İçerik değiştir



- - - - -

Tarih ve Resmi Tarih Üzerine Yazılanlar


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 7 yanıt verildi

#1 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 20:03


Tarihçinin Mutfağı [17.12.1998] , Ahmet Yaşar Ocak

(…)
MENAKIPNAMELER
Ocak, tarihçilerin çalışma yaparken edebi eserleri genellikle kaynak olarak görmediklerine, özellikle kendi alanındaki menkıbelerin birçok tarihçi tarafından kullanılmadığına dikkat çekiyor:
"Geçmişe baktığımız zaman, Fuat Köprülü'nün dışındaki tarihçilerin, menakıpnameleri küçümsediğini görüyoruz. Bugünkü tarihçiliğimizde de bu tür kaynakların tarih kaynağı olarak kullanıldığına pek rastlamadım. Bu çizginin dışında birkaç meslektaş olabilir, ama yine de Türkiye'deki muhafazakâr tarihçilik bu çizgiyi sürdürüyor. Klasik kaynaklar, kronikler ve arşiv belgeleridir, sanki bunun dışındakiler pek fazla kullanılmaya değmeyen şeylerdir. Çünkü yerleşmiş bir kanaat; 'bunlar evliyaların insanüstü, akıl dışı birtakım hikâyelerini ihtiva eden koleksiyonlardır, dolayısıyla tarih belgesi olarak kullanılamazlar' şeklinde bir peşin hüküm var. Ben bu menkıbelerle temasa geldiğim zaman fevkalade etkilendim. Baktım ki bunlarda, bir İslam cilası altında Türklerin Müslümanlığı kabulünden önceki göçlerinde izledikleri çeşitli coğrafyalardaki kültürlerin, inançların çok büyük etkisi var. Bunlar menkıbeler şeklinde ifade edilmiş. O menkıbelere biraz dikkatle baktığınızda olayın esası ortaya çıkıyor."

RESMİ TARİH(LER)
Ocak'a göre sadece devlete ait olan tek bir resmi tarihten ziyade, farklı toplumsal kesimlerin kendi resmi tarihleri var ve bu tarihleri de genellikle ideolojik kabuller ve önyargılar biçimlendiriyor:
"Resmi tarih terimi bence çok problemli bir terim. Özellikle son yıllarda Türkiye'de çok telaffuz ediliyor. Bence Türkiye'de bir tek resmi tarih yok. Her kesimin kendine göre ayrı bir resmi tarihi var. İşte esas problemimiz bu. Yani, tarih kendini nasıl anlatıyorsa, olaylar kendilerini nasıl sunuyorlarsa o şekilde onlara yaklaşmak lazım. Bunu yapamadığımız için Türkiye'de bugüne kadar her kesimin kendine göre bir resmi tarihi oluşuyor. Örneğin Türkiye'de Batıcıların, muhafazakârların, Kemalistlerin, İslâmcıların, ayrı ayrı resmî tarihleri var. Sünniler ve Aleviler de kendi tarihlerini oluşturmuşlar. Yani, bilimsel tarihin onların şu anda sahip oldukları tarih bilincinde fazla bir etkisi yok."

(…)

GEÇMİŞİN ELEŞTİRİSİ
Ahmet Yaşar Ocak karşılaşılan bu sorunların kaynağını geçmişin, geleneğin bilinmemesine ve dolayısıyla sağlıklı bir eleştiri sürecine tabi tutulmamasına bağlıyor:
"Türkiye, geleneksel yapısını mükemmel bir eleştiriden geçirerek modernleşmeye çalışan bir toplum olmadığı için bazı arızalar yaşanıyor. Türkiye'nin, arkasında bıraktığı tarihi sağlıklı bir eleştiriden geçirmesi gerekiyor. Bu yapılmadığı için o gelenek Türkiye'nin ayaklarından tutuyor. Türkiye aynı zamanda modernleşmek isteyen bir ülke. Bu geçişi tam anlamıyla sağlayamadığı için bir kriz yaşıyor. Türk toplumu bir kültürel kriz içerisinde. Bu değişik biçimlerde ortaya çıkıyor. Türkiye'de bu kadar çok değişik ideolojik yapılanma varsa bu, Türkiye'deki kültürel yapının ne olduğunu pek iyi anlayamamaktan kaynaklanıyor kanaatimce. Eğer Türkiye'de yaşıyorsak, benim kanaatime göre insanlar inansın veya inanmasın, kabul etsin veya etmesin bu ülkenin kültürü uzun yüzyıllar boyunca İslamiyete dayanıyorsa, bu din hakkında bilgi edinmek zorundalar. Eleştirecek olanların da öğrenmesi lazım, çünkü neye dayanarak eleştireceksiniz, yani İslamiyeti eleştireceksek bir bilgi temeline dayalı olmalı bu. Onu kabul ediyorsak, ona inanıyorsak bu inancımızın da yine bir bilgi temeline dayalı olması lazım. Bu ise benim kanatime göre sağlıklı bir tarih perspektifinden geçer.Yani siz İslamiyetin doğduğu günden bugüne kadar aradaki bu uzun kronolojik koridoru çok sağlıklı bir biçimde modern tarih yöntemiyle analize tabii tutmazsanız, hiçbir zaman sağlıklı sonuçlara ulaşamazsınız."

ÖNYARGILARDAN KURTULMAK
Sağlıklı bilgiye ulaşmanın, bilimsel bir tarih perspektifi edinmenin yolunun önyargısız bir yaklaşımdan geçtiğini söyleyen Ocak, Türkiye'de, sahip olunan zengin kültürel birikime rağmen, özellikle bu konuda çok sıkıntı yaşandığını vurguluyor: "Uzun yıllar Sovyet Rusya'dan korktuk, Rusça öğrenmedik; İran'dan korktuk, 'İran'la ilgili çalışmalar yaparsak, Farsça öğrenirsek acaba onlar gibi mi oluruz' dedik, Farsça öğrenmedik. Yanı başımızda Yunanistan var, 'Bunlar bizim İstiklal Savaşı'nda en büyük düşmanlarımızdı' dedik, Yunanca öğrenmedik. Araplardan korktuk, 'Aman, laiklik elden gider, gerici oluruz' dedik, Arapça öğrenmedik. Acaba dünyada böyle bir ülke var mı? Bu kadar çok değişik kültürle çevrili olacaksınız, ne siyasileriniz bu dilleri bilecekler, ne üniversitedeki akademisyenleriniz bu dilleri bilecekler, ne de sizin uzmanlarınız olacak. Komşusunuz, ortak bir tarihiniz var. O zaman bu tarih size birtakım şeyler yüklüyor. Siz o ülkeleri tanımak zorundasınız, o ülkelerin sahip oldukları gelenekleri, inançları, düşünceleri tanımak zorundasınız. Bunun için de onların dilini bilmek zorundasınız. Biz yalnızca kendimizi İngilizceye endekslemişiz. Yani İngilizce öğrenirsek bütün işleri halletmiş oluyoruz. Artık önyargılardan kurtulup bu dilleri bilen, araştırıcılar yetiştirmemiz lazım. Komşu ülkelerimizin tarihini bilmemiz lazım. Batının tarihini bilmemiz lazım. Yıllar yılı Türkiye'den Batıya hep Türk tarihi ile iligi çalışmalar, araştırmalar yapmak için öğrenci gönderildi. Ama Batının tarihini öğrenmek için öğrenci gönderildiğini hatırlamıyorum. Mesela Bizans'ın topraklarını biz vaktiyle zaptetmişiz, gelmişiz, oturmuşuz, başkentini almışız, şu an da içinde oturuyoruz; fakat Bizans araştırmalarının merkezi Türkiye değil. Bizim üniversitelerimizde Bizans tarihi öğretmek, öğrenmek pek ilgi çekmiyor. Birkaç kişi dışında uzman da yok."

DİSİPLİNLER ARASI İLETİŞİM
Ocak, toplantıyı izleyenlerden gelen bir soru üzerine, sosyal bilimlerdeki kompartmanlaşmanın aşılarak disiplinler arası çalışmalara yönelinmesi gerektiğini vurguluyor:
"Türkiye'de en büyük eksikliklerden birisi de disiplinler arası çalışmaların olmaması. Tarihçi tarih açısından bakıyor, ilahiyatçı ilahiyat açısından bakıyor, sosyolog kendi açısından bakıyor. Aynı problemlerle uğraşıyorlar ama birbirlerinden haberleri yok. Bu, çok büyük bir emek kaybı ve sağlıklı sonuca varmak bakımında da tabii ki pek iyi bir yol değil. Türkiye'de bu geleneğin yavaş yavaş geliştiğini görüyorum, büsbütün ümitsiz değilim. Batıdaki gibi bunun köklü bir şekilde, artık iyice geleneksel hale gelmesi için de zannediyorum biraz zamana ihtiyaç var."

http://www.tarihvakf...asp?IcerikId=55

#2 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 20:07

Engin Ardıç'ın yazısından:

"anlamakta zorlanıyordum, niçin bir “resmi tarih”, bir de “gayrıresmi tarih” vardı, üstelik bir de “gizli tarih”?
...
niçin “asıl tarihimizle” yüzleşemiyoruz?
niçin her şeyi kendimize yontuyoruz? örneğin niçin bizim yunan ordusuna karşı verdiğimiz savaşı “tarihte ilk kurtuluş savaşı” olarak görmekte direniyoruz da, ondan yüz yıl önce yunan halkının bize karşı verdiği savaşa “isyan” deyip geçiyoruz?
bu savaşta sovyetler birliği, fransa ve italya’nın bizi desteklemiş olduğunu niçin unutturmaya çalışıyoruz ve savaşı “yedi düvele karşı verdiğimizi” ileri sürmek niçin hoşumuza gidiyor?
niçin anadolu köylüsünün savaşa gönüllü koştuğunu duymaktan hoşlanıyoruz da, ankara hükümeti tarafından askere alındığını unutuyoruz? niçin mermileri cepheye sırtında gönüllü taşıdığını sanmak bizi mutlu ediyor da, taşımayanın hayatının nasıl kaydırılacağını araştırmıyoruz?
niçin izmir yangınının gerçeğini işitmek bile istemiyoruz?
kargaları bile güldüren o ünlü “güneş-dil teorisi” nereden yumurtlanmış? ingilizce “okey” kelimesinin türkçe “ok” ve “ay” kelimelerinden geldiğini kim nasıl uydurmuş? “apollon” isminin “alp oğlan”dan geldiğini kim ileri sürmüş? bunları kurcalamak bizi rahatsız ediyor.
resmi tarihimize sımsıkı sarıldığımız için gizli tarihimiz yüzümüze vurulunca huysuzlanıyoruz, delleniyoruz... önce şaşırıyoruz tabii, nereden çıktı bu? birdenbire ayılınca apıştık kaldık, meğerse başımızda bir kürt meselesi, bir ermeni meselesi varmış da haberimiz yokmuş! bize söylenmemiş, öğretilmemiş, hatırlatmaya kalkanın anası ağlatılmış...
ernest renan’ın o cümlesini okuyunca herşey açıklığa kavuştu.
demiş ki: “bir millet ancak geçmişi çarpıtılarak oluşturabilir. geçmişini çarpıtmadan bir millet oluşturmak mümkün değildir.”
hah, işte şimdi her şey yerli yerine oturdu

#3 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 20:22

ROPÖRTAJLAR
"TARİHİ GEÇMİŞ OLARAK DEÐİL, GELECEÐİMİZ OLARAK GÖRÜYORUM. "
Prof. Dr. Yusuf HALLAÇOÐLU
Türk Tarih Kurumu Başkanı

(…)
PANORAMA: Son olarak Türkiye hep tarihten gelen dış politika sorunları ile mücadele etmek durumunda kalıyor. Türkiye tarihiyle, Osmanlı mirasıyla barışık mı? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Y. HALAÇOÐLU: Bence pek küs değil, tarihini pek fazla bilmiyor gibi geliyor bana. Çünkü tarihi bilmek demek 1878’de Kıbrıs’ın İngilizler tarafından işgal edildiğini bilmek veya Türkiye Cumhuriyeti’nin ne zaman kurulduğunu bilmek değildir. Dünya konjonktürü içerisinde ele aldığınızda hangi şartlarda Türkiye’nin konumunu, diğer ülkelerle olan ilişkilerini, nasıl bir ilişki çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkabildiğini, Ortadoğu ilişkilerini, o bölgenin elimizden çıkışını ve bölgeyle ilgili Batı dünyasının politikalarını veya stratejilerini, bizim stratejilerimizin ne olması gerektiğini, Kafkasları, Balkanları vs... Asıl tarih kronolojik bilgi değildir, bunun arka planıdır. Türkiye tarihi ile barışık mı, değil mi diye çok soruyorlar. Bazı sivil toplum örgütlerinde de şöyle sözler ön plana çıkarılabiliyor, mesela Türkiye resmi tarihin dışına çıkamıyor, resmi tarih öğretiliyor şeklinde ve özellikle lise ve ilköğretim okullarındaki tarih kitapları kastediliyor. Aslında resmi tarih vs. gibi konular bana göre bir söylemden ibarettir çünkü bütün dünyada ders kitapları belli bir standartta verilir, farklı verilmez. Fransa’daki tarih kitabına baktığınızda Türkiye’dekinden fazla farkı yoktur. Herkes kendi milli hasletlerini, özelliklerini kendi gençlerine öğretmek ister ve bunu hassas hale getirmeye çalışır, bütün dünyada böyledir. Bunu söyleyenlerin Batılı devletlerin tarih kitaplarına bakmamalarından kaynaklanıyor. Ben resmi tarihi o safhasıyla kabul etmiyorum ancak özellikle bizim gibi kuruluşların yaptıkları tarih araştırmalarında da bazılarında yanlışlıklar görebiliyorsunuz, mesela onlar da ideolojik tarih yazıyor. Eğer ideolojiye saplanıyorsanız o bilim olmaktan çıkıyor, biraz hikayeye dönüyor. Özellikle bunu popüler tarihte fazlalıkla görebiliyorsunuz, bir de ideolojik tarihte görebiliyorsunuz. Eğer siz ideolojinizi yazdığınız kitaba da yansıtıyorsanız, o artık bilimsel olmaktan çıkıp objektif tarihçilikten ayrılıyor. Bütün mesele aslında tarihte objektif araştırma yapabilme yeteneğine sahip olmaktır. Objektiflik nasıl olabilir? Önce %100 objektif olabilir misiniz? Hayır, bunu peşinen hiç kimse yapamaz. Ama %90 objektif iseniz çok önemli bir yüzdeye ulaştınız demektir ve tarihi çok güzel ortaya koyabilirsiniz. Bu çerçevede konuyu değerlendirdiğimizde Türkiye’de tarihin algılanışında büyük bir değişikliğe ihtiyaç var. İkincisi devlet adamlarının, devleti yönetenlerin, ki Atatürk’ten sonra bunu pek fazla göremiyoruz, tarihçilerle yakın temas halinde olmalı gerekir. Herkesin tarih bilmesi de gerekmez, bilemez. Diyelim ki bir başbakan tarihi bütünüyle bilebilir mi? Hayır. Burada önemli olan nasıl teknik danışmanlar alınıyorsa, tarih ve uluslararası ilişkiler danışmanlarından meydana gelen bir ekibe de sahip olmaktır. Bu neyi kazandırır? Diyelim ki Kıbrıs meselesi olur, Irak meselesi olur, Yunanistan, Ege Adaları, Kafkasya meselesi olur. Bu konularda bu kişiler derhal o konularda geçmişe yönelik, sağlam verilere dayalı raporlar hazırlayabilirler ve ülke kendisini ona göre değerlendirir. Mesela ABD, Ortadoğu politikalarında kesinlikle tarihe müracaat ediyor. Bunu nereden biliyoruz, Osmanlı arşivine gittiğimiz zaman Amerikan bilim adamlarının hangi konularda ve kaç adet araştırma yaptıklarını çıkarabiliyorsunuz çünkü bu bilgiler bilgisayara kaydediliyor. Hangi bilgileri gördüler, fotokopilerini aldılar, bunların hepsi Osmanlı arşivinde var. Bütün dünya ülkelerine göre kıyaslarsanız, Amerika’dan sonra en fazla araştırma yapan Japonlardır. Japonlarda yılda 174 bilim adamı araştırma yapıyor. Buna karşılık Amerika’daki rakam 600 civarında. Bu çerçeveden değerlendirirseniz Amerika’nın tarihe verdiği önemi ve bu bölgeye karşı yürüttüğü strateji veya politikalarda bölgenin geçmişinin veya sosyolojik araştırmasının ne kadar önemli olduğunu görebiliyorsunuz. Amerika’nın Irak işgali ile ilgili konuya baktığınız zaman, bakıyoruz Osmanlı arşivinde bundan beş sene öncesinde bu konuyu araştırmaya başlamışlar. Aslında ülkelerin ne yapacaklarını onların araştırmalarından da anlayabilirsiniz. Mesela 1914’te Birinci Dünya Savaşı yeni başlarken Ortadoğu ile ilgili yeni haritalar çizmişler ve bugün Irak işgali ile bu haritaları karşılaştırdığınızda ne yapmak istediklerini görebiliyorsunuz. İşte tarih budur, bunu araştırabilmek, bilmek bu şekilde olur. Uluslararası ilişkiler dediğiniz şey de ancak bu birikimle doğru yere götürülür, bu yüzden tarih bu kadar çok önemlidir.
PANORAMA: Sayın Halaçoğlu verdiğiniz bilgiler ve değerlendirmeleriniz için çok teşekkür ederiz.
Y. HALAÇOÐLU: Ben teşekkür ederim.
-----------------------------------------------------
* Bu söyleşi 22 Nisan 2004 tarihinde Türk Tarih Kurumu’nda gerçekleştirilmiştir.
http://www.ermenisor...coglu_2004.html

#4 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 20:29

Fikret Başkaya
16 Şubat 2006 -

“Eğer nereden gelindiği bilinmiyorsa, nereye gidildiği de bilinmez”
Afrika atasözü
Resmi tarih, hakim sınıfların bilinmesini isteği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza–ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir Fakat, resmi tarih oluşturmak bir başına amaç değildir. Asıl amaç ‘resmi ideoloji’ oluşturmaktır. Velhasıl, resmi ideoloji oluşturmak için resmi tarih oluşturmak, resmi tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin [kollektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün oluyor.
(…) Bir birey için geçerli olan bu durum, toplum için de aynı şekilde geçerlidir. Hakim sınıflar binlerce yıllık tecrübelerinden biliyoryar ki, toplumun geçmişine hakim olmadan bu gününe ve geleceğine hakim olmak mümkün değildir. İşte, toplumun hafıza [bellek] kaybına uğratılma gereği böyle bir ihtiyaçtan doğuyor. Bu iş de düzen tarafından yere göğe sığdırılmayan anlı-şanlı tarihçiler, saray uleması ve/veya akademik statünün gardiyanları tarafından gerçekleştiriliyor. Sömürü düzeni tarihçisini ve tarih eğitimini boşuna önemsemiyor. Okullarda okutulan tarih her zaman ‘kaybedenlerin’ değil, kazanların, kitlelerin değil komutanların, kıralların, padişahların, imparatorların, ulu önderlerin yazdıkları, yazdırdıkları tarihtir. Öyle bir tarih ki, orada tarihin asıl yapıcıları, gerçek özneleri olan geniş halk kitlelerininin esâmesi okunmaz… Savaşı kazanan, vatanı kurtaran, her zaman ulu hakandır, şanlı kraldır, padişahımız efendimizdir, ulu önderimizdir. Velhasıl tarihi yapan kitleler değil ‘kahramanlardır’. Üzerinde yaşadığımız ülke bize ‘ulu önderin’ bir lütfudur… Bizi sadece düşmandan kurtarmakla kalmamış, bir de vatan bağışlamıştır, eğer ulu önderimiz olmasa vatanımız da olmazdı, biz de olmazdık… Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan şunları söyler: “Tanrı buyurduğu için, ben çalışıp kazandığım için Türk halkı da öylece kazanmış oldu şüphesiz. Ben erkek kardeşimle beraber bu kadar önderlik edip çalışmasa ve muvaffak olmasa idim, Türk halkı ölecek idi, yok olacak idi” .
(…)
Geleceği kurmak için ‘tarihten ders çıkarmak’, bu amaçla da tarihi öğrenmek gerektiği söylenir Oysa asıl amaç tam da bunun tersini yapmakla ilgilidir. Egemen sınıflar toplumun geleceğini karartmak için geçmişini karatmak durumundadırlar. Tarih eğitiminin amacı insanların [özelikle de genç nesillerin] geçmişleriyle, tarihleriyle, atalarıyla gurur duymasını sağlamaktır. Geçmişle gurur duymak için de geçmiş şanlı olmalıdır. İşte devlet tarihçisi bu aşamada devreye girer ve şanlı bir geçmiş imalatına girişir. Fakat, tarihçinin misyonunu gerçekleştirebilmesi için önce tarihin bir uzmanlık alanı, tarihçinin de ‘toplumsal hafıza uzmanı’, bilminden sual olmaz otorite sayılması gerekir. Aslında bu, bir tür seçme, ayıklama, yok sayma, velhasıl temizlik operasyonudur. Tarihçi utanılacak ne varsa yok sayar, üstünden atlar, ‘geçmişin kirlerini temizler’, boş kareleri doldurur… Şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan sadece gurur duyulacak bir geçmiş yaratmak değildir. Şanlı geçmiş bu gün yaşanan kötülükleri unutturma işlevi de görür. Fakat bellek [hafıza] kaybı yaratmaktan amaç bununla da sınırlı değildir. Böylece iktidar sahipleri [büyük gaspçılar ve şürekâsı], sadece ayrıcaklıklı konumlarını güvence altına almış olmazlar, işledikleri insanlık suçlarının, katliamların, kıyıcılığın ve zulmün hesabının sorulmasını da engellemeyi amaçlarlar. Hafıza kaybı yaratma amacı gerçekleştiğinde egemen sınıflar masumiyetlerini de kanıtlamış olurlar… Dolayısıyla resmi tarih zalimlerin zulmünün cezasız kalmasını sağlar, bir tür berat ettiricidir, Ermeni sorununa dair bağnaz ‘resmi refleks“ İttihatçıların işlediği insanlık suçunun hatırlanmasını engellemek içindir. Eğer bu vesileyle yalanlardan biri deşifre edilir, açığa çıkarsa, başka yalanların da çorap söküğü gibi ortalığa dökülme riski vardır ki, böyle bir şey büyük gaspçıların ve ideolojik uşaklarının korkulu rüyasıdır.
Siyasetçiler, devlet adamları ve sözcüleri sık sık “tarih tarihçilere bırakılmalıdır” derler. Aslında bununla “tarih benim tarihçilerimden başkasına bırakılamaz” demek isterler… Bu yüzden toplumsal bellek alanı [toplum hafızası densin], önemli bir ideolojik mücadele alanı, dolayısıyla sınıf mücadelesini angaje eden birşeydir. Resmi tarih [ve ona dayanan resmi ideoloji de] yalana, tahrifata yok saymaya, adıyla çağırmamaya [sözde Ermeni soykırımı” gibi], tabulaştırmaya, kişi kültüne [Mustafa Kemalin putlaştırılması] vb. dayandığı için, mantikî, etik, bilimsel iç tutarlılıktan yoksun, inandıcılığı şüpheli, son derece kırılgan bir tarih versiyonudur. Son dönemde efsane ürecilerinin yeniden arzı-endam etmesi [Şu Çılgın Türkler” ve bezeri zorlamalar] tam da söyediğim durumla ilgilidir… Bu yüzden resmi tarihin sadece tarihçiler, akademik statünün gardiyanları tarafından savunulması mümkün değildir. Resmi tarih yasalar, mahkemeler tarafından da korunmaya muhtaçtır. Herhangi biri ‘resmi tarihi’ teşhir edip, ‘gerçek tarihe’ ulaşmaya kalkar, “mayınlı alana girer’, rejimin tabularına dokunursa, karşısında sadece devlet tarihçisini, ‘zihin gardiyanlarını’ bulmaz, polisi, savcıyı, yargıcı, nihayet hapisaneyi de bulur… Durum böyleyken, devlet tarihçisinin rejim tarafından ödüllendirilmesi, tarafsız bilimin timsali sayılması, burjuva düzeninin bir ironisidir… Elbette bu, resmi tarihe karşı çıkıp “başka”, “farklı” bir tarih versiyonu oluşturmayı amaçlayanın yazdığı tarihin mutlaka gerçek tarih olduğu anlamına gelmez. Asla böylesi bir kesinlik söz konusu değildir . Devlet tarihçisi [resmî terihçi] değil, öyleyse söylediği muteberdir diye bir kural yoktur ve olmamalıdır. Bu resmi tarihe karşı çıkan, resmi tarihi teşhir etme niyeti taşıyan tarihçinin, sadece yöntem üstünlüğüne sahip olduğu anlamına gelir. Yalanın karşısında durmak, geçmişe ezilen, sömürülen sınıflar, gerçeğe ihtiyacı olan ‘asıl tarih yapıcılar’, tarafından bakmak, asıl misyonu yalan üretmek olan ‘devlet tarihçisine’ göre ‘gerçeği yakalamak bakımından daha avantajlı durumda olmaktır. Dolayısıyla, resmi tarihe karşı çıkanın bilimsel yetkinliğe sahibolması, bilimsel ögelerin diyalektik bütünlüğünü yakalaması, kendinden beklenen yüksekliğe çıkabilmesi gerekir.
Genel bir çerçevede geçerli olan durum, Türkiye söz konusu olduğunda daha da belirgindir. Böylesine köşeli, bağnaz bir resmi tarih versiyonu oluşturup, genç nesillerin zihnini yalanla dordurmanın nedeni, iktidar sahiplerinin meşruiyet sorunuyla ilgilidir. Egemen sınıfın egemenliği sadece zora, çıplak şiddete dayanarak sürdürülemez. Kaba kuvvet, çıplak şiddet, iktidar olmayı sağlasa da, iktidarın kalıcı olabilmesi için ideolojik egemenlik [gönüllü kabullenme] gereklidir. Fakat, insanların [toplumun] bilincine nüfûz edebilme yeteğine sahip bir egemen ideoloji, sadece lafla, nutukla, kahramanlık ayinleriyle, bıktırıcı törenlerle, marşlarla, şanlı geçmiş masallarıyla, düşmanı denize dökme edebiyatıyla, vb. mümkün olmaz. Kitlelerin bilincine nüfuz edecek, yanılsama yaratacak ideoloji bile bir maddi arka planı varsayar. Velhasıl kitlelerin ‘yeni düzenin’ durumlarını iyileştireceğine inanmaları, ikna olmaları gerekir. İkna olmaları için de maddi dünyada asgari düzeyde de olsa birşeylerin değişmesi, gerçekleşmesi gerekir.
İşte bir darbeyle Cumhuriyeti kuran İttihatçı kliğin maddi dünyada kitlelere teklif edeceği fazla birşeyin olmaması, onların egemen ideoloji üretme yeteneklerini zaafa uğratıyordu. Gönüllü kabullenme anlamında bir egemen idieoji oluşturmanın mümkün olmadığı koşullarda, bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya mecburdular. Resmi ideoloji de ancak resmi tarihe dayandırılabilirdi ve öyle oldu. Mustafa Kemal kliğinin bir darbeyle kurduğu Cumhuriyet, emekçi halk çoğunluğunun yaşam koşullarını iyileştirici birşeyler teklif etme yeteneğine sahip değildi. Bir kere Cumhuriyet [ zaten gücü ve etkinliği kalmamış Halife Sultanın sahneden çekilmesi dışında] hiçbir köklü yenilik içermiyordu. Sadece gaspçıların sömürü, yağma ve talanı güvence altına alınmıştı. Gaspçıların durumu da emekçi çoğunluk aleyhine güvence altına alınabildiğine göre, kemalist kliğin önderliğindeki bürokrat, toprak ağası, komprador burjuvazi ittifakı, kitlelerin bilincine nüfûz edecek bir egemen ideoloji oluşturamazdı. İşte maddi plandaki bu zaaf, ideoloji dünyasına daha çok yaslanarak telafi edilmeye çalışılınca, ortaya garip bir resmi tarih ve resmi ideoloji versiyonu çıktı. Eğer 1923 ten sonra toprak ağalarına ve hazineye ait topraklar yoksul ve topraksız köylülere dağıtılsaydı, küçük çiftçilere kredi ve tarımsal girdi kolaylıkları sağlanabilseydi, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirici bazı düzenlemeler yapılsaydı, devlet-toplum yabancılaşmasını hafifletici kimi yöntem ve araçlar devreye sokulabilseydi, sınırlı da olsa halk iradesinin tecellisinin yolu açılabilseydi, vb. yukarda söylediğim ‘maddi geri plan‘ kısmen de olsa gerçekleşmiş olabilirdi. [Hakim sınıf ittifakınını yapısı vekonumu böyle bir açılama engeldi]. Tam tersi gündeme geldi, toprak ağalarının toprakları 1923 sonrasında daha da genişledi… Devlet-toplum yabancılaşması derinleşti, her türlü demokratik açılımın önü kesildi… Bağnaz diktarörlüğün ideolojik alanı önemsemesinin, tarihi tahrif etmek ve yeni bir tarih versiyonu oluşturmak için Türk tarih tezi, Türk dil tezi gibi gülünç çabalar ve zorlamalar içine girmesi, yeni olduğunu söyleyen iktidarın kitlelere teklif edecek yeni birşeyi olmamasıyla ilgiliydi. Kendisi eski olan yeni birşey teklif edebilir miydi? Bu yüzden Türkiye’deki rejim her zaman ideolojik alanı önemsemiştir.
Okullarda okutan tarih gerçeğin tarihi olmaktan çok ideolojik bir kurgudur. Genel bir çerçevede de CHF [Cumhuriyet Halk Fırkası] kongresinde Mustafa Kemal’in sunduğu Büyük Nutuk’a dayanıyor. Bir ülkenin tarihi sadece bir siyasi şahsiyetin hikaye ettiğine dayandırıla bilir mi? Mustafa Kemal’in yapılan herşeyi kendisine mal etmesi ve olayları öyle hikaye etmesi işin doğası gereğidir. Bir kere Nutukta anlatılanlarla gerçekte yaşanlar arasında bariz uyumusuzluk var. İkincisi, yakın tarih yazılırken ekseri Birinci emperyalistler arası savaş yok sayılıyor. Aslında emperyalist savaş atlanarak, geçiştirilerek yazılan tarihin bir kiymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Aynı şekilde 1908 de geçiştiriliyor. Oysa, asıl kırılma noktası resmi tarihin ısrarla ileri sürdüğü gibi 1923 değil, 1908’dir. Daha önce başka yerde yazdığım gibi [Yediyüz-Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi] 1923 sonrasında kurulan rejim ‘İkinci İttihatçı rejiminden başka birşey değildi. Üçüncüsü de, kişi kültü yaratmayı, kişiye tapınmayı marifet sayan bir tarih anlayışı, modernite sonrası dönemin toplumuna yakışmaz… Fakat Türkiyenin tarihinde ve o tarihin hiçbir döneminde bir modernite devrimimin ve aydınlanmanın yaşanmamış olması, hâlâ kişi kültünü sürdürmeyi mümkün kılıyor. Gerçek durum böyledir ama Cumhuriyet modernitenin ve aydınlanmanın timsâli sayılıyor… Bu durum Türkiye’deki bilimsel-entellektüel azgelişmişliğin rahatsız edici bir göstergesidir ve bilimsel-entellektüel azgelişmişlikle resmi tarih ve resmi ideoloji birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretiyor.
İradi olarak geçmişi yok saymak mümkündür ama geçmişi yok etmek mümkün değildir. Resmi tarihin yok saydığı, yok etmek için onca çaba harcadğı gerçeklerin aradan onca zaman geçmesine rağmen, öcünü alırcasına ve inatla gündemdeki yerini alması bu yüzdendir. Geçmiş bu günkü zamanda bizde varolmaya. bizimle yaşamaya devam ediyor. Tarih sağır ve dilsiz değildir, duyup söylemeye devam ediyor ve edecek ama bu kendiliğinden olacak birşey değildir. Eğer tarihimize sahip çıkarsak, yalancıları, tahrifatçıları, efsane ve tabu imalatçılarını teşhir edebilirsek, tarih bizi özgürleştirecektir. Bu yüzden ünlü İngiliz tarihçisi Martin Bernal’in dediği gibi: “Tarih tarihçilere, akademik statünün gardiyanlarına bırakılmayacak kadar önemlidir.”

#5 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 20:42

Atatürk’e nasıl bakmak
Mete Tunçay
Prof. Dr., Bilgi Üniv. Tarih Bölümü Başkanı

Ankara’da, Gençlik Parkı’nın Opera yanındaki girişinde, ışıklı bir Atatürk portresinin altında şöyle yazılı: “Atatürkçülük; Atatürk’ün yolunda ondan daha ileri gitmektir.”

Bazı kimseler bu sözün kendisini fazla “ileriye gitmek” sayadursunlar, Atatürk’ün anısını saygıyla korumak istiyorsak, yapabileceğimiz tek şey budur. O da, “yolu”nu, “izlediği yöntem” diye değil “gösterdiği hedef” diye anlamak koşuluyla! Gerçekten, Atatürkçülüğün özü, “çağdaş uygarlık düzeyine erişme” hedefinde bulunmak gerekir. Yoksa, halka rağmen, biçimsel Batılı değerleri topluma benimsetme çabalarının –bir aydın azınlığı dışında- başarılı olamadığı besbelli değil mi?

Tek-parti yönetimini, milletvekillerinin bir tek-seçici tarafından atanmasını, iki-dereceli (ilk derecesinde çok düşük katılmalı), açık oylamalı, gizli saymalı seçimler, göstermelik kurumları, eğitim ve kültürün propaganda aracı kılınmasını, tarihte ve dilde girişilen Turancı sözde-fetihleri, basında sansürü aşan, hiç yazdırmamaları ya da yalnız dilediğini yazdırmaları ve Atatürk döneminin daha birçok özelliklerini bugün için savunma olanağı var mıdır?

Resmi tarih ve tarihin resmi
Avni Özgürel
Gazeteci-Yazar

Ernest Renan, “Millet olmanın birinci şartı tarihi çarptırmaktır” diyor… İlk bakışta bu sözü elimizin tersiyle itmek, reddetmek kolay gibi gelir. Ama ulusal toplulukların gerçeğine baktığımızda bunu yapmanın o kadar da kolay olmadığını görürüz.

Piyasada Pakistan’ın 5000 Yıllık Tarihi diye bir kitap var. Oysa hepimiz biliyoruz ki, 1947’ye kadar değil Pakistan diye ülke/devlet, Pakistan kelimesi bile yoktu. Keza Japonya’da okul çocukları bu ülkenin II. Dünya Savaşı sırasında Çin’in Mançurya bölgesinde gerçekleştirdiği katliamdan habersiz, o askeri harekatı ‘Japonya’nın Çin halkına yardım girişimi’ olarak yetişiyorlar. Bir başka örnek yanı başımızdaki Sırbistan… Bosna’da gerçekleşen soykırımın onların gözündeki gerekçesi 1389’da Kosova’da Osmanlı Padişahı 1. Murad karşısında uğradıkları yenilgi…

Örnekleri çoğaltmak mümkün.. Türkiye’nin yakın tarihten misal vermek gerekirse I. İnönü Savaşı’nın askeri açıdan harp değil ‘keşif harekâtı’ sayılması gerektiğini söyleyebiliriz. Bizde itirazla karşılanan ve gerçeği yansıtmadığı manasında ‘Resmi Tarih’ diye isimlendirdiğimiz yaklaşımın kaynağı Atatürk’ün 1927’de Büyük Millet Meclisi’nde okuduğu ve ‘Nutuk’ adı altında yayınlanan belgedir Nutuk konusunda sanırım en doğru teşhisi rahmetli İsmet İnönü yapıyor. İkinci Adam kitabını yazarken ‘Paşa’yla hayli yakın çalışan Şevket Süreyya Aydemir ona Nutuk’ta yer alan ifadeleri araştırdığında zikredilen bazı olaylar konusunda zihninde tereddüt doğuran farklı durumlar olduğu hissine kapıldığını söylediğinde İnönü, “ Nutuk tarihi değil siyasi bir belgedir” cevabını veriyor. Bunun manası açık. Nutuk, Milli Mücadele’nin bitmesi ve tüm rakiplerin tasfiye edilmesinden sonra, Cumhuriyet’in kurumsal açıdan inşa sürecinde, yakın geçmişe dair olayların mahiyeti konusunda gerçek ne olursa olsun Atatürk’ün ‘nasıl bilinmesini istiyorsa onu söylediği’ bir belge.

Osmanlı tarihine yeniden bakmak
Erhan Afyoncu
Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniv. Tarih Bölümü

Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi bugün henüz yeterince anlaşılamamış ve meseleleri izah edilememiş durumdadır. Osmanlı tarihinin anlaşılabilmesinin önündeki engellerden birisi, kişi veya grupların günümüzdeki meselelerini çözebilmek için tarihte referans aramaları ve inanç alanları çerçevesinde tarihi hadiselere bakmalarıdır. Modern kavram ve kurumları tarihte aramaya kalkmak ve olmayacak benzetmelerle bulmak veya bulunmadığı için Osmanlı İmparatorluğu’nu tenkit etmek son derece hatalı bir davranıştır. Yine tarihteki hadise ve kurumları günümüzün mantığı açısından değerlendirmeye çalışmak da, aynı şekilde yanlış bir hareket olmaktadır. Geçmişe ait bir kurum veya hadisenin, o günün mantığına göre normal olabileceği düşünülmediğinden, bazı kişiler akılları sıra bunları temize çıkarmak için tarihi tahrif etmektedirler. Bu tarzların her ikisi de tarihin anlaşılmasını tamamen önlemektedir.

Tarih ve Yanlış Genellemeler

Tarih, test edilme imkânı olmayan bir bilim olduğu için, tarih araştırmalarının bilimsel bir temele oturması, tarihçinin metot bilgisi ve tarihi verileri tenkit süzgecinden geçirmesine bağlıdır.

Osmanlı tarihine övmek veya karalamak için bakanların aslında bilimsel anlamda birbirlerinden farkları yoktur. Baştan iyi veya kötü diye nitelendirdikleri olayları, kişileri, düşündükleri kalıp içerisinde göstermek için tarihten delil toplarlar ve bunları analiz etmeden teorilerine dayanak yaparlar. Bir hadise hakkında gösterilen binlerce delil, onun kesin ve genel doğru olduğunu veya olmadığını göstermez. Binlerce örnekle yapılacak genellemeler her zaman aksi bir örnekle yanlışlanabilir. Karl Popper’in geliştirdiği bilim metoduna göre, bir teoriyi doğrulayacak veriler kadar, yanlışlayabilecek veri ve süreçlerin de dikkate alınması gerekir. Ancak sabit fikirle ve ideolojik olarak hareket edenler buna dikkat etmezler. Kafalarındaki şablonu ortaya koyup, daha sonra buna uyacak verileri alt alta sıralarlar.

Bir resmi tarih metni olarak Nutuk
Mustafa Armağan
Yazar

Bizde ‘resmi tarih’ denilince akan sular durur. Hayır, kimsenin resmi tarihe itiraz etmediği anlamında değil sözünü ettiğim durma. Resmi tarihin mutlaka yanlı ve yanlış, düzmece, uydurma bir tarih olduğu noktasındaki pek yaygın bir mutabakattan söz ediyorum. Bu mutabakat o derece yaygındır ki, bir konuda muhalefetin bu çapta yaygın oluşu, ondan kuşkulanmamız için yeterli sebebi teşkil etmektedir. Bir kere gayri resmilik kisvesine büründürdünüz mü kaleminizi, bu defa tersinden bir tür dokunulmazlık ve ulaşılmazlık payesi kazanıyor, ondan sonra ‘ne’ söylediğinizin önemi neredeyse kalmıyor. İsterseniz içerisinde ‘resmi’ tezlerin şu değil de bu varyantını savunun, önemli değil. Resmi diye nitelediğiniz bir görüşe karşı çıkın, yeter.

Bu tür resmi menşeli gayri resmi tarih çalışmalarına, Baskın Oran’ın Atatürk Milliyetçiliği: Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme adlı kitabı örnek olarak verilebilir. Kitabında kendisini “resmi olmayan tarihçi” olarak tanımlayan Baskın Oran, 1923 yılında, daha Lozan görüşmeleri devam ederken gündeme gelen, Amerikalı bir şirkete Türkiye’de 4,300 kilometrelik bir demiryolu ağı kurup işletme ve bu ağın 40 kilometre civarındaki alanları 99 yıllığına şirkete bırakma anlaşması için şu resmi tarih bahanesini gözünü kırpmadan tekrarlayabilmiştir: Böylesine bir savaş sonrası ortamda Mustafa Kemal, 99 yıl sonra torunlarına veya memleket evlatlarına güzel bir demiryolu bırakmak istemiş ve/veya bu fırsatı da, Lozan’da diğer emperyalist ülkelere karşı pazarlık kozu olarak değerlendirmeyi düşünmüştür.

http://www.karizmade...com/index25.php

Bu mesaj babuna tarafından düzenlendi. Düzenleme zamanı: 09.03.2007 - 21:06


#6 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 20:44

Sabancı Üniv. Öğr. Üyesi Doç. Dr. Halil Berktay ile Türkiye’de ve Dünyada Resmi Tarih üzerine
Türkiye’de Resmi Tarih En Fazla İnkılap Tarihi ve Milli Güvenlik Alanında Hüküm Sürüyor

Bir resmî tarih, bir de gayri resmî tarih var. Resmî tarih diye bize okullarda öğretilen bilgiler ne kadar doğru, ne kadar yanlış; bilmiyoruz. Devletler neden resmî tarih yazmaya ihtiyaç duyarlar?

Türkiye'de "resmî tarih" kavramı ve ibaresi, biraz rasgele, fazla uluorta kullanılıyor. Bana göre, biraz fazla gevşek tanımlanıyor, dolayısıyla da alanı ister istemez genişliyor; dar anlamda resmî tarih denemeyecek (ama belki daha geniş mânâda milliyetçi tarih sayılabilecek) pek çok şeyi kapsamaya zorlanıyor. Onun için, öncelikle resmî tarih nedir (ve ne değildir), onu açmalıyız. Resmî tarih nedir? Bir; Türkiye’de ne ölçüde ve hangi alanları kucaklayan bir resmî tarih var? İki; doğrudan doğruya Türkiye’deki durumun detaylarına girmeden önce, bir genel perspektiften başlamak lâzım. Dünya tarihinde -- Avrupa’da, sair Batı ülkelerinde, komünist rejimlerde, azgelişmiş ülkelerde (veya üçüncü dünyada), resmî tarih kavramı ve uygulaması, geçmişte ve bugün, nereye oturuyor/du? Şöyle soralım isterseniz: Resmî tarihin kendi tarihselliği ve coğrafyası nedir? Bunu konuşarak başlamanın daha faydalı olacağını düşünüyorum.

Benim amacım esas olarak modern toplumlarda resmî tarih üzerinde durmak. Çünkü resmî olmayan bir tarih olasılığını da, aynı anda resmî tarihe yeni ve özel bir ihtiyacı da, dolayısıyla resmî tarihin yeniden tanımlanmasını da, modernitenin, daha somut olarak modern ulus-devletlerin gelişimi yaratıyor. Onun için, önce modernite öncesi toplumlara kısaca değinip bunları bir yana koymak, meseleyi daha iyi anlamamızı sağlayacak.

Modernite öncesinde, Eski Yunan ve Roma'yı bir yana bırakırsak, sonuç olarak sadece elitlerinin okuryazar olduğu rütbe ve mertebe toplumları ile yüz yüzeyiz. Bağımlı köylü kitleleri üzerinde yükselen, hanedan devletleriyle yönetilen, şu veya bu şekilde bir fiyef sistemine ihtiyaç duyan geleneksel tarım toplumları, uygarlık tarihinin büyük kısmını kaplıyor. Avrupa Ortaçağı’nda olduğu gibi, (a) soylular, (B) ruhban sınıfı ve © üçüncü sınıf (the Third Estate) denilen geniş kesim. Keza Osmanlı toplumuna baktığımızda, (a) askerî sınıf ve (B) reaya diye bir ayrım. Tabii bunları daha fazla detaylandırmak da mümkün… Benzer sosyal yapılar, erkân, mertebeler veya imtiyazlı sınıf şekillenmeleri, İran'a, Hindistan'a, Çin’e, Güneydoğu Asya’ya gittiğinizde de görülüyor. Hatta bazı yerlerde, olabilecek en sert biçimde, tamamen kapalı kastlara rastlanmakta. Bu örneklerde, sadece elitlerin okuryazar olmasıyla da birleştirirsek, büyük ölçüde matbuat öncesi ya da matbaa girmiş olsa bile basılı eserlerin dolaşımının hâlâ çok sınırlı kaldığı bu tür toplumlarda, kamusal alan yok veya çok dar. Türkiye'de kamusal alan da çok yanlış anlaşılıp, devletin alanı ile özdeşleştirildiğinden, hemen ekleyeyim ki, kamusal alan derken, bunu Sayın Cumhurbaşkanı Sezer'in anlamında değil, Habermas anlamında kullanıyor; bireylerin birey olmakta, birey olarak davranmakta özgür oldukları devlet-dışı alanı kastediyorum. İşte, bugün sivil toplum alanı da dediğimiz şey yok veya çok sınırlı, sözünü ettiğim tür modernite öncesi toplumlarda. Bu da resmî tarihe, kendine özgü bir biçimlenme bahşediyor.

Kamusal alanın doğup gelişmesi, nasıl bir fark yaratıyor?

Şimdi, şöyle bir karşılaştırma yapalım. Günümüzde, örneğin Türkiye’de, tarih ve tarihçilik alanı, tarih söylemleri alanı, muazzam bir alandır aslında. En dar ve içsel olandan dışarıdaki en geniş ve en belirsizine kadar peşpeşe sıralanan dört beş halkadan oluşur. Bunlar tabii birbirine temas eden, yer yer örtüşen, ama gene de biraz dikkatle ayrıştırılabilecek halkalardır. (1) Bir kere, belirli konularda resmî doktrin ve resmî anlatım boyutu gerçekten var, yani doğrudan doğruya devletin resmî tarih doktrini üreten merkezleri söz konusu. (2) İkincisi, gerek bu ilk halkadan beslenerek, gerekse aşağıda sözünü edeceğim üçüncü, dördüncü, beşinci halkalardan beslenerek, resmî değilse bile egemen tarih anlayışını müfredata ve ders kitaplarına yansıtan bir halka var: Sanayi teknolojisine dayalı ulus-devletlerin kurduğu yaygın okullaşma sistemlerinin bizdeki örneği olan Millî Eğitim Bakanlığı. (3) Üçüncü bir halka olarak, üniversiteler, yani yüksek öğrenimde tarih öğretimi, daha doğrusu tarih öğretim tarzları diyebileceğimiz alan. Biraz daha gevşek, biraz daha özgür… Yeri gelmişken belirtelim: Batıda tamamen özgür de, bizde tamamen özgür değil. Prensip olarak, tabii bilim özgürlüğü ve üniversite özerkliği deniyor da, pratikte bu, çeşitli biçimlerde denetim altında tutulmak isteniyor, yakın zamanda "Osmanlı Ermenileri" konferansı sürecinde çok net görüldüğü gibi. Faraza bir devlet üniversitesi dendiğinde, bu, öncelikle devlet midir, yoksa öncelikle üniversite midir, kafalar bu konuda çok net değil hâlâ. Geçelim. (4) Dördüncü bir halka olarak, büyük çoğunluğu üniversitelerde hoca da olan profesyonel tarihçilerin bireysel araştırma ve yayın faaliyetleri var; yazdıkları kitaplar, yayınladıkları makalelerle. (5) Bunun dışında da genel ve özel medyasıyla çok geniş bir popüler tarihçilik alanı uzanıyor. Dergileri, romanları, tefrikalarıyla… Bir zamanlar Abdullah Ziya Kozanoğlu daha çok Orta Asya bozkır imparatorluklarını, gene Kozanoğlu ile birlikte daha çok Feridun Fazıl Tülbentçi ve benzerleri ise Osmanlıları romantize ederlerdi. Günümüzde bu hamasî vülgarizasyonun odağında Çılgın Türkler modası yer alıyor. Eskiden Resimli Tarih gibi mecmualar vardı; şimdiyse en milliyetçisinden en evrenselcisine, Tarih ve Medeniyet, Popüler Tarih, Tarih ve Toplum, Toplumsal Tarih gibi dergilere rastlıyoruz. Amatör tarihçiliğin bazı iyi, ciddi, mütevazı örneklerini herhalde dördüncü kuşağa, buna karşılık kötülüğü ölçüsünde kibirli ve saldırgan bazı örneklerini ise beşinci kuşağa mı yerleştirmek lâzım? Şu anda aklıma geldi; günlük gazetelerde, eskiden hem pehlivan tefrikaları, hem tarz olarak bunlara benzeyen çizgi romanlar yayınlanırdı ya, Karaoğlan, Malkoçoğlu, Fatih'in Fedaisi Kara Murat gibi. Bunlar neredeyse yok oldu, ama benzer bir kitsch'i, faraza Hürriyet gazetesinde Murat Bardakçı sürdürüyor. Yani hem bir devamlılık hem bir değişim söz konusu.

Ama asıl önemli olan şu ki, günümüzde modern bir toplumda tarihçilik alanı dediğimizde, görüldüğü gibi, çok büyük, çok karmaşık bir alanda, birbirine eklemlenen, halka halka yayılan en az beş kuşak yer alıyor. Bu açıdan modernite öncesi toplumlara baktığımızda ise, bu kuşakların pek çoğu ile karşılaşmıyoruz. Modern ulus-devletlerin olmadığı bu toplumların, evrensel kucaklayıcılık iddiasındaki eğitim kurum ve sistemleri de yok. Yaygınlaşmış, müfredata bağlanmış, kuralları belli bir ilk ve orta, sonra yükseköğrenim kademeleşmesi gözlenmiyor. Ayrıca bu toplumların pek çoğunda, yalnız ikinci ve üçüncü kuşaklar değil, dördüncü kuşak da nâmevcut veya çok güdük. Haydi, profesyonelliğini bir yana bırakalım, ama birey-tarihçi tipine -- devletten, hanedandan, saltanattan (imparator, kral, hükümdar, padişah, her neyse ondan) ve/ veya kiliseden, ulemadan tamamen bağımsız olarak faaliyet gösteren özerk vatandaş-tarihçi tipine rastlanmıyor.

#7 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 21:00

KAVRAMLAR VE GERÇEKLER*
Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI


(…)

Resmi Tarih

Tarihsel yapıtlar karşısındaki tavrımızın, bunların nesnel ve tarafsız bir anlayışla ve bilimsel dürüstlüğün gerektirdiği bir yaklaşımla yazılıp yazılmadıklarına göre belirlenmesi doğaldır. Buna karşılık, tarihsel çalışmaları, resmi veya gayri resmi olup olmadıklarına dayalı önyargılarla değerlendirmemizin çok yanlış olacağı da açıkça ortadadır.

Resmi kaynaklar ve kamu desteğiyle yürütülmüş pek çok çalışma, tarih alanında değerli bir kaynak oluşturabilir. Buna karşılık, gayri resmi nitelikte olan, ama, taraflı ve subjektif bir yaklaşımın ürünü olan ve bilimsel açıdan fevkalade düzeysiz tarih çalışmaları da olabilmektedir. Atatürk'ün eseri Nutuk resmi tarih belgesi olduğu için bir köşeye mi atılmalıdır? Türkiye'nin devlet üniversitelerinde üretilmiş tarih çalışmalarının tümü, resmi ortamda üretildikleri gerekçesiyle değersiz sayılabilir mi? Buna karşılık, yabancı sermaye fonlarıyla bir takım özel üniversiteler bünyesinde veya üniversiteler dışında üretilmiş bulunan ve yararlandıkları sermaye kaynağının önceliklerine hizmet amacıyla kaleme alınmış yapıtların birer ciddi tarih çalışması sayılmaları mümkün müdür?

İçinde yaşadığımız koşullarda sermayesiz hiç bir şey yapmak mümkün değildir. Sermayesiz bilimsel çalışma da olmaz, tarih çalışması da. Bilimin amacına en uygun sermaye, her şeye rağmen devlet tarafından sağlanabilir. Devlet demokratikleştiği ölçüde, bilimin amaçlarıyla en az çelişen ve bilimsel önceliklere en az gölge düşüren koşulları sağlayabilir. Demokratik ve özerk üniversiteler, bu koşulların sağlanabileceği en uygun ortamı sunarlar ve bu da ancak resmi devlet çabasıyla sağlanabilir.

Bilimsel özgürlük için ve hatta sanatsal özgürlük için gerekli olan, devletin demokratikleşmesidir. Özgürlüğün yolunu, devletin demokratikleşmesi için mücadele etmek yerine, devletten kurtulmakta arayanlar, çoğu kez yağmurdan kaçarken doluya yakalananların durumuna düşerler ve bazan bunun farkını bile varmazlar. Bir süre önce, ülkemize gelmiş olan bir Rus film yapımcısı, Ankara'da verdiği bir konferansta, artık devlet finansmanı olmadan film yaptıkları için özgür olduklarını söylemişti. Finansmanlarının, elde ettiği kara parayı aklamak isteyen Mafya tarafından sağlandığını ve uyuşturucu ve pop müziği gibi konularda artık özgürce film yapabildiklerini rahatça anlatmıştı.

Resmi İdeoloji

Resmi tarih gibi, resmi ideoloji kavramı da bazı gerçeklerin örtülenmesi bakımından çok etkili olmaktadır. İdeolojilerin isimleri vardır. Doğru olan ve sağırlar diyalogunun önleyebilecek olan, neye karşı olduğumuzu ve neden yana olduğumuzu açıkça ve uygun olan ismiyle belirleyerek konuşmaktır.

İnandığımız bir ideoloji, iktidara damgasını vurunca resmi ideoloji olacak ve biz ona karşı mı olacağız? Buna karşılık, devleti karşısına alan veya devletin karşı olduğu her ideolojiyi benimseyecek miyiz veya sempatiyle mi karşılayacağız?

Resmi ideoloji, elmalarla armutları birbirlerine karıştırmanın çok garip örneklerine yol açıyor. Resmi ideolojiye karşı olmanın gereği, Cumhuriyetin gelmiş geçmiş tüm kazanımlarını ve değerlerini, tüm olumsuzluklarıyla birlikte aynı torbaya koymaktır. Elbette ki bu çok ciddi ve vahim bir yanlışlık olmaktadır.

23 Nisan ve 12 Eylül, aynı torbaya konulamaz. İkisi de resmidir; ama, birisi Meclisin açılması, diğeri ise Meclisin kapatılması demektir. Mustafa Kemal ile Kenan Evren arasında özdeşlik kurulamaz. İkisi de Türkiye Cumhuriyetinin resmi cumhurbaşkanı olmuşlardır; ama, birisi mazlum milletlerin kurutuluş mücadelesinin öncüsüdür, diğeri ise mazlum milletlerin sırtına giydirilen İMF patentli ekonomik modelin, ülkemizde uygulanabilirliği için gerekli görülmüş olan siyasal ve yasal üstyapı kurumlarına gerçeklik kazandıran 12 Eylül'ün başıdır.

Bütün bu kavram karışıklığı yaratma çabalarının ardında yatanın, bir başka kavram kargaşasının odağını oluşturan 2. Cumhuriyet merakı olduğunu da görmek zorundayız. Cumhuriyetin demokratikleşmesi mücadelesinde pek göremediğimiz simalar, sıra Cumhuriyetin başına türlü numaralar getirmeye gelince kolları sıvamışlardır.

http://www.politics....

#8 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 09.03.2007 - 22:06

EMRE KONGAR
Tarihi Kimler Saptırır, Niçin?

Tarih genellikle, kendi rejimlerini ''tarihe aykırı'' bir biçimde kurmak isteyen otoriter yönetimler tarafından saptırılır.
Bu çabanın en güzel eleştirisi George Orwell 'in ''1984'' adlı yapıtında görülür.
Bizde ise ''resmi tarihe'' yapılan saldırılar bu genel gözleme dayandırılmaya çalışılır, ama yeni Türkiye'nin kuruluş çabaları çerçevesinde, özellikle de bilimin gelişmesine verilen destek sayesinde ''resmi tarih'' , bazı eksikleri olmakla birlikte önemli ölçüde ''saptırılmış'' bir nitelik taşımadığı için son yıllarda tarihimizin, bütün öteki ülkelerde de görüldüğü gibi dinci ve milliyetçi çizgilerde saptırılma çabaları daha ön plana çıkmıştır.
Son günlerde, 14 Mayıs 1950 ve 19 Mayıs 1919 tarihlerinin yıldönümleri dolayısıyla, Menderes ve Atatürk tartışmaları yeniden gündeme gelmiştir.
Günümüzdeki bazı politikacılar, Türkiye'nin önündeki en büyük ''demokratikleşme fırsatını'' çöpe atarak ülkeyi yıllarca geriye götürmüş olan Menderes 'e, ''demokrasi şehidi'' demekte ya da bazı yazarlarımız onu ''demokrasi kahramanı'' ilan edebilmektedirler.
Demokrat Parti , Cumhuriyeti kuran ''İhtilalci Parti'' nin yani CHP'nin ''çok partili düzene'' geçme kararı ile yapılan genel seçimler sonucunda iktidara gelmiştir.
Bu nedenle, Demokrat Parti 'nin kendisini iktidara getiren ''demokratik'' süreçleri desteklemesi ve geliştirmesi beklenirken, Menderes yani Demokrat Parti , tam tersi bir sürecin altına imzasını atmış, sendikal hakları geliştirmemiş, düşüncenin ve özellikle de solun üzerindeki baskıları yoğunlaştırmış, CHP'nin mallarına el koymuş, üniversitelerin yönetimine karışmış, basını kendisine bağlı bir borozan haline getirmek istemiş, buna uymayan gazetecileri hapse atmış, kendisine oy vermeyen seçmenleri cezalandırmak için Kırşehir'i, ilden ilçeye dönüştürmüş, en önemlisi de demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu olan ''muhalefet hakkını'' sınırlamış ve kısıtlamıştır.
Demokrat Parti 'nin on yıllık bir sürece yayılan, bu ''muhalefete tahammülsüzlük'' davranışı, 1960 yılı Nisan ayında Meclis'te kurulan ''Tahkikat Komisyonu'' ile bir ''sivil darbeye'' dönüşmüştür.
''Tahkikat Komisyonu'' nun kurulması tam sivil bir darbedir: 15 milletvekilinden oluşan bu komisyona hem askeri, hem sivil yargılama yetkileri verilmiş, komisyon ayrıca hem savcı, hem yargıç görevleriyle donatılmıştır.
Görevi de ''Muhalefetin rejim aleyhtarı faaliyetlerini saptamaktır'' .
Demokrat Parti bu komisyon aracılığı ile CHP'yi kapatacak ve genel seçimlere ondan sonra, ''muhalefetsiz'' olarak gidecektir.
27 Mayıs darbesi bir anlık bir olay değil, Demokrat Parti'nin uyguladığı on yıllık bir ''demokrasinin yozlaştırılması'' sürecine karşı ordunun, aydınların ve özellikle de üniversitenin desteğiyle verdiği demokratik bir tepkidir.
''Siz isterseniz, Hilafeti bile getirirsiniz'', ''Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm'', ''kara cüppeliler'', ''Battal Gazi Ordusu'' sözleri, demokrasi adına şeyhlerin elini öpen Menderes'in demokrasi anlayışının veciz ifadeleridir.
Dinci ve milliyetçi kardeşlerimiz, politikacılarımız, ''İkinci Cumhuriyetçi'' romancılarımız, yazarlarımız ve düşünürlerimiz, tarihi, ideolojileri açısından saptırmaya kalkışmazlarsa , kamuoyunda daha saygın bir noktaya gelebilirler diye düşünüyorum.


Cumhuriyet 20.07.2005
İLHAN SELÇUK
Geçmişe Bakışta Tirfillenme...

Şu tarih denen mereti neresinden tutacaksın?..
Avrupa'daki krallar saymakla bitmez, Doğu'nun şahları, padişahları belleğin kütüğüne sığmaz, savaşlarla barışların çetelesi ne kadar çabalasan tutulamaz...
Tarih bir umman..
İnsan bir damla..
Peki, ne yapmalı?..
Çocuklarımıza tarihi belletirken ruh sağlıklarını nasıl korumalı?..
**
Karatahtada tebeşirle soldan sağa bir zaman çizgisi çekerken bir noktada durmalı; dikey bir çentik atmalı...
- İşte, demeli, bu tarihe dek dört ayak üstünde yürüyen insan ilk kez iki ayak üstüne kalktı...
İnsanlık tarihinin en önemli devrimi belki o gün gerçekleşti; çünkü iki ayaklının elleri özgürleşti, işaretleşmek olanağı doğdu?..
Sonra?..
Tarihin en etkileyici ikinci devrimi insanın ekip biçmesini öğrenip göçerlikten kurtulmasıdır; yerleşik düzene geçmeden uygarlığa nasıl adım atılabilirdi?..
Tarım devriminden sanayi devrimine dek krallar, padişahlar, savaşlar, kiliseler, havralar, camilerle yaşanan süreci okullarda öğrencilere ezberletmek yerine, bu tarihin ortak püf noktalarını küçüklere anlatmak daha akılcı olmaz mı?..
Tarım düzeninde, kaç bin yıl, toplumsal ve siyasal içerik akıl yerine inançla örgütlendi?..
**
Sanayi devrimi şunun şurasında kaç yüzyıl?..
İki!..
İnsan Hakları Bildirisi'nin geçmişi de bu kadar...
1923'te Atatürk , Cumhuriyet devrimini gerçekleştirdiği zaman Anadolu'da yaşayan insanın kimliğinde ''Osmanlı'' yazıyordu...
Osmanlı'nın doğru dürüst tarihi yoktu..
Tarih bilimi de yoktu...
İslam tarihi üzerine tevatür, toplumda ve eğitimde ağır basıyordu..
Mustafa Kemal, Türkiye'yi kurtardıktan sonra Türklerin tarihini de yazmak zorunda kaldı...
Günümüzde bu konuyla ilişkili aptallığın âlemi bir kuşak önceki geçmişe bakışımızdaki geri zekâlılıktan kaynaklanıyor...
Ülkemizde tarih tartışmaları bu nedenle siyasal çatışmaların kuyusunda boğuluyor...
**
Tarih boyalara bulanmış gazetelerin dedikodusal atışmalarında aydınlanacak değildir; üniversite rektörünün evine durup dururken baskın düzenleyen bir İslamcı iktidarın yönetiminde geçmişe padişahçılık özlemiyle bakılmasına da şaşılmaz!..
Atatürk yalnız ülkeyi düşman işgalinden kurtarmakla kalmadı, yurttaşına dedi ki:
- Sen Osmanlı değilsin!..
- Neyim?..
- Türk yurttaşısın!..
Ancak kimliğinin bilincine erişen toplumda tarihsel bakış bilimselleşebilir.





Benzer Konular Daralt

0 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 0 ziyaretçi, 0 gizli