İçerik değiştir



- - - - -

Ruhu İnsani


  • Yanıtlamak için giriş yapın
Bu konuya yanıt verilmedi

#1 senay

senay

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Üyeler
  • 78 Mesaj

Gönderim zamanı 09.02.2005 - 20:05


Sperm ile yumurtanın rahimde birleşmesinin 120. gününde, cenin, bazı kozmik ışınların etkisiyle, "meleğin ruhu nefhetmesi" diye târif edilen bir biçimde, dalga üretimine başlar.

Beynin çekirdeği durumunda olan bu yapı, genetik veri tabanını değerlendirmesine vesile olan ilk temel kozmik tesirleri alarak ön programa kavuşur ki; böylece onun "şâkilesi" yâni "programının doğrultusu" belirlenmiş olur..

İşte bu anda "kişisel ruh" yani "insânî ruh" meydana gelmiş, yaratılmış olur!... Bu andan evvel, "bireysel ruh" mevcut değildir!.

Bu sebepledir ki, eğer 120. günden sonra çocuk alınırsa cinayet hükmüne girer!..

Zira, 120. günde cenindeki beyin çekirdeği, "dalga bedeni" yâni "kişilik ruhunu" üretmeye başlamıştır ki, ceninin öldürülmesi hâlinde dahi, bu "ruh" yaşamına sonsuza dek devam eder...

Kişiliğin temel özelliklerini ise, genlerindeki bilgiler meydana getirir..

Genetik veriler, tohum; tohumun gelişmesini ve özelliklerinin ortaya çıkış biçimini sağlayan toprak, gübre, su, nem gibi faktörler de “astrolojik programlama” gibidir!.

Beyin, gelişimi ve yaşamı süresince, kendisindeki bütün bilgileri "RUH" adı verilen, bir tür "dalgadan" oluşan "hologramik beden"e yükler!.. Bu hologramik beden, aynen televizyon dalgaları gibidir... Nasıl ki taşıyıcı dalgalara yüklenmiş görüntü ve ses dalgalardır televizyon dalgaları; işte "insan ruhu" da böylece tüm zihinsel fonksiyonların sonucu olan verileri yüklenmiştir!..

"ÖLÜM" denilen, beynin faaliyetinin durması ve vücudun manyetizmasının kesilişiyle beraber, kişi kendini bu "hologramik dalga beden" olarak hissedip yaşamaya başlar...

"Ba`sü ba`del mevt" denilen hâldir bu anlattığımız!...

Ancak, o kişi yaşamı boyunca neleri düşünmüş, neleri hissetmişse; ne tür endişe ve korkulara kapılmış, sevgiler duymuşsa, o "dalga beden" yaşantısında da bunlardan gayrını bulmaz!..

Bu sebeple kişi, fizik-şimik bedende kendini ne ölçüde ve nasıl tanımış ve kabullenmişse; daha sonra kendini içinde bulacağı "âhiret âleminde" yani "dalga boyutta", "hologramik dalga bedende" de kendini o özellikleriyle bulur...

Nitekim Hazreti Rasûl bu gerçeğe şöyle işaret eder:

-Nasıl yaşarsanız o hâl üzere ölürsünüz; ve ne hâl üzere ölürseniz, o hâl üzere bâ`s olursununz... Ve kıyâmette de o hâl üzere haşrolursunuz..."

"Ölüp de dirilme" denen olay, öldükten sonra kıyâmette olmayıp; bedenin kullanılmaz hâle gelmesinin hemen sonraki anında oluşmaktadır!.

Yâni yaşam, "biyolojik beden" boyutundan, "ruh-dalga beden" boyutuna geçiş şeklinde ve bilince göre kesintisiz bir şekilde devam etmektedir!..

Bu yüzden de demekteyiz ki, "ölümü tadan" her kişi sonraki anda "ruh beden"le diri bir halde; aklı-bilinci tamamiyle yerinde olarak mezara gömülür!..

Ve de kıyâmete kadar diri bir halde kabir âleminde yaşamını sürdürür!..

Nitekim, "âmentü"de söylemekte olduğumuz "vel ba`su ba`del MEVT" kavramı bunun açık delilidir!...

Görüldüğü gibi "BA`S" olayı kıyâmete bırakılmıyor; "ölümün hemen sonrasında" olarak vurgulanıyor!. (1)

(1) "BA`S" olayının kaynağı olan ALLAH`ın "BÂİS" isminin manasını iyi anlamak için, İmam GAZALİ`nin "Esmâ-ül Hüsnâ şerhi" isimli kitabını tetkik edebilirsiniz...

Bu hususları geniş olarak incelemek isteyenler "Hazreti MUHAMMED`İN AÇIKLADIÐI ALLAH" isimli kitabımızın "ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ" bölümünü okuyabilirler.

Evet, "insan ruhu", 120. günden itibaren, bütün yaşamı boyunca, tüm zihinsel hâsılasıyla yüklenir; ve beden kaydından kurtulduktan sonra da dünya yaşamındayken elde etmiş olduğu verilere ve enerjiye göre bir biçimde yaşamını sürdürür...

Dünya durdukça, dünyanın manyetik çekim alanı içinde kalan ve dünyanın ikizi durumunda olan dalga dünya yani "berzah" âleminde yaşayan "ruh"lar; kıyâmetle birlikte, ya yetersiz enerjileri dolayısıyla dünya ile birlikte güneşin dalga ikizi olan "cehennem"in içinde yerlerini alırlar; veyahut da kaçabilen diğer "ruhlar"la birlikte "cennet" ismiyle bilinen galaksi içi yıldızların dalga ikizleri içinde yolculuğa çıkarlar...

Ancak dikkat edilmeli ki...

Ölümötesi yaşamın bir günü, Kur`ân-ı Kerim’in ifadesine göre, dünya senesi ile bin yıldır... Yine Hazreti Rasûl`ün açıklamasına göre, sadece "sıratı geçiş üçbin senelik yoldur..."

Oranın bir günü, dünya senesiyle bin yıl olursa, üç bin yılı ne kadar eder, artı siz düşünün... Ve buna göre de diğer zaman ölçülerini düşünebilmeye çalışın...

İş böyle olunca, olayı ister istemez çok daha geniş boyutlu düşünmek gerekmektedir...

Evet "RUH" konusunda bir iki hususu daha vurgulayalım...

"Ruha" ait olarak bilinen hususların tamamı gerçekte beyne aittir!... Bu yüzdendir ki "RUH"un hastalığı olmaz!... "RUH hastalığı" tâbiri tamamiyle yanlış bir ifadedir!... Gerçekte beyin hastalıkları ve fonksiyon bozuklukları söz konusudur...

Her beyin, kendi özel şifresiyle kendi ruhunu ürettiği için, o beyin kullanım dışı kaldıktan sonra, ruhunun başka bir beyne geçmesi diye bir şey de asla söz konusu olmaz!. Yâni, reenkarnasyon, yeniden bedenlenerek dünyaya geri gelme asla gerçek değildir; aldatmacadır!.. Bu tür olaylar kesinlikle CİN kandırmacasından başka bir şey değildir...

Ölmüş bir kişinin ruhuna siz beyin dalgalarınızla dua veya Kur`ân okuyup yollayabilirsiniz... Ve eğer o kişi dünyada iken o tür bilgiler almış ise, yolladıklarınızı değerlendirebilir. Aksi halde göndermiş olduğunuz mesajdaki enerji belli bir süre ona ferahlık verir ve hemen eski hâline döner.

Belki de milyarlarca sene sürecek olan kabir âlemi yaşamında, kişi "RUH" olarak diri ve şuurlu kaldığına göre azâb duymaz deniyor, öyle ise, kâbir azâbı nedir ve nasıl oluyor?...

Çokça sorulan sorulardan biri de budur... Cevabını verelim...

Kişi kabirde ve kabir âleminde şuurlu, aynen dünyada olduğu gibi aklı başında bir haldedir... Kendi bedenini, çevresini de görmektedir. Mezar içindeki çeşitli haşerat, fare, yılan, çıyan vs gelip kendi yüzünü, yanağını yemeye başladığı zaman, o bunu tamamıyle kendinin yendiği şeklinde algılayacaktır!... Zira, bütün yaşamı boyunca, o bedeni, o yüzü kendisi olarak kabullenmiş ve bu kabulleniş de olduğu gibi dalga bedenine, bilincine yüklenmiştir!.. Bu nedenle otomatik olarak olaya bu bilinçle bakacak; ve bunun sonucu olarak da, ister istemez büyük bir azâb duyacaktır!..

Bunun misâlini şöyle verebiliriz... Gün boyu bir takım şeylerden korkuyorsunuz ve derken uyuyorsunuz... Uykunuzda o sizi korkutan şeyler rüyanıza giriyor!.. Evet, fizikman bedeninize yapılan bir şey yok, ama gündüz bilincinize yerleşmiş olan o korkutucu şeyler, sizin o anki yaşantınızı kâbusa çevirmiştir!..

Kabir yaşamı esas olarak üç devredir;

a- Mezar içi yaşam;

b- Kabir âlemi yaşamı;

c- Berzah âlemi yaşamı.

"Kabir âlemi" yaşamı ile "berzah yaşamı" hakkında detaylı bilgiyi "ALLAH" isimli kitabımızda bulabilirsiniz...

İşte mezar yaşamı da, eğer dünyada iken bu ortama karşı tedbir alınmamış ise, otomatik olarak kâbusa dönüşecektir... Uyanması mümkün olmayan bir kâbus!.. Bu durum da dini terminolojide "kabir azâbı" diye anlatılmıştır...

Gündüzleriniz ve bilinç düzeyiniz nasıl rüyalarınıza yansıyorsa ve o rüyaları değiştirmek elinizde olmuyorsa; kabir yaşantısı da onun benzeri bir şekilde, artık değiştirmeniz mümkün olmayan bir tarzda kıyamete kadar sürüp gidecektir...

Ve kabirdeki bu bitmez tükenmez kabusa, azaba karşı, şu anda yaşarken tedbir almanız ve bu durumdan kendinizi korumanız da mümkündür ki bu yüzden "Din" gelmiştir...

Yani "DİN", yukarıdaki hayâl edilen bir tanrıya tapınma gayesiyle değil, "İnsanın ölümötesi ebedi yaşamı öğrenip, şartlarına karşı kendini hazırlaması amacıyla; kendi hakikatını anlayıp, ALLAH'ı idrâka çalışması" için gelmiştir...

Ki bu konuda çok daha geniş ve tafsilatlı bilgiyi "İSLÂM" ve "İNSAN VE SIRLARI" isimli kitabımızda bulabilirsiniz.

"RUH gücü" denilen şey, beynin güçlü dalga yayımından başka bir şey değildir. Ayrıca, beynindeki bu özellik aynen "RUH"a da yüklendiği için elbette ki "ruh" da bu güce sahip olmaktadır...

"Evliyanın feyiz vermesi" denilen olaya gelince...

Bu kişi, yapmış olduğu yoğun zikir ve riyazat sonucu, beyninde oldukça önemli bir kapasiteyi kullanabilir hâle gelmiştir. Bu sebeple, çok güçlü verici dalgalar yayabilmektedir.

Böyle birini bulduğunuz zaman, o kişi, güçlü verici beyin dalgalarını sizin beyninize yönlendirir... İşte o anda, sizin beyninizde, o güne kadar açılmamış ek bir kapasite devreye girer ve o ana kadar anlamadığınız, farketmediğiniz bir hususu kolaylıkla anlar hâle geliverirsiniz... Konuştuğu birkaç cümle, beraberinde böyle bir güç olduğu için, sizde önemli gelişmeler sağlar... Ve böylece denir ki "ben filanca zât'a gittim ve bana şöyle feyiz verdi... O anda çözüverdim bir çok meseleyi!."

Esasen beynin yaydığı dalgalar iki türlüdür;

1) Genel yaygın dalgalar...

2) Yönlendirilmiş dalgalar...

Bütün insanların beyinleri zaten genelde yaygın dalgaları yaymaktadırlar...

Dua ise yönlendirilen dalgalar türünde oluşur... (1)

(1) Bakınız "DUA ve ZİKİR"

Meselâ yağmur duası, belli bir gurup insanın, tek bir amaca yönelik olarak beyin dalgası üretmesi; yağmur yağması için o bölgede bulutları toplayıcı belirli bir manyetik alan oluşturma çabasıdır!..

Bunun gibi, özellikle kadınların belli bir istek uğruna bir araya toplanıp şu kadar tesbih çekip, dua okuyup, o isteği talep etmeleri, hepsinin beyin güçlerini tek bir isteğe yönelik olarak odaklamalarıdır...

Hac da bunun çok çok büyük ve güçlü bir şeklidir... Bu konunun incelikleri ve sırlarını ise "TEMEL ESASLAR" ile "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızda bulabilirsiniz.

Eğer çok sayıda insan, ayrı ayrı topluluklar halinde bile olsa, aynı anda ve aynı isteğe yönelik şekilde belli bir konsantrasyondan sonra dua ederse, istekte bulunursa, büyük bir ihtimal ile o istek gerçekleşir.

Nitekim İstiklâl savaşı sırasında çeşitli toplulukların, mevlid veya sair isimler altında yaptığı toplantılarda ettikleri dualar; yâni beyin dalgalarını tek bir gaye uğruna yönlendirmeleri ve odaklamaları, toplum üzerinde büyük mânevi güç oluşturmuştur...

Mânevi yardım denilen şey, hep beyinlerin tek bir gayeye odaklanarak güç yaymalarından başka bir şey değildir...

Esasen, burada ayrıca belirli bir "melekî" veya kendilerini "uzaylılar"olarak tanıtan cinlerin güçlerinden faydalanmak için yapılan bağlantılar da söz konusu olabilirse de, burada o konuya girmek istemiyoruz...

RİCÂLİ GAYB denilen yüksek mânevi güç sahibi kişiler, "irşâd kutupları" dahi çoğunlukla, yeryüzüne çeşitli ilimleri, güçlü beyin dalgaları ile yayarlar... Ve bu yayınları almaya istidatlı beyinler tarafından bu dalgalar alınarak değerlendirilir...

Belirli konuların dünya üzerinde, hem de birbirinden habersiz kişiler tarafından algılanarak yürürlüğe konulması; hep bu şekilde güçlü yönetici beyinlerin yaptıkları yayınlardan ileri gelmektedir...

Hattâ çeşitli modalar bile dünya üzerine hep bu şekilde yayılmaktadır, diyebiliriz... Bu hususlar, değerli âlim ve ârif Muhyiddin A`rabi tarafından "Fütuhatı Mekkiye" isimli eserinde benzetme yollu anlatımla kısmen açıklanmıştır... İsteyenler o esere bakabilirler...

"RUH" kelimesi bize iki büyük özelliği ifade etmektedir:

1. Bilimin de son olarak eriştiği ve foton adını verdiği, şimdiki verilere göre maddenin özü mâhiyetinde olarak bildiğimiz, ışıklı enerji zerreciklerinin sahip olduğu enerjiyi meydana getiren bir "ÖZ"dür "RUH"!.. Yani, Evrensel Kuantsal bütünlük!..

Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, evrenin her zerresi "RUH"la ve "RUH"tan meydana gelmiştir...

"RUH" olmadık hiç bir zerre mevcut değildir... Zîra, zerre, "kuant" onunla mevcuttur!..

Her ışıklı zerrecik, hareketini sağlayan enerjiyi "RUH"tan almaktadır...

Dolayısıyla evren, ilk varolduğu andan itibaren "RUH"a sahip ve "RUH"la kâim olmuştur; kâinatın yokoluşuna kadar, yani kıyâmete kadar da sahip olacaktır...

Dini tâbirle, "RUH" ile kâinat yaradılmıştır... "RUH" ile kâim ve var olan varlıkta gerçeği itibarıyle asla yok olma düşünülemez...

3."RUH" adı verilen ve her kuantta yerini bulan "ÖZ" aynı zamanda "ŞUUR" kaynağıdır... Yani, evrende mevcut bulunan her nesnede birimsel ölçüde bilinç vardır... Ancak bilelim ki, bilinç bölünür ve cüzlere ayrılır bir şey değildir.

Dolayısıyla kainatta var olan her hareket asla tesadüfî olmayıp, taşıdığı "ŞUUR"un sonucu olarak, bize bugün düzensizmiş gibi gözükse de, gerçekte düzenli hareketler göstermektedir...

"ŞUUR"suz sanılan hayvanlar veya cisimler veya zerrecikler dahi, taşımakta oldukları birimsel bilinç dolayısıyla gerçekte, belirli bir düzen içinde hareket etmektedirler... Ancak, kendileri bu durumu idrâk edecekleri bir sistemden, yapıdan öte oldukları için; bu özelliklerini kendileri bilememekte; biz dahi beş duyumuzun kaydında kaldığımız sürece onların bu durumunu idrak edememekteyiz...

Nitekim dini yoldan da bir delil göstermek gerekirse, fikirlerimizi isbat eden işte bir âyet:

"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE, (HER ŞEY) O`NU TESBİH VE HAMD EDER!.. FAKAT, SİZ ONLARIN TESBİHİNİ İDRÂK EDEMEZSİNİZ..." (17-44)

Evet, çünkü bilimin bugün "kuant" diye adlandırdığı zerreciklerin ne mâhiyetini, ne "bilinç"le ilişkisini, ve ne de nasıl bir düzenlilik içinde bulunarak bir vazife îfa ettiğini, beş duyuyla kısıtlanmış, bedenle kayıtlı insanın anlamasına imkân yoktur!.. Bu ancak bilinebilir, kavranabilir... Hepsi o kadar!..

Şimdi de Kur`ân-ı Kerim`den "RUH" hakkında bilgi veren bir âyeti nakledeceğim:

"SÖYLE: RUH, RABBİNİN EMRİNDENDİR; SİZE İLMİNDEN KÂLİL BİR MİKTAR VERİLMİŞTİR..."(17-85)

Son devirlerin ünlü İslam düşünür ve mutasavvuflarından İsmail Hakkı Bursevi bir eserinde bu âyeti açıklarken "kâlil" kelimesinin "iklâl" kelimesinden geldiğini; "iklal"in mânâsının da "bir şeyi yerden kaldırmak" olarak anlaşıldığını belirtmekte ve netice olarak burada, "herkesin kendi kapasitesince bu konuda bilgi sahibi olabileceği", mânâsının verilmek istendiğini söylemektedir...

Foton adını verdiğimiz ışıklı zerreciklerin belirli bir oranda ve düzende bileşimi, bu maddeötesi boyutta (âlemde), "İNSAN", "CİN" dediğimiz varlıkların asıl yapısını meydana getirirken; bu bileşimin belirli ölçülerde "yoğunlaşması" da, saydığımız yaratıkların katlarını veya başka bir tâbirle büründükleri nesneleri meydana getirmektedir, insanın ve cinnin perisperisi gibi; kezâ bu bileşimin, öyle bir özelliği daha mevcut bulunmaktadır ki, o da kısmi "bilinç" sahibi olarak nitelendirdiğimiz fotonların, bu yapıdaki bileşiminin en bâriz şekilde "insan"da gördüğümüz ve bildiğimiz mânâdaki "BİLİNC"i meydana getirmesidir.

Evrende, varolan herşey içinde, insanın değerlendirebileceği oranda "ŞUUR"a dolayısıyla "RUH"a sahip yaratıklar "İNSAN" ve "CİN"lerdir.

Keza "insan"ın saydığımız diğer yaratıklardan ayrılması,

1.Sahip olduğu "ŞUUR"un gücü ve kapasitesi yönüyle;

2.Bileşimin ötekilerden daha fazla yoğunlaşması ve madde kaydına girmiş olması özellikleriyle meydana gelmektedir...

Sanıyoruz ki, "RUH" kelimesinin ne mânâ taşımış olduğunu böylece bir oranda da olsa açıklamış olduk...

"RUH" hakkında son devrin ünlü tefsirlerinden "Hak dini Kur`ân dili" adındaki eserde, Elmalı`lı Hamdi Yazır da şu bilgiyi vermektedir ki, dikkat edilirse bizim yazdıklarımızla tam bir uyum hâli vardır:

"RUH" denildiği zaman başlıca üç nokta-i nazar mülâhaza edilegelmiştir.

· Mabihil hareke, yani hareket başlangıcı;

· Mabihil hayat, yani hayat başlangıcı;

· Mabihil idrâk, yani idrâk başlangıcı...

Hareket başlangıcı mülâhazasıyla RUH maddenin tam mukâbili olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya RUH denildiği zaman bu mülâhaza kastedilir. Bu mânâ RUH`un en umumi, geniş mânâsıdır. Meselâ elektrik bu mânâca bir ruh ve her kuvve-i muharrike bir ruh demektir.

Hayat başlangıcı mülâhazasıyla RUH ise bundan hususidir. Zira kuvve-i hayatiyye, mutlak kuvveden ehastır. Birisi genel mânâsıyla hayattır ki nebati hayata da yaygın olur. Bu mânâcadır ki, alelumum nebatta dahi ruh itlak edildiği vâkidir. Birisi de meşhur mânâsıyla hayat, yâni hayat-ı hayvaniyyedir ki, hayat-ı insaniyye müntehi olur. Bu mânâca RUH, ruh-i nebatiden ehass ve binâenaleyh, onu da mutazammındır.

Sonra idrâk mebdei, yâni ihsasa iktiran eden vicdanı basitten ma`rifet, taakkul, ilim, irade ve kelâm ve saire gibi en yüksek derecelere kadar alelumum şuur hâdisatının ve binâenaleyh bir hayat-i mâneviyyenin medârı olmak mülâhazasıyla RUH gelir ki, RUH`un en mümtaz haysiyyetini ifade eden bu mânânın en bâriz tezâhürü nefs-i insânîde tecelli ettiğinden, buna ruh-i insânî tesmiye edilmiştir.

Nefsi insânîyi, ruh-u hayvaniden ayırdettiren ve insanı ma`rifeti Hakk`a iysal ederek kendini ve gayrını bildiren bu ruh hakkındadır ki, "Ve nefahtu fihi min ruhiy" buyurulmuştur.. Biz bunu kendisiyle duyar, vicdan, irade, teakul, kelâmı bâtıni gibi eserleriyle tanırız.

Fakat ruhun hakikati, hakikati insaniyenin maverasında olmasaydı, insan â`yânı eşyadan hiç bir hakikati idrâk edemez, veya bütün hakikat insandan ibaret olmak lâzım gelirdi. Halbuki insanın meçhulatı pek çoktur.. Ne kadar olursa olsun bildiği de yok değildir..

Binâenaleyh idrâk başlangıcı olan ruh, insanın hayatı cismâniyesinde, bedenine nefholunan hava, ışık, ısı gibi hayatı mâneviyyesinde nefsine nefholunan bir başlangıçtır; ki nefsi insânînin şâkilesi hidâyet ve dalâletteki hissesi bunun derecei nefhi ile mütenasiptir" (Hak Dini c:4 sa: 3198-3199)





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli