senin oturduğun koltuğa tekrar oturursa.
-Yani, sadece aynı pozisyonda görürsem tanırım diyorsun, öyle mi?
-Aynen öyle!
-Anlaşıldı, anlaşıldı. Sen işine bak.
Bu sırada iki yüz metre kadar uzaklaşmış olan arabada oturan adam ve kadın arkadan gelen taksinin farkındaydılar. Ama nedense telaş ettikleri yoktu. Neşeli kadın, şuh bir kahkahadan sonra:
-Seni hiç beklemiyorlar, karşılarında görünce fana şaşıracaklar.
-Bu kadar emin olma, içerden çıkacağımı duymuş olabilirler. Orada adamları olmadığını var sayamayız.
-Doğru, ama bunu bilselerdi karşılayan çıkmaz mıydı şu ana dek?
-Evet, eli boş çıkmadığımı biliyor olmalılar.
- Umarım, Cezmi taksicinin ağzını yoklar, hakkında ne kaptıysa hafızasından siler.
- İşinin ehlidir o, bunda kuşku yok.
- Haklısın.
- Şimdi hızlan, bir zikzakla gözden kaybolup, Cezmi ile buluşacağımız yere varalım.
Derken onlar hızlanıp, izleyenlerden uzaklaşırken, takside bir telaş başlamıştı.
-Sana biraz hızlı git, şu Fordu gözden kaçırma demiştim. Hani, nereye kayboldu bu?
Adam araba markasını kasten yanlış söylüyordu. Şoför bunu yutarak;
-Ağabey, bana kalırsa bunlar sağa dönüp, üst geçide çıkmış olmalılar. Baksanıza, görünürde onlardan hiç bir eser yok.
- Kaçırdık anlaşılan. Ama neyse, boş ver. Ben şurada, sağda inip, az sonra gelecek olan bizim ekibi bekleyeceğim. Taksi ücretini uğrar, bizim Asayiş Bölge Amirliğinden alırsın, tamam mı?
- Yok yok, gerekmez. Yakamı bırakın, bu bana yeter.
- Benden söylemesi. Sonra, polis bana angarya iş yaptırdı, demeyesin.
-Yok yok, demem…
Cezmi sağda inmiş, taksi tek yönlü yolda akan trafiğe karışıp, gözden uzaklaşmıştı. Az sonra gelen gri BMW durup, onu almıştı. Kara gözlüklü genç kadının kullandığı araba şimdi Fatih Sultan Mehmet Köprüsü istikametinde ilerliyor, erkekler konuşuyordu:
-O iş tamam Kazan, şoför seni teşhis edecek durumda değil. Şimdi limana gidebiliriz artık.
-Umarım onları bir arada yakalayabiliriz.
-Gemide yatıp, kalkıyorlar. Bir aksilik olmazsa ordadırlar, değil mi Nurcan?
-Evet, ama Anita ile Frank şu sıra Hiltonda kalıyorlar. Onları bir arada yakalamanın vakti kanımca saat üç sularıdır.
-O halde üçe kadar Çamlıca da, senin villada bekleyelim.
-Tamam, zaten bunu önerecektim. Cezmi, bu arada sen çıkar bir kolaçan edersin.
-Yo yo, en iyisi, köprüyü geçince ben ineyim. Sonra size telefonla durumu bildiririm.
-Tamam, anlaştık öyleyse.
Cezmi yolda inmiş, Nurcan ve Kazan villaya ulaşmışlardı. Burada kendi başına yaşayan Nurcan, İsviçre’de Arkeoloji okumuş, lakin mesleki faaliyet olarak bu iş yerine, ünlü armatör Kemal’in sözde sekreterliği ile ara sıra mankenlik yapmak için yurt dışı seyahatlere çıkıyordu.
Nurcan, Cezmi’nin karısı olan Serabın çocukluk arkadaşı, Cezmi ise Kemalin tarihi eser kaçakçılığı yaptığı iş ortağıydı. Ellerinde bulunan değerli antik eseri yurt dışına çıkaracakları sırada, ansızın gemiye baskın veren polis, mallara el koyup, az kalsın onları da tevkif edeceklerdi. Bu işi Kemal ve adamlarının tezgahladığı anlaşılmış, şimdi bu eserlerin geri alınması gerekiyordu. Aynı kişiler, Cezmi’nin çok yakın arkadaşı olarak bildikleri Kazanı, sözde, gemiye sabotaj yapma planından ötürü, ihbar edip, tutuklatmışlardı. Üç gündür içerde tutulan Kazan, Cezmi’nin avukatı tarafından yatırılan üç milyarlık kefaletle serbest bırakılmış ve yine onun tarafından baş gardiyana teslim edilen mahut çantayla içerden çıkmıştı.
Eve geldiklerinde elinde çanta banyoya giren Kazan, az sonra uzun saçlı ve sakallı olarak çıkmıştı. Bu sırada viski içen Nurcan, şöminenin karşında oturmuş, elindeki kumandayla televizyon kanallarını tarıyordu.
Yeni görünüşüyle onu fark edince, gülerek;
- Kazan bey, bu kılıkta seni annenin tanıyacağına kuşku duyarım.
- Sahi mi, buna sevindim. Böyle olmasaydı ne anlamı olurdu bunu yapmanın. Cezmi’den bir haber çıktı mı bu arada?
- Hayır, henüz aramadı.
- Biliyor musun, kadın olarak, pek alışılmadık bir yüreğe sahipsin. Seni bu cesaretinden ötürü kutlamak gerek. Bağışla ama, bunun özel bir nedeni var mı, diye sormadan edemiyorum.
- Rica ederim. Bu tamamen sebepsiz değil, çünkü Serabı kardeşim gibi severim.
- Serap mı?
- Evet, Serap Cezmi’nin eşidir, bilmiyor muydun yoksa? Onunla çocukluktan beri arkadaşız.
- Hımm... Ben, Cezmi ile özel bir bağınız var sanmıştım.
- Hayır, hayır. Dediğim gibi.
- Buna sevindim.
- Neden?
- Hiç, çünkü Cezmi’yi karısına sadık biri olarak bildiğim halde bir an kuşku duymuştum.
- Sahi, sence karı-koca arasında sadakat çok mu önemlidir?
- Eh, her halde. Yoksa neden evlenmiş olsunlardı ki?
- Evlilik, kesin sadakat gerektiren bir kurum mu sence?
- Sence öyle değil mi?
- Bilmem, bunu düşünmedim. Zira evlenmeği hiç düşünmedim.
- Eski patronun Kemal ile olan ilişkiniz?
- O yalnız ticari idi. Bence, evlilikte her şey gönüllülük esasına göre olmalı.Zorunlu sadakat olmamalı. Haksız mıyım?
- Hayır, ben de öyle düşünüyorum, ama kadınlar çoğunlukla bu şekilde düşünmezler.
- Ben de erkekler için aynı şeyi söyleyecektim. Çünkü erkekler bir kadına her şeyi ile ve daima sahip olmak isterler. Öyle ki, kadın onlara göre, her hangi özel bir eşyaları gibidir.
- Bu konuda haksız olduğunuzu söylemek istemiyorum,fakat, şahsen daha toleranslı olduğum kanısındayım.
- Denemeden bir şeyi bilmek mümkün değildir.
- Hah hah haaa! Doğru söze ne denir. Ancak, bu kadınlar karşısında da geçerlidir.
- Haklısın galiba.
- Bu bir yana, bir kadeh içki alabilir miydim?
- Teklife hacet yok. İstersen doldurayım?
Ondan beklemeden, kendi kendisine bir bardak buzlu viski dolduran Kazan, bir yudum alarak, Nurcan’ın karşısındaki kanepeye oturmuştu. Az sonra içkisini bitirip, yan taraftaki piyanonun başına geçen Nurcan, parmakları hızla tuşların üzerinde gezinirken, salonu billur bir melodi ile dolduruyordu. Kazan gülümseyerek içkisini yudumluyordu. Tam bu sırada telefon çalmaya başlamıştı. Nurcan ahizeyi kulağına kaldırmış, kendisine yöneltilen soruya; “Bakar, duruma göre sana haber ederiz” demişti. Karşıdaki ses; “Tamam. Dostum Kazana selam söyle” diyerek, bitirmişti. Telefonu kapatan Nurcan, biraz kaygılı, Kazana dönmüştü.
Kazan merakla:
- Ne olmuş, arayan Cezmi idi sanırım?
- Evet. Gemide kimse yokmuş. Bu nasıl iş anlamadım.
- Adamlar bizden haber almış olmalı. Durup, hedef tahtası olmak istemeyecekleri malum. Onları aramalı ve bulmalıyız.
- Doğru ama nasıl, nerede?
- Sen bilmiyorsan, işimiz zor demektir.
- Evet, ben de bilmiyorum. Ama birkaç telefon numarası çevirip, bir bakalım.
Nurcan bu kez cep telefonunu almış, hafızayı tarayarak, Kemale ait cep numaralarını sırayla aramaya başlamıştı. Lakin açık hat yok ve ilgili numaraya ulaşım kapalıydı. Bir süre konuşarak zaman geçirmiş, sonra birlikte çıkmışlardı.
Önce Harem’e gitmişlerdi. Boğazdan araba vapuru ile karşıya geçip, otomobili Eminönü’de bir oto parka bırakmışlardı. Sonra yemek için bir restorana girmişlerdi. Akşam olmak üzereydi. Restoran temiz, intizamlı ve güzel döşenmiş bir mekandı. Onları tanıyan kimse yoktu. Karşılıklı oturup, önce bir aperatif, sonra balık mönüsünden yemek seçmiş, üstüne birer kadeh beyaz şarap içerek dışarı çıkmışlardı. Nitekim otomobili parktan alıp, Peray’a sürmüşlerdi.
Nurcan, Kemalin mekanlarından birinin burada olduğunu biliyordu. Oraya yakın bir yerde, tek yönlü yolun kenarında duran Nurcan, adresi Kazan’a tarif edip, kendisi arabada bekliyordu. Söz konusu yer Kemalin eğlence klüplerinden biriydi. Kürt Memet buranın işletme ortağıydı. Kazan onu tanıyordu. Zemin katta, geniş ve loş mekan hayli kalabalıktı. Yuvarlak, alçak masalar kahkaha atan, dekolte kızlar ve snop, hippi tipi adamlarla doluydu. Hard-rok müzik, dört köşeye yerleştirilmiş büyük hoparlörlerden bas ağırlıklı çalınırken, o, kalabalığı yararak barın önüne gelmişti. Sıradan bir müşteri gibi, bir duble viski-kola içmiş, yan tarafta kurulu masada oturan şef garsona yaklaşarak;
- Kemal Bey’i görmek istiyordum.
- Ben bilemem, Memet ağabiye soralım. O da dışarı çıktı ama, şimdi gelir. Siz şöyle buyurup, içkinizi içerek bekleyin.
- Vaktim yok. Ama beş dakika bekleyelim.
Derken adamın yanında boş duran koltuğa oturmuş, arkası duvara yönelikti. Şef garson uzun boylu, ince yapılı orta yaşlı bir gençti. Kalın kaşları ve kara gözleri ile doğulu olduğu izlenimi veriyordu. Kazanın ağzını yoklamak ister gibi, ona doğru eğilerek;
- Kemal beyi niçin aramıştınız?
- Elimde onun ilgi alanına girecek çok özel bir mal var, onun için.
- Nasıl yani, onun ilgi alanı dediğiniz hangisi, ne malı?
- Bilmezden gelmenize gerek yok dostum. Tabii ki antika, eski eser demek istiyorum.
- Ya, neymiş bu bakalım?
- Roma devrine ait bir altın heykel.
- Olabilir, ama Kemal bey bu işlere bakmıyor artık.
- Emin misiniz?
- Kesinlikle, çünkü son zamanlarda bu işler başını ağrıtmış. Muhtemelen şimdi yurt dışındadır.
- Memet bey de gelmeyecek galiba, ben daha sonra yine uğrarım.
- Nasıl isterseniz.
Böylece Kazan oradan ayrılmış, sonra Haydarpaşa yönüne sürmüşlerdi. Bu sırada arkada, özel bölümünde oturan Kürt Memedin yanına giden şef garson ondan bahsedip, dışarı çıkarken. Kürk Memet cep telefonundan Kemali arıyordu. Bağlantı az sonra kurulmuştu;
- Kemal Bey, ben Memo, az önce orta boylu, uzun saçlı ve sakallı bir adam seni sorup, elinde bir altın heykel olduğundan bahsetti.
- İsim, adres, numara bıraktı mı?
- Hayır, tekrar uğrayacağını söyledi.
- Sonra da elini kolunu sallayarak çekip gitti deme sakın. Takibine adam koymadın mı ulan Kürdo?
- Yok ağabey, seni her soranın ardına adam mı koyacağız bundan böyle?
- Ulan anlamıyor musun, adam bizim ne işle uğraştığımızı biliyor, her gelen bunu bilebilir mi, sen de hiç mi beyin yok?
- Anladım, ama onunla kendim konuşmamıştım ağabey, kusura kalma, bundan sonra dikkat ederiz.
- Hemen birilerini çıkar, eşkale göre onu arasın, rastlayınca bana bildirin. Tamam mı?
- Olur ağabey, baş üstüne.
Telefonu kapatan Memo, asık suratla dışarı çıkıp, şef garsonu bir işaretle yanına çağırmış, gereken emri veriyordu;
- Ulan hırbo, senin yüzünden patrondan fırça yedim. Neden sanki benimle görüştürmedin o herifi. Haydi hemen bizim çocuklardan ikisini onu aramağa gönder, derhal dışarı çıkıp, bulunca hemen bana haber iletsinler.
- Tamam ağabey, ne bileydim onun böyle birden önem kazanacağını.
Şef garson salonun içinde kuytu bir köşede oturmuş, kafaları çekip, sohbet etmekte olan iki kişinin yanına çökmüştü;
- Selam, sohbetiniz bol olsun ağalar.
- Ooo, buyur Haso gardaş, istersen sana da bir kadeh doldurayım.
- Yok, yok onun için gelmedim.
- O halde, hayrola, bir diyeceğin mi vardı. Buyurasın babam, ne emrin varsa baş-göz üstüne.
- Evet, size işim düştü ağalar.
- Buyur, her neyse canla, başla. Gardaşım Hüso ile emrine amadeyiz.
- Bak Hüso, az önce yanıma uzun saçlı, sakallı bir adam gelmişti ya, eminim dikkat etmişsindir.
- Evet, hem gri pardösüsü, siyah balıkçı kazağı vardı, değil mi?
- Hay sen yaşa be Fırat gardaşım. İşte onu acilen bulup, büyük patrona haber etmemiz lazım.
- Tamam ağam, biz hemen kalkar, peşine düşeriz.
- Tamam, işte bunu diyecektim.
- Eyvallah, biz derhal harekete geçeriz. Ama koca İstanbul’da onu bulmamız tamamen şansa kalmıştır, bilesin.
- Olsun, siz yine de şöyle bir dolaşın, tesadüf bile ancak aramakla olur.
Böylece hemen kalkıp, mekanın önünde duran yerli bir arabaya binmişlerdi. Sokaklarda dolaşarak, etrafa göz atacaklardı. Fırat ile Hüseyin cezaevi arkadaşıydılar. Uzun yıllar birlikte yatmış, feleğin çemberinden geçmişlerdi. Yaşları otuzun üzerinde ve ikisi de henüz evlenememişlerdi. Fırat ortaokul ikiden terk, Hüseyin Mülkiye dördüncü sınıftan ayrılmak zorunda kalmıştı. Birkaç ay daha okusa, belki bir kaymakam olacaktı. Fakat bir kız yüzünden başı derde girmiş, bir okul arkadaşının tahriki sonucu onu öldürüp, içeri girmişti. Fırat okulu terk ederek bu işleri ta başından seçmişti. Kendi çapında bir kabadayı ve bu alemin kurdu olmuştu. Hüso ile içerde başlayan dostlukları sürmüş, o, nispeten kısa yatarak önce çıktığından, Hüso’ya, çıkınca yanına gelmesini söylemişti. Fırat kısa boylu, Hüso nispeten uzun ve geniş omuzluydu. Okul yılları boyunca spor yapmış, atletik bir bedeni vardı. Derken Sirkecide arabadan inmiş, kaldırımda yürüyorlardı.
Birden duran Fırat:
- Bak ne geldi aklıma Hüso, bu adam Kemal beyi aradığına ve onu tanıdığına göre, bana kalırsa şimdi Haydarpaşa tarafında bir yerlerde olabilir. Çünkü malum, armatör Kemalin görkemli yatı “Deniz Kızı” orada bir yerde demir atardı.
- Doğru, o halde hemen oraya geçelim.
Artık karanlık basmış, cadde boyu neonlar ve sokak lambaları yanmıştı. Megapol İstanbul’un karışık yolları her zamanki gibi kalabalık, insan seli bir o yana, bir bu yana akarken, işportacılar yüksek sesle müşteri çekmeğe çalışıyordu. Hüso ile Fırat Galata köprüsünü geçmiş, Haydarpaşa Garının arkasında bir parkta arabadan çıkmışlardı. İleri doğru yürüyorlardı. Rıhtıma vardıkları sırada kıyıya yaklaşan, nispeten küçük bir tekne görmüş ve bunun bordasında, ayakta duran adamı seçmişlerdi.
Fırat hemen atılarak;
- Şuraya bak Hüso, bu bizim Kemal bey işte. Yani patronun patronu. Bu adamda zibil gibi para var ha. Onunla mümkün olsa da yakından tanışabilsek.
- Evet, ama nasıl?
- Belki bir yolunu buluruz. Sanırım bu sıra başı dertte. Ayağını acıtan bir diken söz konusu olmalı. Yani senin anlayacağın, adama ihtiyacı var, hem de bizim gibi adamlara…
- Baksana, yanında üç adamı var zaten. Her halde bir orduyla karşı karşıya değildir.
- Bazen bir adam, ordudan bile tehlikelidir.
- Böyle biri varsa onu biz de kurtaramayız, değil mi ama?
- Yok canım, böylesi milyarda bir ancak çıkar, o da bize tesadüf edecek değil ya.
- Her neyse, bak adamlar rıhtıma atlıyor. Bildiğin bir numara varsa yap, tanışalım şu herifle.
- Bence en iyisi, onları şimdilik uzaktan takip etmek.
- Tamam, nasıl istersen. Ama bizim yaptığımızı görenler kim bilir ne der. Çünkü ne yapacaktık, ne yapıyoruz, değil mi?
- Yo yo, Hüso gardaş, sen bu işleri pek bilmezsin. Avcı aramakla bulunmaz. Onu bulmanın yolu, önce avı bulmak ve pusuda beklemektir. Anlıyorsun değil mi?
- Evet dostum, gerçekten doğru bu dediğin.
Hüso ile kurnaz Fırat hissedilmeyen bir mesafeden Kemal ve adamlarını izliyorlardı. Aralarında kırk adım mesafe, rıhtım boyunca yürüyorlardı. Bu sırada yandaki asfaltta ilerlemekte olan bir araba ansızın biraz ileride durmuş ve ondan inen bir adam rıhtıma geçip, dört kişilik gruba karşı geliyordu. Aralarındaki mesafe on metre kalınca birden durup, silaha davranan adam:
- Kimse kıpırdamasın, yoksa yakarım! Diye bağırmıştı.
Fakat onu dinlemeyen Kemal ve adamları hemen silaha davranmıştı. Bunun üzerine silahını ateşlemekte tereddüt etmeyen adam, onların üçünü vurarak yere sermiş, sonra hemen ileri atılarak, namluyu Kemale dayamıştı. Sonra da;
- Sakın bir şeye kalkışma ve yürü!
Kemal panikleyerek;
- Sakın ateş etme, beni bırak, ne istersen veririm.
- Çok konuşma da yürü, yoksa basıyorum tetiğe.
- Tamam, tamam.
Derken yürümüş ve ilerde bekleyen arabaya arka kapıdan binmişlerdi. Bu 525i BMW’den başkası değildi. Az sonra harekete geçen araba, devir gücü yüksek motora gaz verilince asfaltta patinaj yapan lastiklerle oradan uzaklaşıyordu. Bizimkiler gördüklerine inanamamış, şaşkınlık içinde yerlerinden bile kıpırdayamamışlardı. Kemali kaçıran Kazan ile Nurcan, yolda Cezmi’yi arayıp,onu nereye getireceklerini öğrenmişlerdi. Adres Çağlayanda, Cezmi’ye ait bir aparmanın bodrumu idi. Bodrum katın muhkem demir kapısını arkadan kilitleyip, içeri girdiklerinde saat gecenin dokuzuydu. Kemali bir sandalyeye iple bağlamış, ağzını banlamışlardı. Yarım saat sonra gelen Cezmi Kemalin ağzını kapatan bandı sökmüş ve sorgulamaya başlamıştı.
- Evet Kemal bey, sanırım bunu hiç beklemiyordun, değil mi?
- Bütün bunları bırak ve benden ne istediğini söyle Cezmi? Neden yaptın bana bunu?
-Böyle konuşup, tepemi attırırsan seni hemen cehenneme postalayacağım sefil herif. Hemen suçunu itiraf et.
-Peki peki. Evet, yaptığıma pişmanım. Gerçekten. Ama merak etme, her şeyi misliyle tazmin ederim.
- Pekala. Önce, benden çaldığınız eserleri geri istiyorum.
-Onları geri isteme, zira bu artık imkansız. Dışarı satılıp, çoktan gittiler. Ama aldığım parayı faiziyle sana ödemeğe hazırım. Lütfen çözün şu ellerimi, tazmin çeklerini hemen yazayım.
-İyi. Ama sakın ola bir şeye kalkışma. Sakallı dostumun şakası olmadığını biliyorsun.
- Tamam, tamam biliyorum.
Bağları çözülen Kemal ayağa kalkmış, cebinden çıkardığı çek defterinden üç yaprağa meblağ yazıp, imzalamıştı. Beş yüzer bin Franklık çekler bir İsviçre bankasına aitti. Ona düşen çeki cebine koyan Cezmi, oradan ayrılmıştı. Kazan ve Nurcan kılık değiştirmiş oldukları için Kemale iki yabancı gibiydiler. Kemal, serbest bırakılması karşılığında bütün servetini bırakmağa razı olduğunu söylüyordu. Hayatı Kazan ve Nurcan’ın vereceği ortak karara bağlıydı. Bunu anladığı için yalvarıyordu. Kazan gerçi onu öldürmek istemiyordu, zaten adamlarını da ölümcül yerlerinden vurmamıştı. Fakat onun boş durmayacağını, en azından Cezmi’ye zarar vermek isteyeceğini düşünüyorlardı. Nitekim onu karşısına oturtan Kazan;
-Bak Kemal efendi, seni sağ bırakmak isterdim, lakin biliyorum ki, istesen bile bu işin arkasını bırakmayacaksın. Belki buna kimi dostların zorlayacak, ya da kendini zorlanmış hissedeceksin ilerde.
-Hayır, bunu asla yapmayacağım, lütfen inanın bana.
-Kemal Bey, kendini benim yerime koyup, bir düşün. Yerimde olsaydın ne yapardın? İnanır mıydın namlunun ucunda duran, size hasımlık etmiş ama sonra onuru incinmiş birinin sözlerine?
-!
- Ben inanmak isterdim, lakin, biliyorsun ki, bu durumda inandırmanın olduğu kadar, kendisine inanılmanın da temel kuralına uymayıp, bilakis, taban tabana zıtlık arz etmektir.
-!
- Çünkü bu durumda böyle düşünüp, böyle konuşmağa elin mahkum. Söylediğinin aksini yapmak durumunda değilsin ve ne yazık ki böyle bir seçeneğin de bulunmuyor. Bu durumda kalan ki bir adam, takdir etmelisin ki, bitmiş demektir artık. Bilmem anlatabiliyor muyum.
-Haklısınız. İnanılmaz denli radikal bir mantığı izliyor, hayat ya da ölüm üzerinde hüküm verme durumunda bulunuyorsunuz. Tamam, beni ölmeğe, hatta çoktan ölmüş bulunduğuma ikna ettiniz, bari lütfen çekin şu tetiği bitsin bu iş. Kaderin tecellisine razıyım artık.
- Şak! Şak! Şak! Bravo! Evet gerçekten bravo size bayım.
- ?!
- Çünkü, ölüme hazır olmayanın yaşama hakkı yoktur.
- ?!
-Değil mi ki buna hazırsın, zira ölüm kaçınılmaz tek hakikattir, o halde yaşamayı hak ettin demektir. En azından yüce Tanrının biçtiği o meçhul ferdaya kadar.
-Bayım, bırakın benimle oynamayı. Çaresiz, savunmasız birine işkence yapmak insana yakışmaz, velev ki, o bunu hak etmiş bile olsa. Basın artık tetiğe ve vurun beni.
-Müsterih olun Kemal bey, sizi vuracak değilim. Çünkü çoğu kişiye göre imkansız bir şeyi başarıp, onca varlığınıza rağmen, hayattan vazgeçmeği göze alabildiniz. Tavrınız blöf değildi. Çünkü buna ne mahal, ne de imkan vardı. Ayrıca, daha önemlisi, güttüğüm mantığın ne denli haklı olduğunu anlayıp, bunu, hayatınızı kaybetmek pahasına bile olsa, onayladınız. Bu durumda, insan kaderini yaratanın o yüce varlığın size yardım ihsan ettiği ortadadır. Sanırım hayata yeni bir sayfa açarak, bambaşka bir mantık ve anlayış düsturu ile yaklaşmağa artık hazırsınızdır.Hayatta kalmanızın bizden gelen bir lütuf olmayıp, onu bizzat hak ettiğiniz için de sizi tebrik ederim.
- Yüce Tanrı’ya hamt ve Size de teşekkür ediyorum.
-Şimdi sizi istediğiniz yere götürebiliriz. Buyurun, çıkalım.
- Tamam. Beni aldığınız yerde bırakmanız ve bundan sonra yine izlemeniz son ricamdır. Zira, hakkımda yanılmadığınızı görmenizi isterim.
- Tamam. Şimdiden size inanmaktayız Kemal Bey. Bundan emin olabilirsiniz.
Derken, onu aldıkları yere yüz metre mesafede bırakarak, Çamlıca’ya dönmüşlerdi. Olay akabinde gelen polis yaralıları hastaneye götürmüş, gerekli tıbbi müdahale yapılmıştı. Hüso ile Fırat olan biten karşısında şoke olmuş, halen oralarda dolaşıyordu. Kemal bey motorun bağlı bulunduğu babaların başında durmuştu. Bu sırada rıhtım duvarının üstüne oturmuş, denize bakan dört kişi ayağa kalkmış, sarhoşlara has telaffuz tarzı ve yaylanarak ona doğru yürüyorlardı. İçlerinden biri;
- Hey, babalık! Burada ne bekliyorsun bakalım? Boğazda yüzmek istemiyorsan bize bir güzellik et.
- Ne o gençler, içkiniz mi bitti, öyleyse mesele yok. Alın şunları, neşeniz bol olsun.
Diyen Kemal bey, cebinden çıkardığı bir deste bozukluğu onlara uzatmıştı. Paraları eline alan sarhoşlardan biri;
- Helalin var be babalık. Bunlarla bir hafta idare ederiz. Sağ ol! Derken, diğer arkadaşı;
- Dur hele be moruk, bu adamda para fabrikası mı var, ne. Böyle kaynak çıkar mı bir daha karşına. Sen fazla uzatma da, biraz mangır daha tosla bakalım babalık.
- Şu an başka nakit yok yanımda çocuklar, olsa zaten baştan verecektim.
- Nakit yoksa çek verirsin o zaman. Hadi fazla uzatma dedik sana!
Diyen aynı tip, Kemal beyin üstüne yürüyordu. Diğer arkadaşları onu tutmak istedilerse de dinlemiyor, ağzını bozarak küfürler ediyordu. Bu şamatayı kaldırımdan geçenler de duymuş, herkes rıhtımdakilere bakıyordu. Bu sarada oraya gelen Hüso ile Fırat aralarında konuşarak;
- Yav Hüso, şu bizim Kemal bey değil mi, ne dersin?
- Gerçekten ona çok benziyor. Ama nasıl olur.
- Hele yürü bir bakalım. Zaten gördüklerimizi Memed ağabeylere haber vermeğe utandık, belki bir aferin alırız, yürü hele.
Olay yerine geldiklerinde durumdan emindiler. Hemen müdahale ederek, sarhoşları sille tokat kovalayıp, Kemal beyi bu tacizden kurtarmışlardı.
Kemal bey;
- Sağ olun gençler. Sarhoşluk böyledir işte.
- Siz sağ olun Kemal ağabey, maalesef daha önceki olaya yetişemedik.
- Siz beni tanıyor musunuz yoksa?
- Evet, biz Memed ağabeyin dostlarıyız.
- Hımm, anlaşıldı. Peki ona bir şey söylediniz mi olanlar hakkında.
- Hayır, buna yüzümüz tutmadı, zaten o yüzden buralarda oyalanıp duruyorduk.
- İyi, işte bu isabetli olmuş. Haydin, şimdi şu motoru çalıştırıp gidelim.
Derken, bekleyen motora atlayıp, Küçük Çekmecede demirli Deniz Kızı’na sürmüşlerdi. Kemal bey kullanıyordu motoru. Çok sürmeden menzile varmış ve hep birlikte Deniz Kızının bordasına çıkmışlardı. Son derece konforlu gemide aşçıbaşı ve iki garsondan başka kimse yoktu. Doğruca salona geçmiş, derhal donatılan masada yemek yiyor ve konuşuyorlardı...
- Kemal ağabey, diye başlayan Fırat, içini kemiren soruyu soruyordu; sahi ne oldu, o adamların elinden sonra nasıl kurtuldunuz?
- Gençler, bu inanılmaz bir olaydı. Anlatsam da anlayamazsınız. Siz bunu boş verin de, biraz kendinizden bahsedin. Kimsiniz, ne iş yapar veya neler yapabilirsiniz?
Böylece kendilerini tanıtıp, açık yüreklilikle Kemal beyden beklentilerini dile getirmişlerdi...
Onları içtenlikle dinleyen Kemal:
- Tamam, bundan sonra benim mahiyetimde çalışacak ve umarım bir aksilik çıkmaz, bir daha asla içeri girmeyeceksiniz. Tamam mı?
- Hay Allah senden razı olsun be Ağabey. Bizden her bakımdan memnun olacaksın. Öyle değil mi Hüso gardaş?
- Kuşkusuz. Fırat, gördün mü, Kemal Bey sandığımızdan da büyük insanmış. Sizin hizmetinizde bulunmak bizim için bir onur olacaktır. Efendim, bundan sonra biz iki arkadaş, her durumda ve sonuna kadar yanınızda olacağız.
-Merak etmeyin gençler, biz artık ölümden başkasını mecbur saymayacak, diğer bütün konuları sadece sıradan şeyler olarak göreceğiz. Bunda elinizden geleni yapacağınıza ve birlikte güzel işler yapacağımıza inanıyorum. Bu arada sizden ricam, o konudan kimseye bahsetmemenizdir.
-Söz ağabey. Diyen Fırat’ı; Bundan emin olabilirsiniz. Diyen Hüseyin izlemiş ve onu temin etmişlerdi.
Nitekim Kürt Memed’i cepten arayan Kemal, onların şu an yanında olduklarını haber verip, bundan sonra birlikte çalışma isteklerini kabul ettiğini söylemişti. Memet bir an şaşırsa da, başka şey soramamıştı.
Cezmi, Kazan ve Nurcan Çamlıca da ki villada, sigara içerek konuşuyorlardı. Sigarasından bir duman daha çeken Nurcan;
-Kemal beyi hayatta bıraktığımıza en az senin kadar şaşıyorum Cezmi. Ama orada, benim yerimde olsan başka türlüsünü yapamazdın.
-Esasen şaşırmış sayılmam. Çünkü Kazanın asla kesin bir kararı olmadığını bilirim. Yerine göre son dakikada karar verir ve kolay kolay da yanılmaz. Bu güne kadar hep böyle yapmıştır çünkü. Sen durumu söyleyince güldüm sadece. Demek ki, milyonda bir istisnalar dahi gerçek olabiliyor, demiştim kendi kendime.
Kazan dudak bükerek;
-Hayır, milyonda değil, milyarda bir dostum. Bu durumda, takdir edersin ki aksine davranamazdım, davranmış olsam sonunda pişman olup, kendimi asla affetmezdim. Çünkü biliyorsun benim hayat felsefem;. “Sonunda pişman olacağın bir şeyi yapma, yaptığın şeyden de asla pişmanlık duyma”, idi.
Nurcan bu arada söze karışarak;
-Peki ama, yanlış yapıp pişman olamaz mı bir insan? Dahası, hata yapmak insanlık icabı değil midir Kazan Bey?
-Evet, öyledir. Ancak nedense, ben kendime karşı o denli hoşgörülü değilim. Pişman olmak, kendini affetmenin bir başka adıdır çünkü. Sizce öyle değil mi?
- Bence doğru. Diyen Cezmi idi.
Nurcan itiraz ederek:
- Yo, ben böyle düşünmüyorum. Çünkü bence her insan yanılabilir ve yanılgının sonucu bu denli korkunç bir ceza olmamalı. Belki bu yanılgısına göre değişir, diyenler olur. Ama bence insan yine de tolerans kapısını açık bırakmalı, hayata bir şans daha vermelidir.
Kazan gülümseyerek:
-Bir kez yanıldıktan sonra, ikinci yanılmanın gelmeyeceğini kim temin edebilir? Diyen Kazana yanıt Cezmi’den gelmişti.
-Tabii ki hiç kimse.
Nurcan’a bakan Kazan:
-O halde herkes yaptığı hatanın bedeli her ne ise, gözünü kırpmadan buna razı olmalı.
Nurcan dudak bükerek:
-Doğru ama, sonucun bir yanılgı olduğunu kim tayin edecek?
Kazan:
- Önce kişinin kendi vicdanı, sonra da bu yanılgıdan zarar gören o kimse.
Nurcan alnını kaşıyarak:
- Bu bana yine de hayli karışık bir konu gibi geliyor. Anlamıyorum bir türlü.
- Hah hah haaa! Diye gülen Kazandı.
Cezmi lafa karışarak:
-Anlamağa çalışma, sadece böyle bir davranış türü olduğunu bil yeter. Belki bir gün, yeni bir durum vuku bulur, alışılmışın dışında bir davranış denemek istersin.
-Tamam, aklımda tutacağım. Ama Kemal’in bundan sonra nasıl davranacağını merak etmiyor değilim. Umarım onu sağ bırakmış olmamız hanemize yazılan kötü bir hata olmaz.
Kazan kendinden emin:
-Hayır, bu bir hata değildi. Hatta bu yüzden hayatlarımızı kaybetsek bile. Çünkü hayatın kuralına göre davrandık. Bu nedenle ölecek olmamıza ihtimal vermiyorum.
Nurcan;
- Emin değilsin her halde ama?
-Bu durum için bu sözü tercih etmem. Temin edilmeye ihtiyaç yoz zira bunda. Trafikte örneğin, ne kadar emin olabilirsin kaza yapıp, hayatını kaybetmeyeceğine? Bu durum karşısında kim seni temin edebilir ki?
- Bu aynı şey değil.
-Ben kaybedeceğim şeye bakarım. Hayatım bir tane. Kaybedecek olduktan sonra, şu ya da bu şekilde olmuş, bundan ne çıkar. Kemalin beni öldürmeyeceğine iddiaya girmiyorum ki, sonunda belki, bu iddiayı kaybetmiş olayım, değil mi? Ha, illa da bir teminata gerek duyarsam, bunu kendim sağlar; mesela, uyanık olur, attığım adım ve hedefte şaşmamağa bakarım. Şahsen müsterihim ve bu sadece şahısı adına değil.
Nurcan;
- Peki. Ama yarın bir gün yine karşılaşacağız Kemal beyle.
Kazan gülerek;
-İstersen şimdi telefon edip, onu tekrar bulalım.
Cezmi;
-Buna gerek yok. Adamı şimdilik kendi haline bırakalım. Benden bir isteğiniz yoksa müsaade arkadaşlar. Yarın saat on uçağından yer ayırttım, gelmek isteyen varsa birlikte uçalım.
Kazan;
- Hayır, ben kalıyorum.
Nurcan;
-Ben de, ama bir şartla; burada, bir kaç gün benimle kalacaksın, tamam mı?
Kazan gülerek;
-Şayet sohbetlerimden sıkılmaz, korumalık ücretimi de peşin ödersen olur.
Nurcan kahkaha atarak;
-Hımm, seni köftehor, Kemali niye sağ bıraktığın şimdi anlaşılıyor. Böylece kendine emin bir iş imkanı yaratacaktın, değil mi?
Buna hep birlikte gülmüşlerdi. Sonra Cezmi kalkıp, evine yollanmıştı. Saat akşamın on sularıydı. Kazan yatacağı odaya geçmiş, Nurcan çay içerek Tv’de film izliyordu.
İki saat kadar sonra, dışarıda yağmur yağıyor, şimşekler çakıyordu. Nurcan yatmış, fakat gürültüden gözüne uyku girmiyordu. Belki başka nedenleri de vardı bunun. Kendine itiraf etmese de korkuyordu. Odasında gece lambası yanıyordu. Bir ara müthiş bir gürültü duymuş, sonra lamba sönmüştü. Yakınlarda bir yere yıldırım düşmüş olmalıydı. Koyu karanlık oda onu iyice korkutuyordu. Ne de olsa bir kadındı. Gururunu yenebilse, gidip Kazanı uyandıracaktı. Hayır hayır, gidip uyandırmak ne kelime, bir imdat çığlığı atıp, onu yanına çağıracaktı. Fakat korkuyor, yataktan çıkamıyordu. İşte tam bu sırada odanın kapısı usulca vurularak:
-Nurcan! Umarım korkmuyorsundur?
Bunu cana minnet sayan Nurcan, can havliyle yanı verirken, yerinde fırlıyordu.
-Korkmak mı? Ha, hayır korkum yok, ama şu gürültüler de canımı sıkıyor yani. Sen de mi uyuyamadın?
- Evet. İstersen dışarı gel, şöminenin başında oturalım, ne dersin?
- Tamam, geliyorum.
Derken el yordamıyla kapıyı bulup, dışarı çıkan Nurcan’ı Kazan kapı önünde bekliyordu. Birlikte Kazan’ın az önce tutuşturduğu şöminenin yanına yürümüşlerdi. Oradaki yumuşak koltuklara karşılıklı oturmuş, Kazan’ın doldurduğu bardaklardan şarap içiyorlardı. Şömine alevlerinden yansıyan ışıkta sanki bir sihir vardı. Nurcan bir inılmaz güzel ve albenili görünüyordu. Aynı duyumsamayı o da hissetmiş olmalıydı ki, bunu ilk açıklayan olmuştu:
-Kazan, gülme sakın, ama bu kadar yakışıklı olduğunu bilmiyordum.
Kazan buna iki nedenle güldüğünü açıklıyordu.
-Benden çok yaşayacaksın galiba Nurcan, niye mi; çünkü aynı şeyi ben sana söylemek üzereydim. Açıkçası, çok güzel görünüyorsun, bilhassa bu gece.
-Aşk olsun, demek sadece bu geceye mahsus bir izlenimin. Sabah, veya yarın fikrin değişecek, öyle mi?
- Siz kadın milleti neden böyle, hiç söylenmeyen şeylere bile yorum yaparsınız, anlamıyorum. Lakin eğer hoşuna gidecekse söyleyeyim; sen her zaman bir afettin güzelim. Ama bu gün, şu anda bir harikasın. Tamam mı?
-Teşekkür ederim. Güzel bir iltifattı.
-Ne sayarsan say. Ama seni seyretmek hoşuma gidiyor. Biraz da korkmuş gibisin. Belki bunun da tesiri var halinde. Çünkü kadınların aşırı cesuru erkeğe benzer ve erkekleri kendime yakın bulmam.
-Ben tam aksine, cesur erkeklere bayılırım. Senden bu kadar hoşlandığımı bilmezdim.
-Bırak şimdi iltifatı. Korktuğun için böyle düşünüyorsun, değil mi?
-Yo, inan ki, korkmuyorum. Evet, itiraf ederim ki, biraz önce bayağı, yok yok müthiş korkuyordum. Ama hislerim korkunun eseri değil.
- Peki, inandım. Sağol. Bir bardak daha şarap ister misin?
- Evet, çok iyi olur.
Şarap şişesi elinde, Nurcan’ın yanına yaklaşan Kazan, onun uzattığı boş bardağı doldurmuş, geri çekilmek üzereydi ki, Nurcan kolundan yakalayarak;
-Lütfen uzaklaşma, yanımda kal.
-Tamam güzelim, yeter ki sen emret. İstersen, yani uykun geldiyse seni odana götürür, baş ucunda nöbet tutarım sabaha kadar.
- Tanrım sana çok şükür! Çok iyisin Kazan. Senin gibi biriyle bütün ömrümü geçirmek isterdim.
-Sen de çok tatlısın, lakin onu aklından çıkar. Çünkü senin erkekler, benim kadınlar hakkındaki görüşlerimiz çok farklı. Biz kesinlikle karı-koca olamayız. Ben senin korumanım ve istersen mukaveleyi epey daha uzatabiliriz?
-Kazan çok hainsin. Demek onun için beni konuşturup, ağzımdan laf alıyordun, öyle mi?
-Demek kabul ediyorsun bütün bunları.
- Hayır, ben sana yalan söyledim bu konuda.
- Ne yani, erkeğin dominant olduğunu kabul mü ediyorsun?
- Tabii ki, bu doğa kanunu değil mi. Ben neyim ki o yasayı geçersiz sayabileyim?
- İnanayım mı yani?
-Evet, lütfen.
Bu sırada bir birlerine çok yaklaşmışlardı. Nurcan dalgalı saçlarını geri atmış, muntazam yüzünde bir gül goncasının taç yapraklarını andıran, etli dudaklarını ihtirasla aralamıştı. Onun bu hali, Kazan’ın sönmüş volkana benzeyen soğukkanlılığını ansızın patlamak üzere olan bir yanardağa çeviriyordu. Bir birine sarılan ihtiraslı bedenler, şöminenin önünde serili iri ayı postunun üzerine iniyorlardı. Ateş, çatırtılar çıkararak yanarken, onlar sevdanın has bahçelerinde sermest oluyor, haz denizlerinde yüzüyorlardı...
Nihayet yeni bir gün ve sabah olduğunda aynı yatakta bulunuyorlardı. Gece başlayan muhabbet, şöminenin sönmesine kadar sürmüş, sonra Nurcan’ın yatağına taşınmışlardı.Keşif turları tan ağarmasına değin sürmüş, aşk yorgunluğunu atmak için nihayet uykuya dalmışlardı.
Yataktan ilk kalkan Nurcan olmuş, banyodan sonra kahvaltı hazırlamak için mutfağa girmişti. Onu Kazan izlemişti. Çok mutluydular. Nurcan tam bir evcimen kadın gibi davranıyor, bu haliyle onu şaşırtıyordu.
Kazan düşündüğünü açığa vurarak;
-Senin bu kadar becerikli bir ev hanımı olacağını bilsem, görür görmez evlenme teklifi yapardım.
Nurcan gülerek:
-Dalga geç mi yorsun, değil mi?
- Ne münasebet güzelim. Gerçekten böyle düşünüyorum. Çünkü hakkında çok yanılmışım.
- İşin doğrusu, ben bile böyle olduğumu yeni keşfediyorum. Bana kadınlığımı hatırlatmak için senin gelmen gerekmiş anlaşılan.
- Yok yok, sen tam bir kadınsın tatlım.
- Sen hakeza bir erkek. Ama umarım, yine de dün konuştuğun gibi değilsindir.
- Doğrusu bunu zaman gösterecek. Ama senin kast ettiğin hususu henüz anlamış değilim.
- Doğru, bunu zaman gösterecek.
- Şimdi hazırlanıp, çıkmam gerek. Ortamı araştırıp, polisin ne yaptığını öğrenmeliyim.
- Bunu dışarı çıkmadan da öğrenebiliriz. Dostlarımız olduğunu unutuyor musun?
- Hayır, ama şöyle bir dolaşıp gelsem diyordum.
-Sen bilirsin.
Onlar ne yapacaklarına karar vermeğe çalışırken, Kemalin adamları Alman hastanesinde yoğun bakımdan çıkmışlardı. Polis yaralıları sorgulamakla işe başlamıştı. Adamlardan ikisi bacaklarından, biri omuz bölgesinden yaralanmıştı. Ancak onları konuşturmak mümkün değildi.
Söyledikleri sadece; ansızın üzerlerine ateş açılmış olduğu ve faili tanıyamadıkları idi. Komiser Refik bununla yetinmek istemiyor, lakin üzerlerinde suç delili sayılan hiç bir şey bulunmamış olması işi zorlaştırıyordu. Çünkü polis olay yerine gelmeden silahlarını yok ederek, olası tek kanıtı da bertaraf etmişlerdi. Faili meçhul bir şekilde yaralanmış olmaları suç isnadı için yasal bir sebep sayılamıyordu. İsim ve adres alan komiser;
-Baylar, gözüm üzerinizde olacak. Çünkü olayı aydınlatmak için bana hiç yardımcı olmadınız. Hadi, yine de geçmiş olsun! Diyerek, hastaneden çıkmıştı.
Bu sırada Kemal bey, görkemli yatıyla Akdeniz’e doğru yola çıkmış, Rotası önce İzmir, Fethiye ve Antalya idi. Sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine ait olan Magosa şehrine gidilecekti. Bu sırada hem dinlenecek, hem de yeni girişeceği işlere dair projeler yapacaktı.
Dürüst, ağır başlı ve kültürlü bulduğu Hüseyin’in mizacı hoşuna gitmiş, onu yanında götürüyordu. Fırat şimdilik İstanbul’da kalıp, hastanedeki adamlarla ilgilenirken, polisin çalışmalarını izleyecek ve gerektiğinde ona bilgi verecekti.
Bu hizmetlerine karşı tahmininden çok daha yüksek bir maaş alacak olan Fırat, iki aylık tutarı kadar avansı cebine koyunca çok memnun olmuş, ilk fırsatta sevgilisi Müjgan ile evlenecekti.Kızcağız elan bir tekstil fabrikasında çalışıyor ve yıllardır onun yolunu beklerken, evlenip, yuva kurma hayalleri kuruyordu. Devamlı bir işi bulunmadığı için günübirlik yaşamak zorunda olan Fırat, onun adına üzülüyor, gelecekten bir şey beklemiyordu.

#2 Muharip

Muharip

    Zaman buldukça takılır

  • Üyeler
  • 126 Mesaj

Gönderim zamanı 29.04.2006 - 14:55

E, eh, hani bunun devamı Husrevani?





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli