İçerik değiştir



Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyeliği


  • Kilitli Konu Bu konu kilitli
bu konuya 24 yanıt verildi

#1 a_yusuf

a_yusuf

    Hiç gelmiyor desek yeridir

  • Yeni Üyeler
  • 1 Mesaj

Gönderim zamanı 02.01.2005 - 15:03


بسم الله الرحمن الرحيم

Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyeliği’ne İslâmî Siyâsî Bir Bakış

16-17 Aralık’ta Brüksel’de yapılan Avrupa Birliği Zirvesi’nde, 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması’ndan beri 41 yıldır AB üyeliği hülyası peşinde koşturan Türkiye ile “tam üyelik” müzâkerelerinin 3 Ekim 2005’te başlatılması konusunda anlaşmaya varıldı. Fakat Avrupa’nın yeni üyelik politikası bağlamında, Türkiye’nin üyelik müzâkerelerinin önceki aday ülkelerin müzâkerelerinden farklı olması karara bağlanmıştır.

Avrupa Birliği’nin Türkiye hakkındaki kararını ve Türkiye’nin bu yöndeki çabalarının gerçeğini anlamak için öncelikle Türkiye’nin, özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının izlediği dış politikanın ana hatlarını belirtmek gerekmektedir. Bunun için de Amerika’nın Türkiye’ye yönelik siyâsetini kısaca hatırlamak lâzımdır ki AKP Hükümeti o politika ekseninde seyretmektedir:

1- Amerika’nın İslam toprakları üzerinde bilhassa Ortadoğu bölgesinde tutunabilmesi ve hegemonyasını yerleştirebilmesi için fikrî, siyâsî, ideolojik, toplumsal ve askerî bakımlardan düzenlemeler yapmak maksadıyla öne sürülmüş Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nde Türkiye’nin anahtar bir rol üstlenebilmesi için “köprü ülke” konumundan “merkez ülke” konumuna kaydırılması. Türkiye’nin Müslüman halka ve Laik bir devlete sahip olması özelliğine Amerikancı kapitalist değerlerin katılmasıyla, Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde “örnek ülke” konumuna yükseltilerek halkı Müslüman ülkelerin, özellikle Arap ülkelerinin Batı’ya ve Batılı değerlere uyumunun sağlanması.

2- Eski İngiliz başbakanı Churchill’in “50 kilodan aşağı, 60 kilodan yukarı olmamalı” ifadesiyle özetlenen İngilizler tarafından çizilen Türkiye çerçevesinde yapısal reformlar yapılması. Bu değişikliklerde esâsî hedef, Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bir türlü nüfuz edemediği ve gerçekleştirmek istediği maksatlarda önünde barikat olarak gördüğü ordudur. Yine aynı çerçevede Türkiye’nin dış politikasının Amerika’nın bölge siyasetine uyumlu ve destekleyici bir pozisyonda bulunmasıdır.

3- Ülke içerisindeki muhalif tâifelere karşı koyabilmek için, yasalarda değişiklik yapılarak reform çalışmalarının sağlıklı bir zemine oturtulması, Amerikan karşıtı laik çevrelerin dillerine doladıkları “Atatürk ilke ve inkılapları”, “Laiklik”, “Kemalizm”, “İrtica tehlikesi”, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Misak-ı Milli” gibi sloganların “Özgür dünya”, “Barış çabaları”, “Medeniyetler Buluşması”, “Dinler-arası diyalog” “Serbest Piyasa Ekonomisi”, “Küreselleşme”, “Self-determinasyon”, “Açık toplum”, “Demokratikleşme”, “Terörizm ile mücadele” gibi sloganlar ile değiştirilerek devletin kapitalist, liberal ve özgürlükçü dünyaya adaptasyonunun sağlanmasıdır.

Bu esaslar çerçevesinde değerlendirildiğinde, AKP tarafından yürütülen Türkiye’nin dış politikası bu yörüngede seyretmekle birlikte, Başbakan’ın “bürokratik engeller”, “hiyerarşik oligarşi” olarak tanımladığı karşıt güçlerin yani derin devletin görünen kesimlerinin direnciyle karşılaşıldığı görülmektedir.

Türkiye’nin iç siyasetindeki düzenlemeler ve reformlar Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinde belirleyici faktör olacağı gibi, Amerika’nın Türkiye’de güçlü bir nüfuz sahibi olması da yine buna bağlıdır. Bir başka ifadeyle Türkiye’nin dahili transformasyon hızı Amerika’nın Türkiye’deki etkinleşme ivmesinin miktarını belirleyen esasî unsur olacaktır. Bu da Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşundan beri kemikleşmiş bulunan bürokratik kurumların yapısal değişime uğratılmasına, gereken yasal düzenlemelerin yapılmasına ve özellikle Milli Güvenlik Kurulu’nda temsil edilen ordunun siyaset üzerindeki etkinlik ve potansiyel kuvvetinin zayıflatılmasına bağlı olacaktır.

Türkiye siyasetinde gerçekleştirilmek istenen istikâmet dönüşümünün sağlıklı bir zeminde olabilmesi için uzun vâdeli çalışmalar gerekmektedir. Bu noktada düzenlenmesi gereken önemli sorunlardan bir kısmı ise şunlardır:

1. Türkiye’nin ekonomik sıkıntılarının giderilmesi ve refah düzeyinin yükseltilerek toplumsal bir rahatlama sağlanarak devlet-millet ilişkilerinin güçlendirilmesi.

2. Yasalardaki aksaklık ve eksikliklerin yeni sömürgeci üsluba uygun olarak düzeltilmesi. Yani İslâmî topraklar üzerindeki ülkelerde yeniden-şekillendirme projesine uyumlu reformların yapılması ve “yeni ajan politikasına” uyumlu olarak da âsi ve problem teşkil eden kesimlerin devre-dışı bırakılması.

3. Dış politik ilkelerdeki tutucu ve kadîm çizginin değiştirilmesi. Yani statükocu ulus-devlet modelinin yok edilmesi veya en azından zayıflatılması ile anti-Amerikan eksenli direnç faktörlerinin kırılması.

4. Yasama-yürütme-yargı şeklinde parçalanmış otorite üzerindeki ordu ve sermaye sahipleri gibi sistem-dışı faktörlerin etkisiz hale getirilmesi.

5. Toplumsal değerler ve ölçülerin Batılı düşünceler ve yaşam tarzına adapte edilmesi. Yani “Dinler-arası diyalog”, “Ilımlı İslam”, “Hoşgörü”, “Medeniyetler buluşması”, “kültürlerarası iletişim”, “özgürlükler” ve benzeri sloganlarla adaptasyon, asimilasyon ve entegrasyon projesinin Batı Hadâratına uygun olarak infâz edilmesi.

6. Gençler ve kadınlar üzerinde özel çalışmalar ve projeler yürütülerek “toplumsal ve siyâsal katılım”, “kadın-erkek eşitliği” ve “açık toplum” hedeflerinin gerçekleştirilmesi. Eğitim müfredatlarının değiştirilmesi, kitle iletişim programları ve özellikle “Sivil Toplum Kuruluşları” vasıtasıyla etkin ve uzun vadeli şekillendirme sürecinin başlatılması.

7. Medya özgürlüğü ve aydınların ifade özgürlüğünü genişleterek özellikle Türkçü, Kürtçü, İslamcı, Solcu veya Liberal gibi vasıflara sahip, “üçüncü kuvvet” veya “liberal aydınlar” olarak da tanımlanan Amerikancı kesimlerin önünün açılması ve sesinin yükseltilerek popülaritelerinin artırılması.

8. Toplumsal, siyâsî, ekonomik ve dış politik ilişkilerde, kapitalist iletişim araçları olan “diyalog”, “uzlaşma”, “küreselleşme”, “evrensel değerler”, “şeffaflık”, “muhâfazakâr demokrasi” ve benzeri ölçülerin yerleştirilmesi.

9. Hükümetin girişken, atak ve “cesur” adımlar atarak ülke içindeki dengeyi sağlaması ve çevresel kozların ve imkânların Amerika’nın politikalarına hizmet edecek şekilde kullanılması.

10. En önemlisi İslam’ın Batı hadâratı karşısında alternatif sistem ve yükselen değer olarak öne çıkmasına, özellikle “Râşidî Hilâfet Devleti” adıyla siyâsî vasfını alıp devletlerarası arenada güçlü ve korkutucu bir unsur olarak açığa çıkmasına engel olunması.

Bu bağlamda Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan 2 Mart 2004 tarihli Bilgi Notu oldukça dikkat çekici ve açıktır. Bilgi notunda şöyle denilmektedir: “Türkiye'nin Ortadoğu'ya yaklaşımı çeşitli vesilelerle ortaya konulmaktadır. Bu meyanda, Sayın Dışişleri Bakanımızın Tahran, İKÖ [İslam Konferansı Örgütü] Dışişleri Bakanları Toplantısı, Ürdün Dünya Ekonomik Forumu, İstanbul İktisadi Araştırmalar Vakfı ile Sayın Başbakanımızın Harvard Üniversitesi'nde yaptıkları konuşmaları özellikle zikredebiliriz. Buna göre Türkiye, bölge ülkeleriyle gerek ikili düzeyde, gerek İKÖ gibi çok taraflı forumlarda yaptığı temaslarda daha hür, katılımcı, demokratik yapılar ile hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına dayanan, kadın erkek eşitliğine önem veren, kaynakların verimli kullanılmasını ve şeffaflığı sağlayacak iyi yönetişim ilkelerini gözeten uygulamaların bölgede hayata geçirilmesi gerektiğini açıkça ortaya koyagelmiştir. Bu, Türkiye'nin Ortadoğu vizyonunu oluşturmaktadır. Dolayısıyla, genel hedefleri bakımından BOP [Büyük Ortadoğu Projesi] Türkiye'nin bölge için arzuladığı değişim süreciyle örtüşmektedir. Büyük Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyanın bizim de paylaştığımız çağdaş ve evrensel değerler doğrultusunda değiştirilip dönüştürülmesi ve refah ile beşeri kalkınma düzeyinin geliştirilmesi, ülkemizin de paylaşacağı hedeflerdir.”

Benzer minvâlde bir açıklamasında Amerikan başkanı George W. Bush şöyle diyordu: “Türkiye Büyük Ortadoğu Projesi’nin örnek ülkesi konumundadır.”

16 Şubat 2004’te Tayyip Erdoğan da çokça yankılanan şu açıklamayı yapmıştı: “Şu anda Amerika'nın da Büyük Ortadoğu projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız, bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım.”

Amerika’nın 11 Eylül sonrasında dünya kamuoyunda yerleştirdiği ve etkin olarak istismar ettiği “Önleyici saldırı” [Pre-emptive Strike] ve “Terörizm ile mücadele” doktrinleri, AKP Hükümetince de derhal benimsenerek bu yönde adımlar atılmaya başlandı. Nitekim Recep Tayyip Erdoğan, 12.09.2003’te 11 Eylül saldırılarının yıldönümü nedeniyle ABD Başkanı George W. Bush'a gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “AK Parti olarak bizler, terörün dini, ırkı ve milleti olmadığına inanmakta ve terörün her türlüsünü lanetlemekteyiz. Bu vesileyle başta ABD olmak üzere bütün dünya devletlerinin terörizme karşı ortak cephe oluşturmasının kaçınılmazlığına olan inancımızı teyiden bildirirken, terörü doğuran şartların da ortadan kaldırılması yönünde önlemler almanın ne kadar aciliyet arz ettiğinin farkında olduğumuzu bildirmek isterim. Bir kez daha 11 Eylül 2001 tarihinde meydana gelen vahşetin sorumlusu olan canileri tel’in ederken, dost ve müttefik ABD'ye ve Amerikan halkına esenlikler dilerim.”

Dışişleri Bakanlığı’nın sözkonusu Bilgi Notu’nda atıfta bulunulan 16 Haziran 2003’te İstanbul İktisadi Araştırmalar Vakfı’nda yaptığı konuşmasında Abdullah Gül şöyle diyordu: “Ortadoğu'da bugün yeni bir durum mevcuttur. Son olarak yaşanan Irak buhranından çıkarılan sonuçların bölgenin gelişmesine katkıda bulunacak şekilde yorumlanması gerekmektedir… Bölge genelinde, bir değişim ihtiyacı uzun bir süredir hissedilmektedir. Gelişmenin ekonomik gerekleri kadar, sosyal ve siyasi şartları da olduğu bugün bölge çapında anlaşılmıştır. Halihazırda birçok bölge devleti tarafından çeşitli adımlar esasen şimdiden tedricen atılmaktadır. Biz bunları takdirle izlemekte ve başarılar dilemekteyiz… Orta Doğu'da yeni dönemi vurgulayan bir diğer unsur da, uluslararası toplumun bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına yeniden ilgi göstermeye başlamış olmasıdır. Bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınma dahil daha geniş manada istikrara kavuşturulması için bazı yeni girişimler mevcuttur. Bu çerçevede, ABD Başkanı Bush, 9 Mayıs 2003 tarihinde South Carolina Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada, bölge için yeni bir vizyon önermiş, bu arada gelecek 10 yıl içinde ABD ile Ortadoğu ülkeleri arasında bir Serbest Ticaret Alanı oluşturulmasının hedeflendiğini belirtmiştir. Keza, Avrupa Birliği, Avrupa-Akdeniz Süreci çerçevesinde, sürece dahil 9 Ortadoğu ülkesiyle 2010 yılına kadar bir Serbest Ticaret Bölgesi kurmayı hedeflemektedir. AB, bu ülkelere kaynak sağlamakta ve ikili temelde Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmaktadır. Türkiye de bu sürecin parçasıdır… Türkiye'nin bu yeni sürece çok yönlü, önemli katkılar sağlaması mümkündür. Orta Doğu'nun parlak geleceği hedefi doğrultusunda çalışmak hem çıkarımızadır, hem de büyük bir bölge devleti olarak sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluk kısa vadeli ekonomik ve siyasi çıkarlarla sınırlı değildir. Bu, insani, tarihsel ve manevi boyutları da bulunan bir misyondur… Türkiye'nin tecrübesinden kimin ne kadar yararlanacağı her ülkenin kendi tayin edebileceği bir iştir… Türkiye, geçen dönemde Orta Doğu Barış Süreci'nde ve bilhassa bu sürecin çok-taraflı boyutunda değerli roller üstlenmiştir. Bölgede bu tür projelere yeniden bir ilgi doğmakta olduğunu memnuniyetle görmekteyiz. Yeni dönemdeki süreçlerde de rolümüzü ve katkılarımızı daha da arttırarak devam ettirmek kararlılığındayız… Bölgesel ilişkilerde davranış normları belirli mutabakatlara dayandırılmalıdır. Güven artırıcı önlemler tesis edilmeli, çatışma çözüm yetenekleri geliştirilmelidir… Terörle mücadelede işbirliği artırılmalıdır. İçişlerine karışmama ve egemen eşitliğe saygı, sorunların barışçıl çözümü gibi temel normlara samimiyetle sahip çıkılmalıdır. Tüm bölge kitle imha silahlarından ve programlarından arındırılmalı, savunma yeteneklerine en az yeterlilik düzeyinde sahip olunmalıdır.”

İşte Amerika; bunlar ve bunlara benzer adımlardan oluşan kapsamlı ve uzun vâdeli Türkiye stratejisinin AKP tarafından yavaş, temkinli ve etkin tavırlarla emin bir şekilde gerçekleştirilmesi için teşvik ve tembihte bulunmaktadır. Bunun için de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olabilmesi için ciddi atılımlara girişmektedir. Amerikan başkanı George Bush’un AKP yetkililerinin Avrupa ziyaretleri sırasında Avrupalı liderleri bizzat arayarak Türkiye’nin üyeliğini desteklemelerini talep etmesi, NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın tepkisine rağmen Bush’un bu talebini yinelemesi, Amerika’nın Avrupa’daki nüfuzunu ve Berlusconi gibi uşaklarını kullanarak bu yönde çabalar sarfetmesi ve diğer benzer hususlar Amerika’nın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasında oldukça hırslı olduğunu göstermektedir. Ne var ki bu hırs, Türkiye’nin hayrı için değil, bilakis kendi plânlarının ve çıkarlarının gerektirmesinden ötürüdür. Nitekim Amerika, Türkiye’nin düzeltmek istediği ekonomik durumuna “sistem-dışı kaynaklar”, “borç ertelemeleri”, “yabancı yatırımı teşvik” gibi vesilelerle katkıda bulunduğu halde, bunların yeterli olmadığını bilmektedir. Bununla birlikte Türkiye’yi güçlendirebilecek şekilde üretimin artırılması, ağır sanayinin kurulması, kaynakların değerlendirilmesi veya Türkiye’nin borçlarının silinmesi gibi çözümlere de yanaşmamaktadır. Çünkü Türkiye’nin “kontrol-dışına çıkması ihtimâli” Amerika’yı oldukça ürkütmektedir. Bunun yerine Türkiye’nin bu ekonomik yükünü Avrupa Birliği’nin üzerine yıkmak istemektedir.

Amerika’nın Avrupa Birliği üyeliğini desteklemesinin bir diğer önemli sebebi de, Avrupa Birliği kriterlerinin gerçekleştirilmesi adı altında Türkiye’de politikasına uygun olacak şekilde yasaları değiştirmesine, kurumlara müdahale etmesine, toplumsal dönüşümü hızlandırmasına yardımcı olmakta, hatta “AB kriterleri gerektiriyor” sloganı her şey için temel gerekçe olabilecek şekilde esnekleştirilmektedir. AKP hükümetinin kuruluşundan bu yana yaptığı neredeyse her şey bu eksende gerçekleşmiştir. Kaldı ki Türkiye’nin sahip olduğu jeo-stratejik konum, üzerindeki servetlerin ve kaynakların bolluğu, oldukça verimli bir ekonomik pazar olması, güvenlik açısından kilit öneme hâiz olması gibi unsurlar Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi reddetmesini engellemekte ama aynı zamanda Amerika’nın Avrupa Birliği üyeliğini bahane ederek ulaşmak istediği maksatlardan da rahatsızlık duymaktadır. Bir başka ifadeyle Avrupa Türkiye’yi reddedemediği gibi kabul de edememektedir. Amerika’nın bu yöndeki baskıları, AKP hükümetinin Amerika’nın teşvik ve tahrikiyle giriştiği atak teşebbüsler de Avrupa Birliği’ni köşeye sıkıştırmaktadır.

Avrupa Birliği üyeliğinin doğrudan Avrupa ile değil de aksine Amerikan politikalarına bağımlı olduğuna işaret eden en önemli açıklama, Tayyip Erdoğan’dan gelmiştir. Şöyle diyordu: “Eğer Avrupa Birliği bizi üyeliğe kabul etmezse, Kopenhag Kriterleri’nin adını Ankara Kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz.” Bir başka açıklamasında ise şöyle diyordu: “Avrupa Birliği bize müzâkere tarihi versin de ne zamana verirse versin.” Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği doğrudan doğruya Amerika’nın Türkiye’yi “60 kiloyu aşmayacak derecede” kuvvetlendirmek, siyâsi, askerî, toplumsal düzenlemeler yapabilmek, bürokratik, askerî ve sistem-dışı engelleri ortadan kaldırmak, bununla birlikte Avrupa Birliği’ni kilitlemek, zora sokmak veya zayıflatmak üzere izlediği politikaya tıpatıp uyumludur.

Avrupa Birliği’nin 17 Aralık 2004’teki zirvesinden önce, Türkiye’ye müzâkere tarihi verilip verilmemesinde önemli etkisi bulunan Avrupa Komisyonu’nun 6 Ekim 2004 tarihinde açıkladığı tavsiye raporunda, Türkiye’nin ulaşması gereken hedefler ve yapması gereken değişiklikler “sınırlı” olarak belirtilmiş ve aslen problem olacak, anlaşmazlık ve tartışma oluşturacak birçok konu rapor dışında tutulmuştur. Mevcut haliyle de bu raporda açık belirtiler bulunmaktadır. Bununla birlikte Avrupa Parlamentosu’na rapor üzerinde değişiklik yapılması yönünde yüzlerce önerge verilmiş olması Avrupa’nın içine düştüğü ikilemi şaşırtıcı biçimde gözler önüne sermektedir. Üstelik Avrupa’nın sağlıklı bir siyâsî yapılanma oluşturmada tam bir başarı sağlayamaması nedeniyle her bir yetkiliden farklı ve çelişkili açıklamaların gelmesi de aynı noktaya işaret etmektedir. Bu siyâsî bütünlüğü bir nebze sağlayabilmek üzere oluşturulan ve İtalya’da imzalanan Avrupa Anayasası’nın altına Başbakan Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün de, mâzînin azgın İslam düşmanlarından Papa 10. Innocent’in putu önünde onaylaması da gözlerden ırak tutulmamalıdır.

Ne var ki Avrupa’nın ne reddetmesi ne de tam üyeliği kabul etmesi söz konusudur. Bunun Amerikan yanlısı AKP Hükümeti açısından abartıldığı kadar da önemli olmadığı açıktır. Nitekim tam üyelik arzulanan bir talep olsa da asıl gâye Avrupa Birliği’ne üyelik bahanesiyle Kopenhag ve Maastricht Kriterleri örtüsü altından Amerika’nın, Türkiye yönetiminin dahili işleyişini, toplumsal dokusunu, kültürel değerlerini, yaşam biçimini, otorite dengelerini, nüfuz parametrelerini ve dış politik eksenini değiştirecek, hükümette, orduda ve nüfuz alanlarında Amerikan egemenliğine imkân verecek, sömürgeciliğine ve plânlarının icrasına mutabık olacak şekilde yeniden şekillendirilmesinden başkası değildir.

17 Aralık’ta Brüksel’de yapılan Zirve Toplantısı’nda Türkiye’ye müzâkere tarihi verilmesine gelince; bu kararda etkin olan hususlar kısaca şunlardır:

1. Avrupa Birliği’nin bu kararı, onun Amerika karşısında güçlü bir siyâsi otoriteye sahip olmadığını açığa çıkarmıştır. Çünkü Türkiye’nin üyeliğinin bir Amerikan politikası olduğunu bile bile üyelik kararını istemediği şartlar altında, kısıtlı güvencelerle almak zorunda kalmıştır.

2. Avrupa Birliği, Türkiye’yi reddetmesinin siyâsi ve stratejik olarak sakıncalı olduğu düşüncesinde birleşmiştir. Nitekim Türkiye’nin Avrupa ülkeleri özellikle lider ülkeler açısından vazgeçilmez önemi vardır. Mesela; Türkiye zengin bir hammadde ve servet kaynağıdır. Kara, deniz ve hava ulaşımı açısından kilit bir noktada bulunmaktadır. Herhangi bir devletin özellikle Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Akdeniz politikaları açısından gözardı edilemez bir parametredir. Enerji nakliyatının köprüsüdür. Oldukça kârlı bir tüketim pazarıdır gibi…

3. Avrupa Birliği troykası [Lider Üçlü: İngiltere-Fransa-Almanya] Türkiye konusunda ayrı politikalar gütmektedir. Bununla birlikte 17 Aralık kararı her üçü için de mâkul bir karar şeklinde çıkmıştır. Bunları kısaca değinmek gerekirse;

a. İngiltere: Onun politikası balıkçı psikolojisinin ürünüdür. Yani yem atıp balık çengele takılıncaya kadar beklemektir. Dolayısıyla dikkat çekici bir şekilde İngiltere hem Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini desteklemekte hem de Türkiye’nin iç politikasında kendi aleyhine attığı adımları seyretmekle yetinmektedir. Bu da İngiltere’nin Türkiye politikasında “yem atma – bekleme” sürecine girdiğine işaret etmektedir. Zamanı geldiğinde yani balık yemi yuttuğunda gerçek tavrını açığa çıkaracaktır. O nedenle şeytani İngiliz politikasının dikkatle incelenmesi gerekmektedir. Mesela Irak işgâli üzerinden iki yıl geçtiği ve bu süre zarfında birçok zulümler ve katliamlar yapıldığı halde, kısa bir süre önce Erbakan’ın İstanbul, Bursa ve Adana gibi büyük kentlerde Felluce katliamına yönelik mitingleri birdenbire başlatmış olması oldukça önemlidir.

b. Fransa: Tayyip Erdoğan’ın Fransa ziyareti sırasında Türk Hava Yolları’nın alacağı uçakları Fransız Air-bus firmasından alacağına dair verdiği söz, Fransa’ya verilmiş bir rüşvet olsa da Fransa’nın böyle bir kazanç ile yetinmesi mümkün değildir. Bilakis Fransa, Avrupa troykasının bir parçası olmasına ve 17 Aralık’ta alınan kararda bıraktığı açık kapılara güvenerek Türkiye’nin önünü tutabileceğine ve Amerikan tazyiklerini tepebileceğine inanmaktadır. Bunlar da Fransa ve Avusturya’nın Türkiye’nin AB üyeliğini halk oylamasına götürmeleri, müzâkerelerin ilk kez “açık-uçlu” yapılması yani müzâkerelerin her an sona erdirilebilir olması, Ermeni meselesi, Kürt meselesi, Kıbrıs ve Ege meselesi gibi Türkiye’nin hassas olduğu konuların kurcalanması, Serbest dolaşımın kısıtlanması veya engellenmesi, AGSP [Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası] ve muhtemel Avrupa Ordusu dışında bırakılması, Amerika’nın Türkiye ve yeni katılan 10 Doğu Avrupa ülkesi vasıtasıyla Avrupa Birliği’ne vereceği zararın en aza indirilmesi için gereken tüm tedbirlerin alınması gibi faktörlerdir.

c. Almanya’ya gelince; Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda harap olmuş bir şekilde çıktıktan sonra Amerika Almanya’nın Sovyetler Birliği ile Fransa-İngiltere arasında tampon bir bölge olduğunu farkederek onu ekonomik olarak güçlendirdi. Bunu hem Sovyetler Birliği’nin liderliğini yaptığı Doğu Bloku’na hem de Amerika’nın devletlerarası arenada ulaştığı birinci devlet konumuna zarar vermesi muhtemel İngiltere ve Fransa’ya karşı yapmıştı. Ne var ki Amerika’nın Almanya’yı güçlendirmesi sadece ekonomik ve endüstriyel bakımlardan oldu. Yoksa askerî bir takviye ve destekte bulunmadı. Aksine bu ekonomik yardımlarını, askeri kuvvetin bulunmaması şartıyla sağladı. Çünkü Alman halkının hırslı ve kibirli yapısı aniden büyümesine ve korkutucu bir güce ulaşmasına yol açabilirdi. Nitekim Almanlar en zor zamanlarında bile bu hırs ve kibirlerinden vazgeçmemişlerdir. Dolayısıyla Almanya bugün sadece ekonomik olarak Amerika sayesinde güçlenmiştir. Bu da Alman siyâseti üzerinde gedik açılmasına ve gebe kalmasından ötürü önemli bir Amerikan nüfuzunun yerleşmesine yol açmıştır. Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren elde ettiği bu nüfuz, onun Avrupa Birliği konusundaki politikalarını da etkilemektedir ki Alman şansölyesi Schröder’in halkın Amerikan nefretinin kabardığı veya seçim dönemlerinin yaklaştığı esnadaki tavırları dışında izlediği rota Amerikan politikalarıyla fazla çelişmemektedir.

İlerleme raporunda ve 17 Aralık kararında vurgu yapılan “Azınlık hakları”, “ruhban okulları”, “inanç özgürlüğü” gibi konulara gelince; bunlar Amerika’nın da arzuladığı şeylerdir. Çünkü hem Amerika hem de Avrupa, Kapitalist Batı Hadaratını benimsemişlerdir.

“Azınlıklar” [Arapça’da Ekâliyyât, İngilizce’de Minorities] ifadesi resmî olarak ilk kez 1923 tarihinde imzalanan Lozan Anlaşması’nda ortaya atılmıştır. Lozan Anlaşması’nın ilgili maddesinde, Osmanlı Hilâfet Devleti’nde “ğayri-muslim teba” olarak tanımlanan ve yahudi, hristiyan, yezidi gibi İslam Devleti’nin halkından olup ta Müslüman olmayan kimselere ilave olarak, “etnik azınlık” denilmiştir. “Etnik azınlık” tabiri “Ulus-devlet” modeline uyumludur. Çünkü Türkiye kuruluş itibariyle bir ulus-devlet olarak kurulmuştur. İslam Ümmeti’nin kalkanı ve vahdetinin teminatı olan Hilâfet’in ortadan kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü toplanan Meclis oturumunda Mustafa Kemâl şöyle diyordu: “Yüzyıllardır Arapların ve Hintlilerin yükünü çekiyoruz. Artık kendi yükümüzü çekmemizin zamanı gelmiştir.” Böylece “Ümmetten Vatandaşlığa” sloganıyla yeni bir ulus-devlet inşa edilmiştir. Ulus-devlet, tek bir ırkın kurduğu devlet demektir ki Türkiye Türklerin ulus-devleti olmuştur. Bundan sonra da yeni bir Türk tanımı yapılarak dini, dili veya kökeni ne olursa olsun “Türkiye vatandaşlığına sahip herkes Türktür” sloganıyla bir bütünleşme sağlanmak istenmiştir. Buna göre azınlık tanımı Lozan Anlaşması’na uyumlu olarak yenilenmiştir. Şimdi Avrupa Birliği, Türkiye’nin ulus-devlet modeline darbe vurmak ve Türkiye’nin kuruluş esaslarını sarsmak için azınlık meselesini gündeme getirmiştir. Türkiye’nin ulus-devlet modelini yıkmak Amerika’nın da hedefleri arasındadır. Çünkü Amerika bu modelin acısını yıllardır çekmekte ve bundan ötürü bir türlü Türkiye’yi arzuladığı şekilde yoğuramamaktadır. Bu bağlamda Tayyip Erdoğan ve ondan önce de Leyla Zana “Türkiyelilik” kavramını gündeme getirmişlerdir. Azınlık meselesinin gündeme getirilmesinin bir diğer önemi de “azınlık” diye tabir edilen Kürtler, aleviler, ğayri-muslimler gibi kesimlerin önünü açmaktadır. Bu da iki yöne doğru ilerlemektedir. Birincisi, Türkiye’de İslam’ın “Ümmet” ve “mü’minlerin kardeşliği” mefhumlarını tamamen ortadan kaldırarak inanç ve düşünce özgürlüğü çerçevesinde kendi borazanlarının sesini rahatlıkla yükseltmek ve ikincisi de Türkiye’nin bölünmesini sağlamaktır. Çünkü hem Avrupa hem de Amerika Türkiye’nin bölünmesini alternatif bir proje olarak saklı tutmaktadır. Şöyle ki; aldığı ve alacağı tüm tedbirlere rağmen eğer Avrupa Türkiye’yi bir şekilde tam üye olarak kabul etmek zorunda kalırsa bu konuyu ve özellikle Sevr kartını kullanarak Türkiye’nin bölünmüş bir şekilde Avrupa Birliği’ne kabul edilmesine uğraşacaktır. Bunun için de hem Türkiye yasalarında yer alan hem de Birleşmiş Milletler’in birçok bölgede “çözüm” olarak önerdiği ve dayattığı, Self-Determinasyon ilkesi işletilecektir. Self-determinasyon, siyâsî temsil hakkına sahip herhangi bir halkın kendi geleceğine karar verme hakkının bulunmasıdır. Buna göre devleti olmadığı halde siyâsi temsil sahibi olan herhangi bir halk, dilediği devlete bağlanma veya ayrı bir devlet kurma hakkına sahip olmaktadır. Bu vakıa özellikle Türkiye’deki Kürtlerin vakıasına uymaktadır. Çünkü Kürt halkı, devleti olmayan bir halktır. İşte hem Avrupa “Kürt Parlamentosu” ve “Kürt Enstitüsü” gibi kurumlarla veya Leyla Zana ekibini kendi tarafına çekmeye çabalayarak Kürtler için gereken siyâsî bir temsil otoritesi oluşturmaya çalışmakta hem de Amerika, Leyla Zana ekibi ve PKK’dan kovulan Osman Öcalan vasıtasıyla aynı siyâsî temsil mekânizmasının önünü açmaktadır. “Açık toplum”, “düşünce özgürlüğü”, “diyalog ve uzlaşma”, “barış” ve benzeri sloganlar böylelikle daha anlamlı olmaktadır. Ayrıca Amerika’nın yeni yıldızının Kürtler olduğu bilinmektedir. Yani Amerika, özellikle Irak’ta Celâl Talabânî ve Türkiye’de Leyla Zana ekibinde görüldüğü üzere, Ortadoğu politikalarında Kürtlere özel bir önem vermektedir. Kürtlerin yapısı da Amerika’nın arzularına uymaktadır. Nitekim Kürtler cesur, sağlam, sır saklayan ve akrabalık bağlarını güçlü tutan kimselerdir, ama eğer aldatılır veya saptırılırlarsa bu özellikleri istismara oldukça açıktır. Irak’ta Barzani, Talabani ve beraberlerindeki çeteler gibi azgın hainler tarafında aldatılmış olmasalardı, bugün Kürtlerin Amerika’yı direnişleri ve azimleriyle perişan edecekleri muhakkaktı. Oysa oldukça saf ve siyâsi basiretten uzak olmaları onları mahvetti, sömürgecinin oyuncağı haline getirdi. Dolayısıyla eğer Kürtler bir an önce akıllarını başlarına almayıp da sömürgeci kâfirlerin payandası olmaya devam ederler ve Amerika da onları sağlama aldığını ve kendisi için uygun kıvama geldiklerini görürse, yeri ve zamanı geldiğinde Türkiye, Suriye, Irak ve İran’daki Kürtlere yönelik özel politikalar geliştirebilecektir. Dolayısıyla azınlık hakları konusu, hem Amerika hem de Avrupa için sürekli olarak istismara açık bir konudur.

Kıbrıs meselesine gelince; Kıbrıs konusu denildiğinde akla ilk gelenler; Kıbrıs’ın tanınmaması, Annan Planı’nın müzâkeresi, toprak paylaşımı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adadaki varlığının meşruiyeti, GSMH [Gayri Sâfi Milli Hasıla] bakımından varolan ekonomik fark, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne 1 Mayıs 2004’te resmen katılan Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıması gibi konulardır. Fakat bunların hiçbiri meselenin aslından değildir. Bilakis asli meselenin üzerini örten ara meselelerdir. Halbuki 1925’ten sonra Türkiye’nin Lozan Anlaşması’ndaki onayıyla resmen ve fiilen İngiltere’nin kontrolüne geçmesinden bu yana Kıbrıs’ta gerçekleşen gelişmeler bir bütün olarak incelendiğinde çıkan sonuç şudur:

Kıbrıs, Golan tepeleri ve Kuzey Irak ile beraber Ortadoğu’nun en stratejik noktalarından biridir. Bu stratejik ve jeolojik özelliği nedeniyle Kıbrıs’taki asli mesele, Kıbrıs’ın hakimiyeti meselesidir. Yani uzun süreden beri süregelen İngiliz hakimiyetinin Amerika tarafından ele geçirilmeye çalışılması meselesidir. “Sorun” denilen şey işte bu “hakimiyet mücadelesi“ ve “Çözüm” denilen şey tarafların yani Amerika ve İngiltere’nin “uzlaşma zemini” bulmaya çalışmasından başka bir şey değildir. Hiçbir şekilde az önce sıralanan görüntü konular değildir. Zira bunlar meselenin asli yönünü gizleyen saptırıcı tartışma konularıdır.

Amerika, Birleşik Kıbrıs’ı oluşturmak, bu şekilde Avrupa Birliği’ne katılmasını sağlamak, Akrotili ve Dikelya’da bulunan nükleer silaha sahip İngiliz askerî üslerinin kaldırılmasını sağlayarak İngiliz nüfuzunu yok etmek ve kendi hegemonyasını tam olarak yerleştirmek üzere Annan Plânı’nı ortaya attı. Fakat hem üzerinde yapılan birçok değişiklik yüzünden esâsî gâyeden bir nebze sapmış oldu, hem de İngiliz üslerinin bahis konusu olmaktan çıkarılmasıyla adadaki İngiliz nüfuzunu kaldırılamamış oldu.

14 Aralık 2003’te Kıbrıs’ta yapılan seçimler, Denktaş için hezimete dönüştü. Çünkü o güne kadar önemli bir oy potansiyeline sahip olan Denktaş’a verilen desteğin oldukça düşük bir seviyeye indiği görüldü. Seçimler sonunda Cumhurbaşkanı sıfatıyla Denktaş, hükümeti kurma görevini Amerika’nın has adamı CTP lideri Mehmet Ali Talat’a vermek zorunda kaldı. Talat da, Denktaş’ın oğlu Serdar Denktaş’ın liderliğindeki DP ile koalisyon yaptı. AKP Hükümetinin baskıları ve Kıbrıs Türk tarafında Amerika lehine oluşan bu zeminden sonra Annan Plânı’nın infazının kabul edilmesine yönelik daha bir meyil hâsıl oldu. Çünkü Amerika’nın Annan Plânı ile ulaşmaya çalıştığı şey, Birleşik Kıbrıs’ı oluşturarak Kıbrıs’ı bir bütün olarak Avrupa Birliği’ne girmesini sağlamak hem de –üsler haricinde- İngiltere’nin elini Kıbrıs’tan çıkarmaktı. İngiltere’nin düşüncesi ise, mevcut statükoyu yani iki kesimlilik dahilinde iki ayrı devletin varlığı durumunu muhafaza etmekti ve Annan Plânı’nın kabul edilmemesi için “el altından” karşı-propaganda yapıyordu. Amerika’nın Annan Plânı’nı infaz etmede başarılı olması halinde ise İngiltere, kendince siyâsî dehasına güvenerek bu birleşmeden de avantajlar elde edebileceğini öngörüyordu.

Nihâyet 24 Nisan 2004’te Annan Plânı, Kıbrıs halkının oylamasına sunuldu. Çıkan sonuç şaşırtıcı idi. Nitekim Kuzey’de kabul edildiği halde Güney’de reddedildi. Bunun anlamı Annan Plânı’nın sona ermesi idi. Bu ise Amerika, İngiltere ve Avrupa Birliği açısından dengeli bir sonuç oldu.

İngiltere, Kıbrıs konusunda üslerinin muhafazasını ve nüfuzunun devamını esas olarak gördüğü ve son durumda bunlara herhangi önemli bir zarar gelmediği için başarılı sayıldı. Bununla birlikte Amerika’nın asıl hedefinin kendisini buradan kovmak olduğunun farkında olmasından dolayı rahat ve huzur içerisinde olduğu da söylenemez.

Avrupa Birliği’ne gelince; onun istediği Kıbrıs’ın “bütün olarak” birliğe katılmasıydı. Fakat olmadı. Dolayısıyla bu durum Avrupa açısından bir kayıptı. Amerika ve İngiltere gibi “büyük başların” at koşturduğu bir arena olmasında ötürü de Kıbrıs’tan ciddi bir fayda elde etmesi zordur. Bununla birlikte adanın stratejik ve jeo-politik avantajlarını değerlendirme imkânı elde etmesi açısından cüzî bir fayda elde ettiği söylenebilir. 17 Aralık’taki alınan karara Kıbrıs’ın damgasını vurmuş olması ve Türkiye’den müzâkerelerin başlayacağı 3 Ekim 2005’e kadar tüm Kıbrıs’ı temsilen Güney Kıbrıs Yönetimi’ni tanımasını talep etmesi, bu faydanın genişletilmesi ve Kıbrıs’ın bütün olarak Avrupa Birliği’ne katılmasını sağlamak içindir. Fakat Avrupa’nın giderek zor bir sürece girdiği, bünyesini Doğu’ya doğru genişleterek ve kendisine yeni üye yaptığı Doğu Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamının Amerika’nın güdümündeki ülkeler olması, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi ile çatışma, servet ve mücadele sahalarından onu dışlaması, sonunu yaklaştıran ve geleceğini karartan unsurlardır.

Amerika’ya gelince; referandumdaki hezimetinin ardından gelişmelerin seyrini inceledikten sonra işe önce Kuzey Kıbrıs’taki CTP-DP koalisyonunu dağıtmakla başladı. Böylece Mehmet Ali Talat başbakanlıktan istifa etti. Daha sonra Denktaş hükümeti kurma görevini yakın dostu Derviş Eroğlu’na verdiyse de Eroğlu yeni bir hükümet kurmada başarılı olamadı. Şu durumda Kuzey Kıbrıs seçim dönemine girmiştir. Buna göre Amerika, avantaj sağladığını düşündüğü kamuoyundan önemli bir destek elde ederek Mehmet Ali Talat’ın tek başına iktidara gelmesinin planlarını yapmaktadır. Böylelikle onun AKP gibi tek başına iktidar olmasıyla siyâsi bakımdan önemli bir güç elde edecektir. Bir sonraki aşama ise Amerikan planlarına çomak sokan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın devre-dışı bırakılması ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan tasfiyesi gündeme gelecektir. Denktaş’ın Yunanistan’da ve Türkiye’de bazı siyâsî çevrelerde ve özellikle ordu içerisinde sahip olduğu nüfuz ve “tarihi lider” vasfı nedeniyle devre-dışı bırakılması zor olsa da en azından popülaritesinin etkisizleşecek derecede zayıflatılması ihtimal dahilinde olacaktır. Denktaş devre-dışı kalsın yada kalmasın, bir sonraki aşama, 3 Ekim 2005’ten önce Annan Planı’nın yeniden gündeme getirilerek kabulünün sağlanması olacaktır. Böylece Amerika’nın arzuladığı maksat büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Fakat Amerika en temel hedefi olan İngiltere’nin Kıbrıs’tan kovulması işini sonraya bırakmak zorunda kalacaktır.

İşte bunun içindir ki, AKP Hükümeti Avrupa Birliği zirvesinde müzâkereler için 3 Ekim 2005 tarihinin verilmesine fazla bir tepki vermemiştir. Bunun içindir ki, Güney Kıbrıs’ın tanınmayacağını ısrarla iddia etmektedir. Çünkü Amerika’nın CTP’yi tek başına iktidara taşımak, Denktaş’ı devre-dışı bırakmak, TSK’yı tasfiye etmek gibi operasyonları gerçekleştirmesi ve aynı zamanda Annan Planı’nın kabulünü sağlaması için zamana ihtiyacı vardır ki Ekim 2005 bu bakımdan mâkul bir tarihtir. Dolayısıyla medyada Avrupa karşıtı kesimlerin eleştiri malzemesi olarak kullandıkları “Türkiye, Avrupa Birliği uğruna Rum kesimini tanımak zorunda kalacak” iddiası hatalı bir tespittir. Çünkü Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül liderliğindeki AKP hükümeti, Amerika’nın bu yol haritasını gâyet iyi bilmekte ve Rum kesimini değil, Annan Planı sonucunda sahneye çıkacak o Kıbrıs’ı tanıyacağını öngörmektedir. Yani AKP Hükümeti Amerika’nın bu plânına güvenmektedir.

Son olarak Kıbrıs’tan sonra gündeme gelmesi muhtemel Ege Adaları ve Kıta Sahanlığı meselesine gelince; Abdullah Gül geçenlerde yaptığı bir açıklamada şöyle diyordu: “İki Yunan savaş uçağı, Ege Denizi üzerinde savaş uçaklarımıza arkadan tehlikeli biçimde yaklaşmak suretiyle tacizde bulunmuşlardır.” Bu açıklama son dönemlerin Ege meselesiyle ilgili en önemli açıklamasıydı. Nitekim taciz iddiaları çoğunlukla Yunanistan tarafından yapılmakta, Türkiye’nin bu tür iddialarına pek rastlanmamaktaydı. Acayip olan şu ki Yunanistan’da bu iddiaların yapıldığı dönemler de genellikle Amerikan yanlısı iktidarlar bulunuyordu. Bunun sebebi Ege adalarıyla dolaylı olarak ilgili olan ordunun dağıtılması meselesidir. Çünkü Amerika, Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyaset üzerindeki etkisini zayıflatmak ve kendi nüfuzunun önünü açmak istemektedir. Nitekim 1974’te İngilizlerin Kıbrıs müdahalesinin yapılmasını istemesinden sonra Ege’deki adalara birkaç mil mesafede İzmir’de Ege Ordu (4. Ordu) kurulmuştu. Dolayısıyla Ege meselesi ile Ege Ordu’nun dağıtılması arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır.

En son Amerika’nın Annan Planı’nın “ihanet” olarak niteleyen Ege Ordu Komutanı’nın açıklaması hatırlandığında ve ordunun üst düzey komutanlarından çoğunlukla Ege Ordu Komutanlarının Amerika’dan nefret ettikleri düşünüldüğünde bu taciz iddialarının önümüzdeki gündemlerde daha da artacağı, “Ege Sorunu”nun ve “Kıta Sahanlığı sorunu”nun, “Avrupa Birliği icâbı” çözülmesi gerektiği düşüncesinin yayılacağı ve Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün henüz gündemlerinde olmadığını açıkladığı “profesyonel ordu” projesinin de yakın bir gelecekte icrasıyla nihayetinde Ege Ordu’nun dağıtılmasının sözkonusu olacağı açıkça görülecektir. Nitekim eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya 2000 yılında gizli bir muhtıra ile Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarmaktan vazgeçmesine karşılık Ege Ordu’nun dağıtılmasını teklif etmişti ama bu, Yunanistanca kabul görmemişti.

Türkiye’nin AKP Hükümetince yürütülen Avrupa Birliği politikasının gerçeklerinden bir kısmı işte bunlardır. Kısacası AKP Hükümeti, Avrupa Birliği üyeliğini bahane ederek Amerika’nın politikalarını gerçekleştirmek üzere büyük hırs göstermektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin gerçekten olup olmayacağına gelince; Allah’ın izni ve yardımıyla kesinlikle böyle bir şey olmayacaktır. Çünkü;

1. Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üye olmasının kendisi açısından ne kadar tehlikeli bir iş olduğunu çok iyi bilmektedir. Bunun içindir ki 17 Aralık Zirvesinden önce “imtiyazlı ortaklık” ve “özel statü” gibi kavramlar ortaya atılmıştır. Müzâkerelerin 15 yıldan fazla süreceği düşünüldüğünde de oldukça sakınca doğuracaktır. Çünkü Avrupa Birliği üyelerinin müzâkere süreçleri incelendiğinde hem çok çabuk girenler hem de çok geç girenler dâima Avrupa için problem olmuştur. Avrupa Birliği’ne üyelik için makul süreç yaklaşık 7-8 yıl olduğu ve Avrupalı politika üreticileri de bunu sık sık dile getirdiği halde Türkiye’nin en az 15 yıl sürecek bir müzâkere dönemine sokulması, Avrupa Birliği’nin bu haliyle Türkiye’yi almasının söz konusu olmadığını göstermektedir. Ayrıca Türkiye halkının Müslüman olması; Avrupa’daki Müslümanlardan şiddetle rahatsız olan ve “terörle mücadele”, “başörtüsü yasağı”, “radikalizm” gibi gerekçelerle oradaki “evrimleşmemiş”, “entegre olamamış” Müslümanları tasfiyeye yönelen Avrupa Birliği için entegrasyon ve asimilasyon açısından ciddi bir problem oluşturacaktır. Dolayısıyla Avrupa’nın izleyeceği politika, 41 yıldır izlediği oyalama taktiğinden pek de farklı olmayacaktır. 17 Aralık öncesi ile sonrası arasındaki en önemli fark, oyalama taktiğinin uygulanmasında kullanılacak üsluplar ile Türkiye’nin geri dönüş veya vazgeçme hakkını kaybetmiş olmasıdır. Çünkü imzalanan karar metni devletlerarası bir anlaşma niteliğini taşımakta ve sadece Avrupa Birliği’nce tek taraflı olarak bozulabilmektedir.

2. Amerikan siyâsetinin canlarını yakan özelliği şu ki, Amerika sahip olduğu itibar ve kuvvete dayanarak boyundan büyük işlere kalkışmakta, küstahlık ve kibirden ötürü aceleci ve yıkıcı davranmaktadır. Oysa sahip olduğu bu kuvvet ve şiddete dayalı küstahlık ve kibir politikası, devletlerarası zeminde elverişli bir politika değildir. Tarih boyunca böylesi birçok devlet vardı ve hepsi de “hiç ummadıkları yerden” hezimete uğradılar ve tarihin çöplüğüne kara bir leke olarak karıştılar. Amerika’nın Türkiye politikası da bu şekilde kibir ve küstahlığa dayalı olarak iddialı ve uzun boylu bir politikadır. Her ne kadar AKP Hükümetine verdiği ilk tavsiye “temkinli, sâkin ve emin” bir şekilde hareket etmesi şeklinde olsa bile devletlerarası parametreler ve çevresel faktörler Amerika’yı zorlamaktadır. Avrupa Birliği bahanesiyle AKP’yi kullanarak Türkiye’nin temelleri sarsma, ulus-devlet modelini yıkma, Kemalizm’i ortadan kaldırma, ordunun gücünü zayıflatma, bürokrasiyi tasfiye etme, özelleştirme adı altında devleti küçültme, toplumsal dönüşümü hızlandırma gibi politikalarını gerçekleştirmesi, Amerika’nın vehmettiği kadar kolay ve hızlı olmayacaktır. Hele İngiltere gibi şeytani zekâya sahip sinsi bir rakibin, balığını tutmak üzere tetikte beklediği hatırlanacak olursa, Amerika’nın her an sudan çıkmış balığa dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu rahatlıkla farkedilecektir.

3. En önemlisi ise sömürgeci plânlarıyla İslam Ümmeti’ni ve ondan bir parça olan Türkiye’yi böylesine ayaklar altında süründüren kâfirlere uykusuz geceler yaşatan, keyiflerini kaçıran ve kalplerini ürperten haşmetli ve azametli Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasıdır. Amerika’nın, İngiltere’nin ve Avrupa Birliği’nin farkında olup ta görmezden geldiği gerçek tehdit şüphesiz ki Hilâfet Devleti’nin kurulmasıyla İslâmî Hayatın yeniden başlatılması, İslam Ümmeti’nin yeniden eski birlik ve dirliğine kavuşması ve Müslümanların aralarına çizilmiş sınırların ortadan kalkıp orduların birleşerek sömürgeci Küffara karşı Cihâdı yeniden başlatmasıdır. Bu bağlamda Amerika’da ve Avrupa’da fikir ve siyâset adamları arasında oldukça geniş kapsamlı ve detaylı çalışmalar yapılmakta, bunun önüne geçilmesine yönelik uzun vâdeli projeler hazırlanmaktadır. Amerika’daki ve Avrupa’daki think-tankler [proje ve politika üreten merkezler] ile stratejik araştırma kurumları harıl harıl bu “felâket” üzerinde çalışmaktadırlar. Nitekim Hilâfet’in yeniden kurulmasının kendileri açısından oldukça tehlikeli bir gelişme olacağı en üst düzey yetkililerce dile getirilmektedir. Örneğin, 5 Ekim 2004’te Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld şöyle diyordu: “Teröristlerin nerede olduğunu bir düşünün... Onların amacı, dünyanın bu parçasında (İslâmî beldelerde) hükümetleri devirerek yeniden bir Hilâfet kurmaktır ki bir avuç terörist her bir kimsenin nasıl yaşaması gerektiğine karar versin.” 2 Kasım 2004’te Newsweek Dergisi’nde makâlesi yayınlanan eski Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissenger ise şöyle diyordu: “Asıl düşman, İslam’ın radikal, fundamentalist ve militan saçaklarıdır. Bunların amacı hem ılımlı İslâmî toplumları hem de bir İslâmi Hilâfet’in geri getirilmesi yolunda engel olarak algıladıkları diğer herkesi devirmektir.” Rusya devlet başkanı Vladimir Putin de şöyle diyordu: “Dünya üzerinde doğrudan tehlike çoğu kez İslâmî terörizm olmuştur. Avrupa’nın ve özellikle Amerika’nın dikkatlerini bu noktaya yöneltmeleri ve teröre karşı uluslararası bir işbirliği yapılması gerekir. Tehdidin kaynağını oluşturanlar, tüm dünyaya yayılmayı hedefleyen bir Hilâfet Devleti kurmayı amaçlıyorlar ve bunlar kendi dinlerine inanmayan herkesi öldürmek istiyorlar.”

İşte Kâfirlerin kalplerine bu derece korku salan ve tüylerini ürperten Hilâfet’in yeniden kurulduğu o gün muhakkak ki mü’minlerin gönüllerine şifâ ve ferahlık getiren pek muhteşem, pek harika bir gün olacaktır, İnşaAllah:
وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ İşte o gün mü’minler de Allah’ın zaferiyle ferahlayacaklardır. Allah dilediğine zafer verir. O ‘Azîz’dir, Rahîm’dir. [Rum 4-5]


A. Yusuf Tuğtekin
yusuf.tugtekin@kokludegisim.com

Köklü Değişim Dergisi

#2

  • Ziyaretçiler

Gönderim zamanı 03.01.2005 - 14:38

:huh:

#3 Elric

Elric

    Mel G.'nin Vârisi :)

  • Üyeler
  • 6.432 Mesaj
  • Konum:Mélnibone

Gönderim zamanı 04.01.2005 - 11:56

okumadım..
Gönderilen Resim

#4 inan

inan

    tersceviroku

  • Üyeler
  • 2.596 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 04.01.2005 - 20:19

demekki anlayana..
Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina

#5 Zetro

Zetro

    <3 Death Wish

  • Üyeler
  • 1.108 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay
  • Konum:İ.E.T.T kullanıcısı
  • İlgi Alanları:FRP, Rock Müzik, Bilim Kurgu, PC Games....

Gönderim zamanı 07.01.2005 - 18:19

copy - paste sanatının ince örneklerini lütfen kullanmayalım...


Don't worry about tomorrow
Take it today
Forget about the tip
We'll get hell to pay

#6 kardelen

kardelen

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 713 Mesaj

Gönderim zamanı 06.02.2005 - 17:46

AKP'NİN Sayın Rauf Denktaşa olan tutumu çok yanlıştır.Rauf Denktaş her zaman doğruları söylüyor. B)

#7 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 14.06.2005 - 22:53

hepsini okudum da öne sürdüğün çözümler çok basit ve zayıf
kim nasıl yapacak okadar kolaymı bu yazdıkların kardeş
Bu ülkede islami siyasi bakışı olan saadet partisi hükümeti kurma şansını ele geçirmiş ve erbakanın öndeliğnde hükümeti kurmuştur ve bu sadece 6 ay sürebilmişti ve (postmodern) generalimiz tv karşısına geçip hükümete "balans" ayarı yaptık demiştir.....
söylediklerin veya kopyala yapıştır yaptıkların ha deyince olamayacak şeylerdir
Gönderilen Resim

#8 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 14.06.2005 - 23:03

AKP'NİN Sayın Rauf Denktaşa olan tutumu çok yanlıştır.Rauf Denktaş her zaman doğruları söylüyor. B)

Erdoğan Rauf Dentasa karşı nasıl bir tutum içinde?
Gönderilen Resim

#9 kardelen

kardelen

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 713 Mesaj

Gönderim zamanı 18.06.2005 - 19:33

Rauf Denktaşa saygısızca davranıyor!

#10 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 21.06.2005 - 21:47

bende o davranışı soruyorum

______
(danışıklı dövüş):siyasi bir hile....konuyla alakasız kabul edilebilir
Gönderilen Resim

#11 kardelen

kardelen

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 713 Mesaj

Gönderim zamanı 28.06.2005 - 14:56

Rauf Denkaş,mecliste konuşma yapacağı zaman başka meşgaleler bulmaya çalışması!
Daha başka örnekler de var!

#12 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 28.06.2005 - 16:27

yuh be saygısızca davranıyor dediğin bumuydu
Gönderilen Resim

#13 kardelen

kardelen

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 713 Mesaj

Gönderim zamanı 28.06.2005 - 23:16

Başka şeylerde var!
Yanılmıyorsam Annan referandumundan sonra istifasınıda istemişti!

#14 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 29.06.2005 - 01:38

öyle bişey olmadı,,,,,,
olsa bile istifa istemek ne zamandan beri saygısızlık
Gönderilen Resim

#15 kardelen

kardelen

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 713 Mesaj

Gönderim zamanı 29.06.2005 - 12:59

Ulusa sesleniş konuşmasında bunu yapmıştı sanırım!
Daha başka örneklerde var!
Rauf Denktaş konuşma yaptığında basın yoluyla ters cevaplar veriyordu sayın Denktaşa!

#16 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 30.06.2005 - 00:18

ters cevaplar veriyor derken neyi kastediyorsun ...anlamadım
bir konuda anlaşamadıkları kesin,eğer ters cevaptan kastın benim anladığım ise

gayet normal değilmi, karşı görüşteki bir insanın,görüşüne ters cevap vermek.

ve bence ne Rauf Denktaş kendisine saygısızlık edilmesine izin verecek veya buna zemin hazırlayacak davranışta bulunmaz nede RTE böyle bir saygısızlık yapar.(ben gerçekten böyle bir şey duymadım)

ayrı fikirlere sahip olmak,bunları tartışmak (bazen doz biraz kaçırılsada) saygısızlık değildir bence
Gönderilen Resim

#17 kardelen

kardelen

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 713 Mesaj

Gönderim zamanı 30.06.2005 - 14:49

Cumhurbaşkanı Sezer'e böyle davranmıyor!
Denktaş'a böyle davranıyor!
RTE saygısızlık yapmıştır!

#18 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 30.06.2005 - 23:13

cumhurbaşkanın veto ettiği dosyayı, aynı şekilde bir kez daha göndermesi onun kararlarına ne kadar saygı duyduğunun bir göstergesidir bence.

Denktaş ile Sezer'i aynı kefeye koyamassın........
Sezer anayasa kitapçığını büyük bir "SAYGISIZLIK"yaparak Ecevitin yüzüne fırlatmıştı hatırlıyormusun, sonrasında nolmuştu;(krizzz)

yani diyeceğim şu ki RTE (kendi kendine uydurduğun bir saygısızlık masalı) büyük bir SAYGISIZLIK yapsa, Denktaşa bağırıp çağırsa Türkiyenin ekonomisi borsası büyük bir oranda etkilenirmi veya tepe taklak olurmu...ama bunu Sezer'e yaparsa yukarıdaki örnek kadar büyük olmasada ortaya ciddi bir kaos çıkacağı bir gerçek

Bu örneği RTE Denktaşa saygısılık etmiştir ama Sezere etmeye gücü yetmez şeklinde yorumlaman için yazmadım...saygısızlık masalın doğru bile olsa neden Sezere saygısızlık yapamdığını anlatabilmek için yazdım ,kendimce,buna siyasettttttt diyolar heralde

siyasettttttttttttttttttttttttttttttttt.......bir gün önce terörist devlet dediğin ülkeye bir sonra ki gün milyon dolarlık anlaşmalar yapmak soykırım anıtına çiçek bırakmak için gidiyorsun.........siyasetttttttttttttttttt.......

siyasette saygı hürmet itimat güven pek işe yaramıyor galiba

bu işlerin açılın diye bağırmakla ,durduramassınız beni diye inlemekle ,gelip onu bunu bu ülkeden defedicem demekle olmadığını bu işlerin böyle yürümediğini birilerinin birilerine anlatması gerek.
Gönderilen Resim

#19 kardelen

kardelen

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 713 Mesaj

Gönderim zamanı 01.07.2005 - 11:29

bu işlerin açılın diye bağırmakla ,durduramassınız beni diye inlemekle ,gelip onu bunu bu ülkeden defedicem demekle olmadığını bu işlerin böyle yürümediğini birilerinin birilerine anlatması gerek.

Hem bunlar söylenip,hemde söz verilen icraatler yapılabilir!

#20 aTMaCa

aTMaCa

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 384 Mesaj
  • Konum:DUMANALTI

Gönderim zamanı 01.07.2005 - 16:35

İnşallah!!!!

saygısızlığın olmadığında anlaştık öyleyseeeeeeeee
Gönderilen Resim





Benzer Konular Daralt

1 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 1 ziyaretçi, 0 gizli