Bir çocuğa piyano öğretmek isterseniz; başına da Alman dadı gibi bir öğretmen dikerseniz,
o piyanonun siyah tuşları zindan parmaklıklarına dönüşür. Gitar çalmayı da en güzel, aklı bir
karış havada, gitarına çakısıyla “barış” işaretleri kazımış bir dostunuz öğretir size.
Öğreteceğiniz şeyin ne olduğu değil, nasıl öğretileceği, özellikle kimin öğrettiğidir çoğu zaman.
Aşık olduğunuz bir psikoloji dersi hocasının ağzından çıkanları, çoğu kez kelime kelime
hatırlarsınız yıllar sonra da.
Sindirim sistemi anatomisine giriş için birşeyler öğretmek bana düşseydi; sanırım dersi elimde
çatal, masanın üzerinde tuvalet kağıdı, aşağıdaki şekilde anlatırdım:
LOKMA’NIN HİKAYESİ (Niyazi’nin yolculuğu)
Niyazi bir köfteydi. Kıyılmış, satılmış, acılı bir köfte. Tabakta, bulgur pilavının yanında korkuyla
bekliyordu. Suratına tükürülmüş, mıncık mıncık yapılmış, gururuyla oynanmıştı. Kendini deli dana
kıyması gibi hissediyordu.
Ketçaplı sırtına bir zıpkın saplandı -yolculuk başlamıştı-... o artık bir lokmaydı!
Yukarılarda kocaman karanlık bir mağaranın ağzında buldu kendini, derinden garip sesler,
sessiz çığlıklar geliyordu.
Mağarada az önce yanından ayrılan, “acaba yetiştiğim toprakları bir daha görebilecek miyim?”
diyen maydanozla karşılaştı. Maydanoz kendine çürük bir diş bulmuş oraya sığınmıştı. Daha
aşağılara, gayya kuyusuna, bilinmeze gitmeye hiç niyeti yoktu.
Kendisini kurtaracak kürdanı bekliyordu.
Tam yumuşak bir kürek onu değirmene, dişlerin arasına öğütülmeye atarken küçük dil
imdadına yetişti:
- şşşt, buraya gel !
Küçük dil merhametliydi. Kıpkırmızı bademcikle birlikte yıllardır dişlerin zulmünü, lokmaları
parçalayışlarını seyretmekten bıkmışlardı. Lokma’ya asla öndeki tünele girmemesini söylediler,
orası akciğere gidiyordu ve gidiş o gidişti, oraya bir girdi mi, hiç şansı yoktu. O sırada yanından
bir grup pilav geçti; ruhsuz, öğütülmüş, derinlerde gözden kayboldular.
Bir gün buralara tekrar gelirse orta kulağı da mutlaka ziyaret edeceğini söyleyerek yemek
borusunun halkalarına tutuna tutuna dikkatlice aşağıya indi.
Karşısında bütün ihtişamı ile MİDE duruyordu; ama ne mide. Uçsuz bucaksız, doymak bilmeyecek
bir mide. Ayağı bir çukura takıldı, galiba o çukur ülserdi. Öyle öğretmişti pirzola, tezgahta pirzola
demirini kafasına yemeden az önce.
Mide birden guruldadı;
- sen kimsin? diye sordu.
Aslında mide özde iyi niyetliydi ama onun kıymeti bilinmemiş, abur cuburla hayata küstürülmüştü.
Mide dört gün önceki rakıyı salıvermemiş, ufak ufak demleniyordu. Köfte ona can yoldaşı oldu.
Mide sıkıldıkça geviş getiriyordu, bu onun biricik eğlencesiydi. Ona geviş getirmeyi damardan
tuzlama öğretmişti. Köfte de geviş getirmeyi mideden öğrendi, birlikte kahkahalar attılar, geğirdiler.
Gözüne, içinden küt küt sesler gelen bir yol ilişti. Mide, o yolun kalbe giden yol olduğunu söyledi.
Bir erkeğin kalbine giden yolun mideden geçtiğini de oracıkta öğrenmiş oldu.
O da mideye takım tutmayı öğretti. Artık mide lokma takımını tutuyordu.
Sonra ayrılık vakti geldi çattı. Waldeyer caddesinde birbirlerine bakıp ayrıldılar. Önünde on iki parmak
boyu yol vardı, uzun ince bir yol.
On iki parmak bağırsağı onu sevmedi, öd sıvısını esirgedi. Çok ağladı, pankreas duymamazlıktan geldi.
On iki parmak bağırsağındaki çileli yolculuk bitince, perişan, darmadağın olmuş, yarı baygın ince
bağırsakta ilerledi.
Burası çok garipti, sanki iliği suyu emiliyordu. Milyonlarca lira verilmiş kırmızı vitamin hapının olduğu
gibi hiç emilmeden durduğunu gördü, mideden beri ilk kez güldü. Artık şarkı bile söylüyordu.
İlerledikçe kokular değişmeye, fenalaşmaya başladı.
Birden durdu, sağında oradaki yapıya hiç benzemeyen bir yapı gördü. Evet evet, bu kanserdi; sinsi,
kimsenin haberi olmayan, yeni başlamış bir kanser. Acele birşeyler yapmalıydı, orada uzun süre
kalamazdı, arkasından fıstıklı baklava korkunç bir süratle geliyordu. O da ne? Fıstıklı baklavaların
arasında, bir şam fıstığı kabuğu kalmış, en önde yuvarlanıp duruyor, “itmesenize kardeşim” diye
bağırıyor; bağırsak bir türlü, bağırmasak bir türlü diye söyleniyordu.
Kabuğu eline aldı, kanserli dokuyu kazıdı. Orayı midenin yolluk olarak verdiği rakıyla dağladı.
Bahtiyardı.
Kör bağırsak kör olduğundan bu operasyonu göremedi; ona anlattılar. Pek sevindi. “Benim
lokma tatlım, istersen burada sıkıntıdan patlayıncaya kadar ya da apandisit patlayıncaya kadar
kalabilirsin” dedi.
Gitmeliydi, yoluna devam etti. Yorgundu ve bir kıvrımda uyuyakaldı.
Gözlerini açtığında kalın bağırsakta bir yerlerdeydi. Kokular dayanılmazdı, lağım patlamış gibiydi,
derin bir anesteziden kalkar gibi kalktı. Yolculuğun sonu yaklaşmış olmalıydı
Bir uluma duydu. Korktu. Bu bağırsak kurtlarının ulumasıydı. Tenya’nın sesi kulaklarını tırmalıyordu.
Oradan kaçmalıydı ama önünde daha 06:30 dışkısı bekliyordu ve tahminince gönlünün olup
çıkmasına daha saatler vardı.
Uluma sesleri arttı, kendi ödü önündeki dışkıya karıştı. Önündeki dışkının hiç acelesi yok gibiydi.
Lök gibi oturmuş, memeleri seyrediyordu, basur memelerini.
O an, hiç olmayacak muhteşem bir şey, bir mucize oldu. Korkunç ve uzun bir gök gürültüsü
duyuldu önce, sonra bir çalkalanma:
İSHAL! Bütün şiddetiyle, bütün bereketiyle geliyordu.
Sele kapılmış gidiyordu, rafting başlamıştı.
Bir şenlik vardı, bir karnaval; fıstıklar, pilavlar çığlık atıyorlardı. On gündür orada, o kokular içinde
bekleyen kızılcık çekirdeği en önde, ışığı gördüler, tünelin önünde büzülüp büzülüp açılan delikten
ve kendilerini bekleyen bir başka deliği daha. Artık çok geçti.
Kara delik onları yuttu. Bir sifon sesi, ardından da bir hıçkırık duyuldu.
Mide, dostunun ardından, bok yoluna giden Niyazi’nin ardından bulanmış, ağlıyordu.