Jump to content



- - - - -

Bilim ve Din


  • Please log in to reply
No replies to this topic

#1 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 posts

Posted 18.03.2007 - 02:10


Elime bir kitap geçti:

Müsbet Maneviyat etüdleri, (1. Cilt), M. Sadettin Evrin, İkinci basım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1956

Çok ilgimi çekti.. Sizlerle de bir kısmını paylaşmak istedim:


İlim ve Din
Kâinatın değişici bünyesindeki hayati, kimyevi, tarihi… vasıfları tecrid ederek birer ders halinde okutuyoruz. Üniversiteler bu tecridi arttırıyor ve müstehasıs olacaklara birer derinleşme çığırı açıyor. Mütehasıs kendi şubesinde günün iktisadi veya harp icabı hareketlerine yakından ilgili inceleme sahalarına dalıyor. Bu sebeple ilmin gelişmesi belirli bir planı tamamlamıyor; rastgele yapılmak tarzını tutuyor. Her ne kadar aşırı bir chematisme’in inhisarına girmemek ve tecrübe çokluğuna önem vermek olan pluralisme’e tabi olmak suretiyle yanlış ve eksik fikirleri kısım kısım düzeltmek ve tamamlamak mümkün oluyorsa da, sınırsız bir genişlik içinde aykırı taraflara doğru zihinleri çeken nazariye ve faraziyeler arasında ilerleyen ilim, kendisinin ancak izafi bir hakikatı belirttiğini söyleyebiliyor. İlmi yalnız ilmin hatırı için öğrendiği iddiasında bulunanlar, kendi ihtisası dışındakilere bağlılık ve denkleşme kurmaktan, bir hadsizlikte bulunuyormuş gibi kaçınıyor. Daha geniş görüşlü olanların yarattığı, müsbet ilimlere dayanan felsefe, vakıa ilimlerin, fenlerin, birer tarla, bağ, bahçe, göl, orman gibi yayıldığı bir sahanın ortasında yükselmiş bir tepeden görünen panoramayı göstermeye çabalıyor. Fakat, son zamanlarda riyazi ilimlerin daha hakim duruma girmesi tefekkür ve tasdik yönlerini değiştirmiştir. Sonsuz büyük ve sonsuz küçük alemlerin kapılarında fizik ve mekanik iflas etmiştir. Matematik burada tam kudret ve kuvvetini belirtmiştir. Bir tarfta dört buudlü mekanın jeometrisi, diğer tarafta ihtimaller hesabı ve kuvanta teorisi hükmetmeğe başlamıştır. Bu iki alemde de nazari felsefe husufa uğramıştır.

(Hıcr/14-15)
“Eğer biz onlara gökten bir kapı açsak, onlar da yukarı çıksalar, gözlerimiz bulandı; büyülenmiş gibi olduk, derler”.

Evet, bir tepeden seyredilen manzara bir de tayyareden ve çok yüksekten bakılsa, dünya evvelce bize verdiği intıbadan başka türlü görülür. Yerdeki görünüşe alışmış gözlerin, ilk defa böyle yüksekten görüş esnasında hasıl ettikleri intıba çok farklıdır. Hassas bir muharrir diyor ki: Pamuk deryası gibi bulutların üzerinde havanın açık mavi şeffaflığı içinde iken beşerilikten uzaklaşmış, dünyanın zihni sisleyen tesirinden manevi alemin parlaklığına doğru uzaklaşmış, bizim kemalsizliğimizden bu kemalin nur ve haşmetine doğru uzaklaşmış gibi idim… Orada ben kainatla ne kadar çok beraberlik duyuyordum….

Hele 11 kilometreden sonra 30:40 kilometreye kadar yüksekliği kaplıyan stratosfere çıkılsa, gökün manzarası daha ziyade değişir. Bunun dışındaki ionosphere’e yükselinse o zaman ışıkla kanalıktan mürekkep başka bir aleme girilir. Burada güneş sarı veya kırmızımsı değil, çelik renginde bir küre gibi görünür. Çünkü yeryüzünde gördüğümüz renkler, havanın tesiriyle bize öyle görünmektedir. Şu gördüğümüz dünya hayatının ötesine ait metafizik konular da aynı veçhile dünyeviliğe çeken muhitin havası içinde beliremez.

(Rum/7)
“Onlar dünya hayatının dış yüzünü biliyorlar. Fakat ahiretten gafillerdir.”

Vakıa ilim, insanın ve cemiyetlerin ödev ve salâhiyeti hakkında edinilen dünya görüşünde Weltanschauung kendisine dayanılan ve inanılan bir vasıtadır. Fakat öğrendikçe ne kadar az bildiğimizi öğreniyoruz. Günün sosyal telakkilerinin hepsi de ilimden kendi delilini çıkardığı halde, aralarında dehşetli uçurumlar vardır. İnsanın tekamül istikameti ve hedefi ile varlığının sırrı meçhul kaldıkça, bu ideolojiler birer siyasal faraziyeden başka değer taşımaz. Ömürler boyunca münakaşa ve mücadelelere ve milletleri yıkan harplere ve ihtilallere sebep olmaktan başka bir işe yaramaz.

Diğer taraftan din de bir dünya görüşü ve ahiret telâkkisidir. Yalnız, din adı altında tanıdığımız sistemler bugünkü sosyal akideler gibi ilme müstenid olmak tarafını tutmamış; tabiat üstü amilerin vasıtasız ve devamlı fiillerine inanış tarzı üzerinde çalışmış; anlatışa (Nakl)e müstenid sosyal kaidelere bağlılığı korumağa uğraşmıştır. Çünkü o zamanlar için ilim, henüz olgunluğa, (rüşd) çağına ermemişti. İtikadlar sırf manevi sembollerle ifade edildiği için, zaman geçtikçe bunlar mahiyetlerini kaybederek asıl (manzum)larının eklentilerine bırakmıştır. Akide bu suretle muhayyilenin sonsuz ufuklarına yayılıp idrak şartlarından çıkarken ilim de tecrübeden başka bir vukuf menbaı tanımamayı amaç tutmuş bulunuyor. Mutlak ve önceden edinilmiş a priori kanaatlere kulak asılmıyor. Başka bir şeyle uyuşmak mecburiyeti ilmin esaslarına aykırı görülüyor. Şu halde tefekkür ve tasdik tarzlarında, istinat reference sistemlerinde bunların anlaşılmasına imkan kalmıyor. Beşer kütlelerinin fikirleri ve içtimaiyatı üzerine iman bağlantısı ile hüküm süren dinlerle, felsefenin şüpheden kuvvet alan hürriyetsever sistemi, ayrıca bu hareket tarzları ile de birbirinden çok uzaklaşmış bulunuyor.

Biri, hitap ettiği muhitip seviyesine göre, manası yükselen (zımnî) tacite misallerle ifade edilmiş; diğeri de sarih ve müsbet olmakla beraber, henüz ikmâl edilmemiş ve gayesine ulaşmamış bir durumda olan bu düşünüşler, hakikatin yalnız öz intrinseque ve yalnız dış exctrinseque anlamına yastanmış (mahmûl) attribut oldukları halde, artık bir bütünlüğün iki bölümü haline alınmıyor. Bu yüzden, can ve yürekten inanışlar (hurafe) den kurtulamıyor. Diğer taraftan da, dikkatini yalınz dışına bağlamış olanlar öz arınmasına (nefsin tezkiyesine) ilgilendiremiyor.

Fakat ilmin ve felsefenin tekâmülü için lüzumlu olan serbest görüş, itikadları normalden hurafeye kaydırtmayacak en faydalı bir muvazene vasıtası Contre-poids’dır da… Nasıl ki, iman kuvveti olmadıkça ahlâki hürriyeti dizginlemeğe içtimaî telâkkilerin gücü yetmez. Netice olarak: evvelce yüksek mertebelere ermiş bulunan mânevî bilgilerle, bilhassa devrimizde büyük terâkkilere ulaşmış olan maddi bilgiler arasında müstakil ve saygılı bir karşılaşma, vicdanımızın gerçek (Mizan)ıdır. Tartılarımız her iki tarafın tevazününü değilse de, mümkün olan kısmının denkliğini tesbit etmelidir. Geçen asırda Ziya Paşa:

İdrâki malî bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazu bu kadar sıkleti çekmez


demişti. Vakıa bugün de bu vecizeye muhalif değilsek de, büsbütün ölçüsüz inkarlardan ve ölçüsüz inandırışlardan kurtulmayı denemek ve kültürün yükselmesi nisbetinde tartıyı artırmak lüzumuna da kaniiz.

Dincilerden bir kısmı, ilimden bu yolda müsbet bir şekilde değil, ilmin şimdilik gösterdiği boşluklardan, onun aleyhine faydalanmak yolunu tutmuş; bir kısmı da bu kadar tehlikeli bir işe girişmiyerek, evvelce kendi sömürgeleri olan ilmi bölgelerin müsbet ilimler tarafından istilası karşısında kalelerine çekilmiştir. Yani kalbe ve hissiyata istinad etmekle iktifa etmiştir. Bu hareket tarzı da eski medeniyetlerin ve muayyen devirlerin miraslarından ibaret ve din için âriyet olan unsurlara kuvvetle bağlı kalmaktan; onlar hakkında şuuru tatmin edememek kaygısından ileri gelmektedir. Geniş düşünülecek olursa, bunlarla dinin öz hakikatini ayırt etmek suretiyle aklı daha fazla (lâedrîlik) de bırakmamak ve ilmin verimlerine uysal bir şekilde temas ederek dini daha sağlam, güzel ve zengin bir hayata kavuşturmak lâzım gelir.

Dinin bir zamanlar çoğunluktaki bilgisizlik istibdadı altında taassup haline getirilmesi nasıl bir ifrat idiyse, şimdi, çoğunluktaki ilme intisap özentisinin tezyifi karşısında zebun bir duruma düşürülmesi de öyle bir tefrittir. Dinin bu çarpık ve yanlış gösterişlerden kurtulup öz hakikatiyle belirecek vechile hürriyetine kavuşması için daima ilerleyen ilme münasebeti olan yerlerde, din telâkkilerimiz ona müvazi bir hat halinde maziden istikbale yürümelidir.

İşte bu ülkü ancak (Ahır-zaman) peygamberinin kitabiyle tahakkuk sahasına girebilir. Ondaki deliller hep ilme dayanır:

(Ankebut/49)
“Fakat o (Kur’ân) ilim verilmiş kimselerin sinelerindeki beyine delilleridir.” yani kalpten şek ve şüpheyi giderim ilmî kanaat halinde yerleşen aşikâr ve müsbet bürhanlardır. “Bizim delillerimizi ancak zalimler inkâr eder” yani hak tanımamağı adet edinmiş insafsızlar kabul etmez.

(A’raf / 51)
“Biz onlara ilim üzerine tafsilât verdiğimiz bir kitap gönderdik. İnananlar için hidayet ve rahmettir.”

(En’am/105)
“Biz böylece bürhanları türlü türlü beyan ederiz. Tâ ki onlar, sen ders görmüşsün, okumuşsun (yani bu bürhanlar tahsil ve tetebbüe mütevakkıftır) desinler. Biz de bunların mazmununu ancak bilgin olanlara açıklayalım.”

(Zümer / 9)
“De ki, bilenler ile bilmeyenler bir olur mu? Ancak tam akıllı olanlar anlar.”

Kur’ân’ın ilimle idrâk edilebileceğinden dolayıdır ki, Peygamberimiz (Dünyayı istiyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın. Hem dünyayı, hem ahreti istiyen yine ilme sarılsın); (Beşikten mezara kadar, ilim tahsil ediniz); (Âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanından hayırlıdır) buyurmuştur. Hakiki Müslümanlar böylece ömürlerinin sonuna kadar kafaları işlek ve dinamik kalırlar. Mütalâalarını veya kendi eserlerini ecel gelinceye kadar bırakmayan ihtiyarlar şüphesiz cemiyetin en verimli ve olgun simalarıdır. Dimağın daima idman halinde olması hormonlarının yenileşmesini sağlar. Kalben Allah’a merbutiyet, kalblerinin üzüntülerle yıpranmasını önler, böylece ömürleri de azamı hadde kadar ulaşabilir.

Diğer taraftan, ilim de daima bir oluş halindedir. Bizden evvelkiler tarafnıdan o zamanın ilmine göre yapılmış Kur’ân tefsirlerine de bağlı kalmamak gerektir .Şayet tefsirlerimiz ilimle beraber yürümezse, mazinin anlatışına bağlı kalan sabit fikirler, kağşamış bir bina gibi bir fırtına ile çöküverir. Vakıa fazilet ve hikmete dair eski eserler her zaman sığınılacak birer selamet sahilidir. Fakat ilim ve fenne dair yeni eserler de bizi dünya fikir ufuklarında gezdiren vasıtalardır.

Kur’ân’ın, ilme temas ederek dini ifade etmesi şu suretle nisbetlendirilmiştir:

(Hâkka / 38-43)
“Gördüğünüz ve görmediğiniz şeyler üzerine andım olsun ki: Kur’ân mükerrem bir elçinin sözüdür. O şair sözü değil ki ona pek azınız inanıyorsunuz. O falcı sözü değil ki pek az mülâhaza ediyorsunuz. O bütün âlemin rabbi tarafından indirilmiştir”

Zıya, mevcudatın dış yüzündekileri görmeğe medar olduğu gibi, maddi ilimler de bunları anlamağa esas oluyor. Güneş ziyasındaki görülmiyen Ultra – violet şuaları, görülen şualarınkinden kısa ve seri dalgalariyle hayati hadiseleri idare ettikleri gibi, dimağın alışık olduğu dalgalardan daha rakik ve fevri intıbalar veren (hads) Intuition’lar ve (vahy(ler de kalbi tatmin ederler, iman sunarlar. Güneşin görülen ve görülmeyen şuaları bir huzmede toplanmış olduğu gibi, maddi ve manevi ilimler de Kur’ân’ın muhteviyatı içinde ve belirli sialarında mürekkeb ve muşahhas bir halde sunulmuştur. Bütün bilgilerimizi (Kül)e göre reçetelendiren bir sistemdir. Dimağın ilim kadar veya daha fazla hissiyat ve ruhun tesiri altında bulunmasına tekabül eder. Nasıl ki ilmin müsbet hale gelmeden evvelki nazariyelerinin temeli de birer hads eseri değil midir? (Bahis 24). kur’ân böylece maddi ve m3anevî ilimler üzerined bir (toplu bilim) temin eder. Bu bilgiler huzmesi, türlü dünya görüşlerinin insanları k3ah sağa, kâh sola dikkitani çeken propagandaları karşısında doğruyu, kestirmeyi, selâmetliyi, adaletliyi derhal bulduracak, sezdirecek bir müş’irdir.

(….)


Edited by babuna, 18.03.2007 - 02:11.






Similar Topics Collapse

1 user(s) are reading this topic

0 members, 1 guests, 0 anonymous users