Tarihçinin Mutfağı [17.12.1998] , Ahmet Yaşar Ocak
(…)
MENAKIPNAMELER
Ocak, tarihçilerin çalışma yaparken edebi eserleri genellikle kaynak olarak görmediklerine, özellikle kendi alanındaki menkıbelerin birçok tarihçi tarafından kullanılmadığına dikkat çekiyor:
"Geçmişe baktığımız zaman, Fuat Köprülü'nün dışındaki tarihçilerin, menakıpnameleri küçümsediğini görüyoruz. Bugünkü tarihçiliğimizde de bu tür kaynakların tarih kaynağı olarak kullanıldığına pek rastlamadım. Bu çizginin dışında birkaç meslektaş olabilir, ama yine de Türkiye'deki muhafazakâr tarihçilik bu çizgiyi sürdürüyor. Klasik kaynaklar, kronikler ve arşiv belgeleridir, sanki bunun dışındakiler pek fazla kullanılmaya değmeyen şeylerdir. Çünkü yerleşmiş bir kanaat; 'bunlar evliyaların insanüstü, akıl dışı birtakım hikâyelerini ihtiva eden koleksiyonlardır, dolayısıyla tarih belgesi olarak kullanılamazlar' şeklinde bir peşin hüküm var. Ben bu menkıbelerle temasa geldiğim zaman fevkalade etkilendim. Baktım ki bunlarda, bir İslam cilası altında Türklerin Müslümanlığı kabulünden önceki göçlerinde izledikleri çeşitli coğrafyalardaki kültürlerin, inançların çok büyük etkisi var. Bunlar menkıbeler şeklinde ifade edilmiş. O menkıbelere biraz dikkatle baktığınızda olayın esası ortaya çıkıyor."
RESMİ TARİH(LER)
Ocak'a göre sadece devlete ait olan tek bir resmi tarihten ziyade, farklı toplumsal kesimlerin kendi resmi tarihleri var ve bu tarihleri de genellikle ideolojik kabuller ve önyargılar biçimlendiriyor:
"Resmi tarih terimi bence çok problemli bir terim. Özellikle son yıllarda Türkiye'de çok telaffuz ediliyor. Bence Türkiye'de bir tek resmi tarih yok. Her kesimin kendine göre ayrı bir resmi tarihi var. İşte esas problemimiz bu. Yani, tarih kendini nasıl anlatıyorsa, olaylar kendilerini nasıl sunuyorlarsa o şekilde onlara yaklaşmak lazım. Bunu yapamadığımız için Türkiye'de bugüne kadar her kesimin kendine göre bir resmi tarihi oluşuyor. Örneğin Türkiye'de Batıcıların, muhafazakârların, Kemalistlerin, İslâmcıların, ayrı ayrı resmî tarihleri var. Sünniler ve Aleviler de kendi tarihlerini oluşturmuşlar. Yani, bilimsel tarihin onların şu anda sahip oldukları tarih bilincinde fazla bir etkisi yok."
(…)
GEÇMİŞİN ELEŞTİRİSİ
Ahmet Yaşar Ocak karşılaşılan bu sorunların kaynağını geçmişin, geleneğin bilinmemesine ve dolayısıyla sağlıklı bir eleştiri sürecine tabi tutulmamasına bağlıyor:
"Türkiye, geleneksel yapısını mükemmel bir eleştiriden geçirerek modernleşmeye çalışan bir toplum olmadığı için bazı arızalar yaşanıyor. Türkiye'nin, arkasında bıraktığı tarihi sağlıklı bir eleştiriden geçirmesi gerekiyor. Bu yapılmadığı için o gelenek Türkiye'nin ayaklarından tutuyor. Türkiye aynı zamanda modernleşmek isteyen bir ülke. Bu geçişi tam anlamıyla sağlayamadığı için bir kriz yaşıyor. Türk toplumu bir kültürel kriz içerisinde. Bu değişik biçimlerde ortaya çıkıyor. Türkiye'de bu kadar çok değişik ideolojik yapılanma varsa bu, Türkiye'deki kültürel yapının ne olduğunu pek iyi anlayamamaktan kaynaklanıyor kanaatimce. Eğer Türkiye'de yaşıyorsak, benim kanaatime göre insanlar inansın veya inanmasın, kabul etsin veya etmesin bu ülkenin kültürü uzun yüzyıllar boyunca İslamiyete dayanıyorsa, bu din hakkında bilgi edinmek zorundalar. Eleştirecek olanların da öğrenmesi lazım, çünkü neye dayanarak eleştireceksiniz, yani İslamiyeti eleştireceksek bir bilgi temeline dayalı olmalı bu. Onu kabul ediyorsak, ona inanıyorsak bu inancımızın da yine bir bilgi temeline dayalı olması lazım. Bu ise benim kanatime göre sağlıklı bir tarih perspektifinden geçer.Yani siz İslamiyetin doğduğu günden bugüne kadar aradaki bu uzun kronolojik koridoru çok sağlıklı bir biçimde modern tarih yöntemiyle analize tabii tutmazsanız, hiçbir zaman sağlıklı sonuçlara ulaşamazsınız."
ÖNYARGILARDAN KURTULMAK
Sağlıklı bilgiye ulaşmanın, bilimsel bir tarih perspektifi edinmenin yolunun önyargısız bir yaklaşımdan geçtiğini söyleyen Ocak, Türkiye'de, sahip olunan zengin kültürel birikime rağmen, özellikle bu konuda çok sıkıntı yaşandığını vurguluyor: "Uzun yıllar Sovyet Rusya'dan korktuk, Rusça öğrenmedik; İran'dan korktuk, 'İran'la ilgili çalışmalar yaparsak, Farsça öğrenirsek acaba onlar gibi mi oluruz' dedik, Farsça öğrenmedik. Yanı başımızda Yunanistan var, 'Bunlar bizim İstiklal Savaşı'nda en büyük düşmanlarımızdı' dedik, Yunanca öğrenmedik. Araplardan korktuk, 'Aman, laiklik elden gider, gerici oluruz' dedik, Arapça öğrenmedik. Acaba dünyada böyle bir ülke var mı? Bu kadar çok değişik kültürle çevrili olacaksınız, ne siyasileriniz bu dilleri bilecekler, ne üniversitedeki akademisyenleriniz bu dilleri bilecekler, ne de sizin uzmanlarınız olacak. Komşusunuz, ortak bir tarihiniz var. O zaman bu tarih size birtakım şeyler yüklüyor. Siz o ülkeleri tanımak zorundasınız, o ülkelerin sahip oldukları gelenekleri, inançları, düşünceleri tanımak zorundasınız. Bunun için de onların dilini bilmek zorundasınız. Biz yalnızca kendimizi İngilizceye endekslemişiz. Yani İngilizce öğrenirsek bütün işleri halletmiş oluyoruz. Artık önyargılardan kurtulup bu dilleri bilen, araştırıcılar yetiştirmemiz lazım. Komşu ülkelerimizin tarihini bilmemiz lazım. Batının tarihini bilmemiz lazım. Yıllar yılı Türkiye'den Batıya hep Türk tarihi ile iligi çalışmalar, araştırmalar yapmak için öğrenci gönderildi. Ama Batının tarihini öğrenmek için öğrenci gönderildiğini hatırlamıyorum. Mesela Bizans'ın topraklarını biz vaktiyle zaptetmişiz, gelmişiz, oturmuşuz, başkentini almışız, şu an da içinde oturuyoruz; fakat Bizans araştırmalarının merkezi Türkiye değil. Bizim üniversitelerimizde Bizans tarihi öğretmek, öğrenmek pek ilgi çekmiyor. Birkaç kişi dışında uzman da yok."
DİSİPLİNLER ARASI İLETİŞİM
Ocak, toplantıyı izleyenlerden gelen bir soru üzerine, sosyal bilimlerdeki kompartmanlaşmanın aşılarak disiplinler arası çalışmalara yönelinmesi gerektiğini vurguluyor:
"Türkiye'de en büyük eksikliklerden birisi de disiplinler arası çalışmaların olmaması. Tarihçi tarih açısından bakıyor, ilahiyatçı ilahiyat açısından bakıyor, sosyolog kendi açısından bakıyor. Aynı problemlerle uğraşıyorlar ama birbirlerinden haberleri yok. Bu, çok büyük bir emek kaybı ve sağlıklı sonuca varmak bakımında da tabii ki pek iyi bir yol değil. Türkiye'de bu geleneğin yavaş yavaş geliştiğini görüyorum, büsbütün ümitsiz değilim. Batıdaki gibi bunun köklü bir şekilde, artık iyice geleneksel hale gelmesi için de zannediyorum biraz zamana ihtiyaç var."
http://www.tarihvakf...asp?IcerikId=55