İçerik değiştir



- - - - -

Bektâşîlik - Alevîlikte Tanrı İnancı


  • Yanıtlamak için giriş yapın
bu konuya 5 yanıt verildi

#1 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 22.02.2007 - 23:23


Milyonlarca yıl önce, bir gün büyük serüven başladı. İnsan, insan olduğunun farkına vardı. O, çevresinde bulunan milyonlarca canlı ve cansız varlıktan farklıydı. O bir insandı... Düşünebiliyordu. Karşılaştığı olayları öğreniyor, öğrendiklerini biriktirip, bilgi haline getirebiliyordu. Bilgisini kullanıp olayları anlayabiliyordu. Anladıklarını da çeşitli biçimlerde açıklayabiliyor, böylece diğer insanlarla ve kendi kendisiyle iletişim kurabiliyordu. Bunlarla da kalmayıp, iradesi ile kendini yönlendirebiliyor, çevresine karşı belirli bir güç ve kudret sağlıyordu. En önemlisi, insan yaratıcıydı. Aklını kullanıp doğayı istediği biçimde, yeniden yaratabiliyordu.
İnsan, bu özellikleriyle, bilgi ve anlayış sahibi olmakla, irade, kudret, söz söyleyebilme (ifade) ve yaratıcılık özellikleriyle, yer yüzündeki tüm varlıklardan farklı yaratılıştaydı. En ilkel insan bile, sezgileriyle, farkına vardı bunun. O bir insandı. Tüm varlıklardan daha farklı, daha üstün yaratılışta olduğunu anladı.

İnsan olduğunu anlayan yaratık, düşünmeye ve soru sormaya başladı. Bitip tükenmek bilmeyen sorular: "Ben kimim? Neden farklıyım? Çevremi saran bu maddeler dünyasında ne arıyorum? Niçin varım? Yaşam nedir? Yaşamımın, varlığımın anlamı nedir?" gibi yüzlerce, binlerce soru insanı dört yanından kuşattı...
Bu gibi soruları kendisine soran insanı binlerce yıl önce, ilk çağlarda görebildiğimiz gibi, günümüzün çok gelişmiş ve karmaşıklaşmış bilim ve teknoloji dünyasında da görebiliyoruz.

Tarih boyunca insan, uzayın ve zamanın sonsuzluğu, evrenin bilinmezlikleri, küçük ve büyük her yaratılış, her olaydaki sonsuz bilmeceler karşısında derin bir şaşkınlığa düşmüştür.
İnsanın en büyük şaşkınlığı da yine kendisidir. Zekâsının sınırsız gücü, düşüncesindeki sonsuzluk karşısında neden diye sormakta ve şaşırmaktadır. İnsan bu anlamsızlıktan, bir çeşit güçsüzlükten kendisini kurtaracak bir neden aramış, insanın manevî yaşamı bu arayıştan doğmuştur.

Tüm bu sorular ve arayışlarla bocalayan insan, öncesiz ve sonrasız olan bu evren üzerinde "Aşkın bir Yüceliğin" varlığını sezmiştir. Öyle bir yücelik ki, insanın varlığına bir anlam veren, uzayın sonsuzluğunu, varlıkların gizlerini ve evren denilen bu inanılmaz tabloda insanın yerini açıklayan ve anlamlı kılan bir yücelik... Bu noktada ulaşılan Tanrı inancı insana bir huzur, bir mutluluk sağlamıştır. İnsanın Yüce Tanrı'nın varlığını hissetmesi, insana yaşamda bir anlam kazandırmış, insanı güçsüzlükten kurtarmıştır.

Tanrı düşüncesi nedir? Tanrı'yı anlamamız için, önce insanı anlamamız gerekmektedir.

İnsan olarak acıkan, susayan, cinsel ihtiyaçları olan, yaşamak için çalışması gereken bir varlığız. Bu niteliklerimiz bizim maddesel dünyamızla ilgilidir. Bunun dışında bir de tinsel (manevî) yönümüz vardır. Manevî dünyamız o kadar önemlidir ki, bu dünyada esen fırtınalar, çoğu zaman maddî dünyamızdaki fırtınalara baskın çıkar. Bu nedenle insanın tinsel varlığı fiziksel varlığı kadar önemlidir. Tanrı insanın manevî varlığı ile doğrudan ilişkilidir.

Tanrı'yı tam olarak algılayabilmemiz neredeyse olanaksızdır. Ancak yine de her insan, gönlü, aklı ve algılamasının gücü oranında Tanrı'yı hissedebilir. Manevî yaşamı anlayan, algılayan ve yaşayabilen her insan belirli, bir ölçüde, Tanrı'yı da anlayacaktır.

Tanrı'yı tam olarak algılamak gibi, onu tam olarak tanımlamak da olanaksızdır. Çünkü insanın manevî yönü ne kadar kişiselse, Tanrı da o kadar kişiseldir. Yani, Tanrı her insanın gönlünde ve gönlüne göredir.

Ancak Tanrı sıfatlarını bilmek, onu biraz olsun anlamamıza yardımcı olur. Tanrı'nın görünen nitelikleri (Zatî Sıfatları) ve edimle ortaya çıkan nitelikleri (Subutî Sıfatlar) olmak üzere türlü niteliği vardır.

Görünen Nitelikleri (Zatî Sıfatları:) 1. Vücut: Var olmak. Tanrı'nın var olması. 2. Kıdem: Önceliği olmamak. 3. Sonsuzluk 4. Beka: Ebedîlik, ölümsüzlük, bakîlik. 5. Muhâlefetün li-l-havâdis: Masiva (1) denilenlerden hiçbirine benzememek. 6. Kıyâm-ı bînefis: Bir yere bağımlı olmamak. Edimsel Nitelikleri (Subutî Sıfatları*fiuv 1. Yaşam: Diri olmak. 2. İlim: Bilmesi olmak. 3. Semi: İşitmesi olmak. 4. İrade: Dilemesi olmak. 5. Kudret: Gücü yetmesi olmak, her şeye gücü yetmek. 6. Kelam: Söz söylemesi olmak. 7. Tekvîn: Yaratmak, yoktan var etmek. Tanrı düşüncesi her şeyden önce, insana ve sonsuz evrene dayanmaktadır. Öyleyse Tanrı'yı daha fazla anlayabilmemiz için, Tanrı, insan ve evreni birlikte düşünmemiz gerekiyor. Tanrı, insan ve evrenden bağımsız düşünülemez ve algılanamaz.

TANRI VE EVREN
İnsan, önce kendi varlığının bilincine vardı; "Ben varım." Daha sonra da etrafına çevirdi gözlerini ve yüzlerce, binlerce başka varlığı fark etti. Kendisinin dışında koskoca bir varlıklar denizi buldu. "Ben bu varlıklar denizinin küçük bir parçasıyım. Benim varlığım ilerdeki ağacın varlığından, çatıdaki kuşların, çevredeki canlı ve cansızların varlığından, gök yüzündeki güneşin, yıldızların, tüm saman yolunun varlığından ayrı değil. Onlar olmasaydı, ben de var olmazdım. Çevremdeki hayvanlar, bitkiler, dünya, güneş, bu koskoca evren var olmasaydı, ben de var olmazdım. Öyleyse hepimiz, evrendeki her şey birden varız." Böyle düşündü insan. Varlığı hissetti sonra. Evrendeki nesnelerin tek tek varlığını değil; kalemin, ağacın, kuşların, insanların, güneşin, yıldızların, yaşayıp ölen, var olup yok olan, gelip geçici varlıkların değil, tüm evrenin sonsuz varlığını hissetti. Tek tek nesnelerin var oluşunu değil, var olmayı hissetti. Gelip geçici olmayan sonsuz var oluşu. Tüm varlıkları kapsayan, ama onların hepsini de aşan, aşkın bir yüceliğin mutlak varlığını, Tanrı'yı hissetti.

Mutlak olan varlık, Yüce Tanrı'dadır. Gördüğümüz, hissettiğimiz, bildiğimiz her şey odur. Ondan başka varlık yoktur. O her şey, her şey odur. Yunus Emre şöyle anlatıyor bunu;

Dünya ahiret o Hak, yer gök doludur mutlak
Hiç gözlere görünmez, kim bilir ne nişanda


Evrendeki küçük ya da büyük her nesne, her oluş, her olay Tanrı'nın ulaşabileceğimiz küçük bir parçası, bir zerresidir. Tanrı'dan akıl almaz derecede küçük bir izdir. Nasıl ki güneş ışığı güneşin çok çok küçük bir parçasıdır. Ama güneş ışığını gördüğümüz zaman güneşi gördük demez miyiz? Evrendeki tüm varlıklar da Tanrı'nın bize ulaşan bir parçası bir uzantısıdır. Bir nesnenin aynadaki görüntüsü neyse varlıklar da öyledir. Yani Tanrı'nın birer görüntüsüdürler.

Nesnelerin, her oluşun şu ya da bu özellikleri Tanrı'nın özelliklerinden bir parçadır. Evrenin her parçasında, Tanrı'nın varlığının yansımalarını hisseder, onu biraz olsun anlayabiliriz.

Elimizi denize sokarsak, denize dokunduk diyoruz. Sözlerimizde yanlışlık yoktur. Çünkü dokunduğumuz şey denizden başka bir şey değildir. Ama denizin kendisi de değildir. Dokunduğumuz şey denizin elimize dokunan küçük bir parçasıdır. Denizin tümüne birden dokunamamışızdır; dokunamayız da. Bu örnekteki gibi, evrenin her parçası, Tanrı'yı anlamamız için vardır. Bunun için yaratılmıştır.

Yüce Tanrı "Bilinmeyi diledim. Tüm âlemleri bilinmek için yarattım." diyor. Yaratılış; görünmeyen Tanrı'nın görünmesi, bilinmeyen Tanrı'nın bilinmesidir. Tanrı varlığının, mutlak varlığın, açığa çıkmasıdır.

Her ayrı nesnede Tanrı'nın bir başka özelliği belirmiştir. Yüce Tanrı Bakara Suresinde: "Ey ibretli kullarım! Beni dilerseniz yere bakın, nakışlı yaygımı, döşememi, göğe bakın süslediğim gökleri, meleklerime bakın gizlerimi, dağlara bakın büyüklüğümü, kullarıma bakın yaratıcılığımı görün." diyor.
Evrendeki tüm varlıklarda, Tanrı'nın herhangi bir sıfatı, herhangi bir özelliği mutlaka meydana vurmuştur. Ancak Tanrı'nın kendisini meydana vurma eğilimi, en yüksek biçimiyle, insanda ortaya çıkmıştır. Yüce yaratıcı insanı, yarattığı tüm varlıklardan daha yüce ve daha üstün olarak yaratmıştır.

#2 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 22.02.2007 - 23:28

TANRI VE İNSAN
Bilim adamları evrenin oluşumundan bu yana milyarlarca yıl geçtiğini söylemekteler. Yer yüzünün oluşumu, yer yüzünde ilk canlının ortaya çıkışı ise, milyonlarca yıl öncesine kadar gitmektedir.

Evrenin oluşumu, dünyanın oluşumu, hatta yer yüzünde canlı yaşamın oluşumu, insanoğulunun yaşı ile karşılaştırılamayacak kadar eskidir. İnsan yer yüzünün yanında dünkü çocuktur.

Ancak yaşam dediğimiz, yer yüzünün bu olağanüstü dinamiğinin anlam ve değer kazanması, insanın varlığıyla gerçekleşmiştir. İnsan olmasaydı, uçsuz bucaksız uzay da, tüm canlı ve cansız varlıklar da, anlamsız ve önemsiz hale gelirdi. Tüm evreni canlı hale getiren, onu gören, duyan, düşünen, şaşıran ve değerlendiren varlık, yani insandır. Biz olmasaydık, bizim için evren var olur muydu? Evrenin tek düşüneni olan insan olmasa, yukarıdaki sözleri kim söyleyecekti. Tanrı, insanı yaratarak yer yüzünü ve tüm evreni süslemiş, ona anlam kazandırmıştır. İnsan, yaratılmışların en olgunlaşmışıdır ve yaratılış insanla birlikte anlam bulmuştur. İşte bu yüzden Yüce Tanrı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle söylüyor: "Ey âlemlerin gözü olan insanoğlu! Bütün eşyayı ben senin için yarattım ve seni de kendim için yarattım." Tüm yaratılış insan içindir. Daha önce bahsettiğimiz Tanrı'nın görünür olma, varlığını açığa vurma eğilimi en mükemmel şeklini insanda bulmuştur.

"Andolsun ki, biz ademoğlunu onurlu kıldık. Onu üstün kıldık." diyen yüce Tanrı, insanı evrendeki tüm varlıklardan daha yüce, daha ayrıcalıklı bir yere koyduğunu belirtmiyor mu?

İnsanın yaratılışı Kur'an-ı Kerîm'de ve diğer kutsal kitaplarda şöyle anlatılır:
Tanrı, tüm yaratıklardan daha üstün bir canlı yaratmak amacıyla, insanı meydana getirmek istemiştir. İnsan tüm varlıklardan üstün olduğu için de, onu kendisine halife edinmiştir. İnsanın topraktan yaratıldığı, Kur'an-ı Kerîm'in Hicr Suresinde: "Biz insanı kuru çamurdan, biçimlendirilmiş kara balçıktan yarattık." denilerek açıklanmaktadır.

Tanrı "Kuru çamuru ya da kara balçığı" kendi özünde bulunan "Rahmet suyuyla yoğurdu, marifet suyuyla suladı." Bu hale gelmiş olan balçığı kendi suretine, kendi şekline, başka bir deyişle kendi görünüşüne benzetti. İnsanın bu şekilde yaratıldığı hemen tüm kutsal kitaplarda anlatılmaktadır. Nitekim Tevrat Tekvîn 26'da: "Allah dedi; suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım" denilerek insanın Tanrı'ya benzediği söylenmektedir. Hz.Peygamber de bir hadisinde aynı şeyi söyler: "Adem, Rahman sureti üzre yaratıldı." (2)

Yüce yaratıcı, "Sonra onu düzeltip tamamladı, ona ruhundan üfürdü" (3) Tanrı'nın kendi ruhunu üflemesiyle, can dediğimiz, insanın insan olmasını sağlayan cevher, insanın bedenine girer.

İnsanın yaratılışı tamamlandıktan sonra, Tanrı, insanın yaratılmışların tümünden üstün olduğunu göstermek amacıyla, meleklerinden ona secde etmelerini istemiştir: "Sonra meleklere, Adem'e secde edin dedik. Hepsi secdeye kapandı. Yalnız İblis..... secde etmedi."" Melekler insana secde eder ama, ateşten yaratılan şeytan, kibre kapılıp, topraktan yaratılan insana secde etmeye karşı çıkar. O yüzden de Tanrı tarafından sonsuza değin lânetlenir.

İnsanın, Tanrı'nın suretinde ve şeklinde yaratıldığı, diğer bütün yaratıklardan daha üstün, şerefli bir yaratık olduğu görülmektedir. Yüce Tanrı insanı öyle mükemmel bir biçimde yaratmıştır ki, meleklerden bile ona secde etmelerini istemiştir. Çünkü insan tanrısal bir varlıktır. İnsan ruhu, Tanrı ruhudur. Yüce Tanrı insana kendi ruhunu katmış, kendi ruhuyla can vermiş, insanı kendi sıfatlarına sahip kılmıştır.
Tanrı'nın en mükemmel biçimiyle meydana vuruşu olan insanı, Tanrı sıfatlarından ayrı görmek olanaklı değildir. Evrendeki tüm varlıklarda, Tanrı'nın bir veya birkaç sıfatı varken, insanda Tanrı'nın tüm sıfatları toplanmıştır. Yukarıda, Tanrı'nın edimle ortaya çıkan nitelikleri başlığı altında anlatılan, yaşama, bilme, duyma, görme, irade, kudret, söz söyleme ve yaratıcılık gibi sekiz Tanrı sıfatının sekizi de insanda bulunmaktadır. İnsanı Tanrı sıfatlarından ayrı görmek, Tanrı'nın tezahürü (ortaya çıkışı), meydana vuruşu olarak görmemek, Yüce yaratıcıya ortak koşmak (şirk) demektir.

"İnsan tanrısal bir varlıktır ve özünde Tanrı'nın ruhu, nuru vardır." diyoruz. Bu yönüyle insanın varlığı, Tanrı varlığının gerçekliğine, Tanrı'nın mutlaka var olduğuna, en büyük kanıtı oluşturur. Denizle, deniz içindeki damla ne ise; nasıl damla, denizden ayrı düşünülemezse, insanla Tanrı da aynı durumdadır.
Tanrı sevgisi taşıyan, Tanrı ahlâkı ile ahlâklanmış, Tanrı güzellikleriyle bezenmiş, gönlü aşkla dolan kişi, özündeki Tanrı cevherini harekete geçirmiştir. Ancak böyle bir kişi Tanrılaşır. Başka bir deyişle, denizden kopan damla denize ulaşır. Aşık Veysel damlanın denize kavuşması serüvenini şöyle anlatmaktadır:

Katre idim bir ırmağa karıştım
Çalkalandım çok bulandım çok taştım
Gide gide bir deryaya ulaştım
Durulandım coştum oldu olacak.
Derya bende, ben deryada birleştik
Ayrılmaya imkân yoktur yerleştik
Nice boyralardan, çemberden geçtik (4)
Veysel neler çekmiş kim ne bilecek.

Özündeki cevheri, yani tanrısal nuru canlandıran insan, ikiliği birleyerek tanrısallaşmıştır. Bu yöntemle tanrısallaşan insana İnsan-ı Kâmil (olgunlaşmış, kemale ermiş insan) adı verilmiştir. Kâmil İnsan kavramı, Alevî-Bektaşî inancının en temel kavramıdır. Ancak her insan tanrısal değildir. Sadece Kâmil İnsan için bu niteleme yapılabilir.

#3 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 22.02.2007 - 23:39

AŞK - SEVGİ
Yüce Yaratıcı evreni, kendi özünde bulunan ve kendi özüne duyduğu sevgi temeli üzerine oturtmuştur. Kendi özünde bulunan güzelliklere duyduğu sevgi Tanrı'yı görünür olmaya yöneltmiştir. Evrenin yokluktan varlığa dönüşmesi, Tanrı'nın özünde bulunan bu aşk yüzündendir. Bu yüzden yaratılıştan bu yana, evrendeki tüm olayların temelinde, sevgi vardır, aşk vardır. Evrende olup biten ne varsa sevginin ürünüdür. Tüm evren, aşkla döner, aşkla gelişir. Sevgi ve aşk bir varlık koşulu, oluş kuralıdır. Yaşamın anlamı, yaşama nedenidir. Yüce Tanrı; "Bilinmeyi diledim; âlemleri bilinmek için yarattım." diyor. Tanrı'yı kim bilecek? Bilmek, Tanrı sıfatıdır. Evrende bu sıfata sahip tek varlık insandır. Elbette Tanrı'yı insan bilecek! Tanrı'yı bilmek, O'nu sevmekle olanaklıdır. İnsanı öteki varlık türlerinden ayıran temel özellik insanın sevgisinin bilinçli olmasıdır. İnsan sevgisinin bilincinde olan bir varlıktır. Tanrı'yı bilen, ondaki güzellikleri, onun görkemini görebilen insan onu sevecektir. Öyle olduğu için de, Kur'an-ı Kerîm'de insanın, Tanrı'yı bilmesi ve sevmesi için yaratıldığı söyleniyor: "Ey âlemlerin gözü olan insanoğlu!... seni kendim için yarattım"

İnsanın, Tanrı sevgilisi olduğu, Tanrı'nın da onun sevgisini arzu ettiği görülmektedir. O nedenle yaratılışı aşk ile ve aşk için gerçekleştirmiştir yüce Tanrı.

Tanrı insanı yarattı, büyük ayrılık ve Tanrı aşkı böylece başladı. İnsan yer yüzü denilen ülkeye geldi. Aşk, bu ayrılık nedeniyle başlayan birleşme özlemidir, aşkın olana, yüceliğe yönelik derin tutkudur.

İnsan olarak var olabilmek için, yaratılışımızdaki bu aşka, Tanrı aşkına muhtacız. Tanrı ise, varlığının bilinmesinde bizim aşkımıza muhtaçtır. Göz olmasa, doğa güzelliklerini sergileyen güneş ışığının gerçek değerini kim anlıyabilirdi?
Fuzulî şöyle söylüyor:

"Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl-ü kal imiş ancak"


Veysel ise:

"Güzelliğin on para etmez
Bu bendeki aşk olmasa"


diyor. Tanrı, evrenin büyük sevgilisi olarak düşünülmelidir. O sevgili yücedir. Yaratıcı ve yapıcıdır. Tanrı, doğruluk, eşitlik, özgürlük, adalet, iyilik, gibi erdemlerin tümünü kapsayan bir "Kutsal Sevgili" dir. Kötülük, başka bir deyişle "Şer" değil, "İyilik (hayır) ve yine iyilik" yüce Tanrı'dandır. Tanrı'dan asla kötülük gelmeyeceğinden, ondan asla korkulmamalıdır. Çünkü korkan kişi, korktuğundan kaçmak ister. Seven kişi, ise, sevdiğine yakınlaşmak, kavuşmak ister.

Tanrı gerçeğini bilen, evrenin ve yaratılışın gizlerine en anlamlı, en sevecen ve en insancıl yorumu getiren kişi, Tanrı'dan korkmaz. Onu sonsuz bir özlemle ve aşkla sever. Kişi, yüce Tanrı'yı sevecek, insanları sevecek, her zerresinde Tanrı'dan bir parça bulunan doğayı sevecektir ki, ancak bundan sonra sonsuz huzur ve mutluluğa hak kazansın.

Tanrı'ya nasıl ulaşacağız? Onu nasıl görüp, nasıl seveceğiz?

Tanrı'ya ulaşmak, onun yüce varlığında eriyip yok olmak, onunla sonsuza değin var olabilmek... Bu aşk insanın gönlündedir, cevherindedir: "Yerlerime, göklerime sığamadım. Ama inanan kulumun gönlüne sığdım." diyen yüce Tanrı, sevgililerine yönelecekleri yeri göstermiyor mu?

Sevdikleri ile buluşan âşıklar, örneğin Yunus, Tanrı'yı nerede bulduğunu şöyle anlatıyor:

Ben bende buldum çün Hakk'ı
Şekk'ü güman nemdir benim?
O dost yüzün görmez isem
Bu gözlerim nemdir benim?
(5)

Bir başkadeyişinde ise:
Benem ol aşk bahrisi
Denizler hayran bana
Derya benim katremdir.
Zerreler umman bana
(6)

Kaf dağı zerrem değil
Ay u güneş bana kul
Hak'tır aslım şek değil
Mürşittir Kur'an bana
(7)

Tanrı'yı arayan, onu kendi gönlünde aramalıdır. Onu ancak orada bulabilir. "Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da" Tanrı arayan boşuna çaba göstermektedir. Çünkü o insandadır: "Ben size şah damarınızdan daha yakınım" diyen Tanrı'yı kendisinde göremeyen onu başka bir yerde nasıl görecektir ki?

Yüce Tanrı: "İnsan benim sırrım, ben de onun sırrıyım." demektedir. Bütün cevaplar insanda, insanın gönlündedir. Hz. Ali bu gerçeği gören ve yaşayan bir insan olarak, insanlara şöyle sesleniyor:

"Derman sende, fakat senin haberin yok.
Derdin senden, fakat sen görmüyorsun.
Kendini küçücük bir beden sanıyorsun.
Oysaki koskoca bir âlem dürülmüş içinde senin.
Öylesine apaçık, aydınlık bir kitapsın ki,
Gizli şeyler senin harflerinle meydana çıkıyor.
Dışarıya bir ihtiyacın yok senin.
Gönlüne yazılmış yazılar,
Her şeyden haber verir sana."


Sorun bu yazıları okuyabilmektir. Belirli bir düşünce yapısına sahip olmuş, gönül gözü açılmış, yüce Tanrı'nın dostluğunu kazanmış olgun insan, gönlünde yazılmış yazıları okuyabilir. Böyle bir olgun insan, insanın yalnızca gönül kulağıyla duyabileceği sesleri duyar. Tüm varlıkların yaratılışındaki sırları, bunların derin ve yüce anlamlarını sezer. Bu sayede Tanrı gerçeğini kavrayarak, Tanrı dostu insan, "Kâmil İnsan" olur.

Hz. Ali böyle bir olgun insan, Kamil insandı. O, tüm âlemi, Tanrı katından, yüce Tanrı ile seyredebilen bir insandı. Bir gün Hz. Ali'ye sorarlar:

"Tanrı'yı görür müsün ki, taparsın?"
"Göremesem tapar mıydım?"


diye yanıt verir. Peygamberimiz de bir hadisinde, "Nefsini bilen Rabbini de bilir." dememiş midir?

Özünü keşfeden Yunus, Tanrı'sını bulduğunu şöyle anlatmaktadır:

"Bende baktım, bende gördüm benim ile ben olanı
Suretime can verenin kim idüğün bildim ahi
Ben isteyip buldum onu, ol ben isem ya ben hani
Seçemezsem ondan beni, bir kez de ol oldum ahi."


İnsanın Tanrı'ya ulaşması, özünün, gönlünün arınmasıyla olanaklıdır. İnsan ruhunu temizleye temizleye yücelir. Yücele yücele, gönül gözünü açar. Amaç, Tanrı'nın varlığı ile tüm evreni onurlandırıp süslediği insanoğlunu, daha olgun hale götürebilmek, Tanrı varlığını ve güzelliğini insanda gerçekleştirebilmektir.

Olgun insanın gönlünde dünya ile ilgili kir bulunmaz. Sadece sevgi ve aşk bulunur. Bu hâle gelen gönüllerde kinden, ihtirastan ve tüm kötülüklerden iz bulunmaz. Çünkü Tanrı, bu tür duygulardan, tüm kötülüklerden uzaktır.

Tanrı'ya doğru yöneliş bedenin ve ruhun her zerresi ile, tam bir gönül saflığı, kalp temizliği ve inanış teslimiyeti ile, maddî ve manevî hiçbir çıkar beklemeksizin Tanrı'nın adını, bir kere olsun, anabilmektir. Bu çağırışın, bu yakarışın içtenliği ve güzelliği ile yanıtın ihtişamı, bir ışık, bir nur halinde maddî ve manevî tüm alemleri doldurarak, insan ile Tanrı arasında bir bağ oluşturur. Buna Âşıkla Maşuk'un yani sevenle sevilenin birleşmesi denir.

Yunus Emre: "Işk iman bize." diyor. Bektaşî'nin ve Alevî'nin imanı Işk'dır yani Aşk'tır.

Yakarışına, yönelişine, özlemine Tanrı'dan, O yüce Sevgili'den kabul görüp yanıt alan kişi, kendisini çok farklı bir dünyada bulacaktır. Öyle bir evren ki renklerin en güzeli, kokuların en doyulmazı, mutluluğun en sonsuzu, tadların en tatlısı hep oradadır. İnsandaki bu hâli anlatan Kaygusuz, insanın o anda sarhoşluk denizine daldığını ve bu sarhoşluğun sözle anlatılamayacağını açıklamaktadır.

Yunus Emre bu anı her şeye yeğlemekte ve:

"Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle bir kaç huri
isteyene ver anları
Bana seni gerek seni"


demektedir. İnsan bu şekilde ilâhî bir aşkla dolarsa Tanrılaşır. Tanrı bir hâl, bir kavrayıştır. Bu hâle gelen insanda Tanrı nitelikleri görünür (tecellî eder). Olgun hale gelmiş insan, Tanrı'ya en yaklaşmış, onun niteliklerine en çok sahip olmuş insan olur. Böyle bir insan, Tanrı'nın görür gözü, tutar eli, söyler dili, yürür ayağıdır. Zaten Yüce Tanrı: "Ben bir insanı sevdim mi; onun gözü, kulağı, eli ayağı olurum." demiştir.

Alevîlikte, Tanrı'nın insanda tecelli etmesi (görünmesi) düşüncesi, kâmil insan veya olgun insan düşüncesi budur. Tanrı inancı budur. Yüce Tanrı'ya sevginin ve gönülden bağlılığın en içteni budur. Yüce Tanrı'nın kutsal kitaplarda söylediklerinin, tüm dinlerin ve peygamberlerin söylediklerinin, özü ve ruhu budur.

#4 babuna

babuna

    Burası ona huzur verir

  • Üyeler
  • 341 Mesaj

Gönderim zamanı 22.02.2007 - 23:48

DÖRT KAPI - KIRK MAKAM
Kâmil insan veya olgun insan düşüncesi Alevîlikte, bir ideal, erişilmesi gereken bir hedef olarak, insanın önüne konmuştur. Kişi, dünya nimetlerinin, gönlüne ve ruhuna bulaştırdığı kirlerden uzaklaşarak, günlük yaşamın uğraşıları içerisinde yitirdiği benliğini arayarak, tanrısal bir insan, kâmil insan olmaya çalışmalıdır. Ruhunu temizleyerek, orada Tanrı'sına, tanrısal olana yer açmalıdır. Bunun için insanın belirli bir çaba sarf etmesi gerekir. Nefsini denetleyebilmesi, kendini tanıyabilmesi, benliğini Tanrı ahlâkıyla, güzelliklerle donatabilmesi; insanın önce istemesi, sonra da çalışıp çaba göstermesiyle olanaklıdır.

Alevîlikte insanın bu çabası, bu yücelişi "Dört Kapı - Kırk makam" düşüncesi ile kurumlaşmıştır. Dört kapı - Kırk makam, insanın tanrısal bir varlık olma, kâmil insan olma yolunda geçmesi gereken aşamalardır ve bu bir süreçtir. Peygamberimizin: "Bilgiyi ehil olana derece derece açıklayınız." sözündeki anlayıştır. Günümüzde eğitim, ilk öğretim, orta öğretim ve üniversite gibi aşamalardan geçerek hedefine ulaşmaktadır. Alevîlikte de kâmil olma süreci Dört Kapı'dan geçmeyi gerektirmektedir. Bu kapılar, Şerîat, Tarîkat, Marifet, Hakikat kapılarıdır. Her kapı da, kendi içinde makam olarak adlandırılmış olan, on ayrı aşamaya ayrılmıştır. Olgun insan olmaya yönelen kişi, bu basamakları birer birer geçerek, ikinci üçüncü ve dördüncü kapıları açacaktır.

Dört Kapı - Kırk Makam düşüncesinin en iyi açıklaması ve kurumlaşması Hünkâr Hacı Bektaş'ta kendini bulmuştur. Anadolu halkının Hazret-i Pir, Ser Çeşme, Kütb-ül Arifin, Gavsel Vasilin gibi sıfatlarla andığı Hacı Bektaş-ı Velî'nin 700 yıl önce açıkladığı pek çok düşüncesi, şaşırtıcı biçimde, günümüz çağdaş toplumlarının gereksinimlerine yanıt verecek olgunluktadır. Onun çağdaş insanının sorunlarını ve gereksinimlerini karşılayabilecek düşüncesi, çeşitli şekillerde yorumlanmaktadır. Dört Kapı- Kırk Makam düşüncesine de çeşitli şekillerde yaklaşımlar vardır:

Şerîat: Anasından doğmaktır, Tarîkat: İkrar vermek, Marifet: Nefsini bilmek, Hakikat: Hakk'ı kendi özünde bulmaktır. Bir başka yorum ise şöyledir:

Şerîat: Dünyaya gelmek, bilgi sahibi olmak ve kendini kurtarmaktır. Tarîkat: Yapılan hatalara, işlenen kusurlara tövbe ederek, dürüst olarak yaşamaktır.

Marifet: Bilginin meyvesini almak, çevreye, ülkeye ve insanlığa yararlı hale gelmektir. Hakikat: Sonsuz yaşama ulaşmak, Hak'tan aldığını halka aktarıp insanlığın gönlünde yaşamaktır.

Alevîlik-Bektaşîlik, tutucu, doğmatik olmayan bir inançtır. Tarih boyunca değişmiş olan toplumda, değişen gereksinimlerle Alevîlik kendisini yeniden yorumlamış, yeni düşünceler getirmekte zorlanmamıştır. Dört Kapı - Kırk Makam düşüncesine zaman içinde farklı farklı yorumlar, yenilemeler getirilmiş ve ilerde de getirilecektir.

Edib Harabi, bu gerçeği şöyle dile getiriyor:

Şer'i şerif inkâr olunmaz amma
Şerî'at var Şerî'attan içeri
Tarîkatsız Allah bulunmaz amma
Tarîkat var tarîkattan içeri

Gördüğün Şerî'at Şerî'at değil
Gittiğin tarîkat tarîkat değil
Sandığın hakikat hakikat değil
Hakikat var hakikattan içeri

Vech-i Harabi'ye gel eyle dikkat
Hakk'ın cemâlini eylersin rüyet
Sade "Hakk var" demek, değil marifet
Marifet var, marifetten içeri


Dört kapı ile kırk makam düşüncesini, kişinin Tanrı ile ilişkileri açısından ele alırsak, bir yönüyle dört kapı, kişinin tanrısala doğru yücelişinin, Tanrı ile kurduğu ilişkilerin, yani özünün keşfetmesinin basamaklarıdır. Kişi, bulunduğu olgunluk aşamasına göre, Tanrı'yı farklı biçimlerde algılayacaktır. Onunla farklı biçimlerde ilişki kuracak ve bu farklılığa göre, ibadeti de farklı olacaktır.

Şerîat Kapısı birinci kapıdır: Bu kapının ilk makamı imandır. Kişi, Tanrı'ya, onun tekliğine, her şeye kadir olduğuna inanır. İslâm'ın şekle yani ibadete ilişkin kurallarını yerine getirir. Ancak bu kapıda kurallar, Tanrı ile kişi arasında bir duvar gibidir. Ama onlar Tanrı'ya ulaşmak için başka yol bilmediklerinden, dinsel kuralları izlemek zorundadırlar. Bu insanlar için, inanç ve ibadet, daha çok toplumsal olanla barışık yaşamaktır. Tanrı sevgisi ve aşkı henüz gönüllerde derin bir içtenlikle yer etmemiştir. Bu kapıdaki bir çok insan için, Tanrı, nerede olursanız olun sizi görüp, yanlış bir şey yaptığınızda cezalandırıp, cehenneme atacak olan gizli bir güçtür.

Şerîat Kapısı kişiye, toplumsal değerlere, dinî inanç ve geleneklere saygı duymayı öğretmesi açısından gereklidir. Tarîkat Kapısı ikinci kapıdır: Bu kapıda insan, ruh ve düşünce olgunluğuna ulaşmak, Tanrı katına yükselmek, onunla bir ve beraber olmak yollarını arar. İnsan kendi gönlüne dönerek; kendini keşfetmeye, kendini bilmeye çalışmaktadır. Tarîkat kapısındaki insanlar, iç dünyaları ve dış dünyaları arasındaki karşıtlıkları fark etseler de henüz maddî dünyanın olumsuz etkilerini ve kirlerini tamamen aşamamışlardır. İbadetleri, hâlâ törensel ve usulen yapılan ibadetler olabilmektedir. Allah sevgisi henüz gönüllerde tam olarak oluşmamıştır. Bu aşamada insan gönlündeki kirleri temizlemeye başlamış, gönlünde Allah için, onun erdemleri için bir yer açmaya çalışmaktadır. Bu kapı, insanın Tanrı'sına ulaşmaya istekli olmasıyla başlar. Tanrı'ya ulaşmak için gerekli, çok temel olan birtakım ahlâkî değerleri kazanması ile biter. Bu kapıyı geçen insan belirli bir derecede gönül temizliğine ulaşmıştır. Artık bu insanın gönlü, Tanrı ateşinin tutuşması, Tanrı ışığının aydınlatması için uygundur.

Üçüncü kapı marifet kapısıdır: Marifet aşamasındaki kişilere "Arif" adı verilir. Arifler Tanrı dostu kişilerdir. Gönülleri Tanrı aşkı ile doludur. Arifler, sevgili peygamberimizin: "Kendini bilen, Tanrı'sını da bilir." hadisinde anlatmak istediği niteliklere sahip insanlardır. Önce kendi gönüllerindeki derin sırları çözmüş, sonra da Tanrı gerçeğini kavramış insanlardır. Böyle bir insan, artık, kendisi ile barışık bir insandır. Gönlü temiz, kir tutmaz insandır.

Hacı Bektaşi Velî, marifet aşamasına gelmiş insanı suya benzetir. Su, temas ettiği her şeyi temizler. Suda kir barınmaz, ya dibe çöker, ya yüzeye çıkar. Kir, su içinde hemen kendini belli eder. Ariflerde su gibi arı ve durudurlar.

Böyle temiz gönüllere Tanrı gelir, taht kurar. Çünkü böyle gönüller sevgi dolu, Yüce Tanrı'ya özge güzelliklerle doludur. Arifler Tanrı ile gönül bağı kurmuş insanlardır. Gerçek iman onlara mahsustur.

Marifet aşamasındaki insanlar için ibadet farklı anlamlar taşır. Onların ibadeti aşkla gerçekleşir. Gönlümüzde Tanrı aşkı bulundurabilmek en büyük ibadettir. Yüce Yaratıcı'ya sevgimiz, onun erdemlerine ve güzelliklerine karşı beğenimiz.... En büyük ibadet ve en büyük hakikat budur. Gerisi anlamsızdır.

Dördüncü ve son kapı, Hakikat kapısıdır: Bu kapıdaki insan olgun insandır. Kâmil insandır. Onlar doğanın ve doğa üstü yaşamın anlamını kavramış, Tanrı gerçeğini anlamış insanlardır. Tüm âlemi Tanrı katından, Tanrı ile birlikte seyredebilen insanlardır. Hakikat kapısını tamamlamış insanlar "Enel Hak" (Ben Tanrı'yım) diyebilen insanlardır. Alevîlik inancının temel düşüncesi olan "Tanrı'nın insanda görünmesi (Tezahür etmesi)" , hakikat makamını tamamlamış insanlarda gerçekleşir. Hakikat makamına erişmiş kişi "fenâ fillâh" aşamasına erişmiştir. Fenâ fillâh olmak demek, dünya ve ahireti terk etmek, varlığını Tanrı varlığı ile birleştirmek demektir.

Dünya ve ahireti terk etmek demek; dünya nimetlerinin değer ve anlamlarını aşıp, Tanrı'ya doğru yücelmek, tüm âlemi yüce duygularla, farklı bir yerden görmektir. Kâmil insan için dünya nimetlerinin anlamı farklıdır.

Ahireti terk etmek ise, Tanrı sevgisine ulaşmak, onun sonsuz lezzetini tatmaktır. Böyle insanlar için Tanrı'ya inanıp ona bağlanmak, cennet ile ödüllendirilmek isteği ya da cehennem korkusu yüzünden değildir. Onlar sadece Allah'ı sevdikleri, onun güzelliklerine ve iyiliklerine ulaşıp, bu erdemlerden aldıkları tatlardan dolayı Tanrı'ya inanırlar. Böyle insanlar Tanrı nezdinde gerçek anlamda makbul kişilerdir. Onlar yüce Tanrı'ya tam bir içtenlikle, tam bir teslimiyetle bağlanıp, ruhunu ve tüm benliğini Tanrı'nın güzellikleriyle süslemiş, onunla bir olmuş kişilerdir.

Böyle insanlar, yer yüzünde Tanrı'nın gerçek vekili, evrenin özü ve özeti sayılabilecek Kâmil insanlardır. Dört Kapı-Kırk Makam düşüncesinin anlaşılabilmesi için çok bilinen ve iyi bir örnek şudur:

Bir insan okuyarak ya da insanlardan duyarak aldığı bilgilerle şekeri görmeden, şeker hakkında bilgi sahibi olabilir. Bu bilgilenme şerîat kapısına benzer. İnsan bir şeker bulup, eline alarak inceler. Şeker hakkında bu şekilde biraz daha bilgi edinir. Bu bilgilenme de Tarîkat kapısına benzer.

İnsan, şekeri ağzına atıp yiyerek onun tadını alır ve bu şekilde şeker hakkında daha fazla bilgi sahibi olur. Bu türlü bir bilgilenme de marifet kapısına benzer.

Hakikat kapısında insanın kendisi şeker olur. Şeker hakkında mutlak bilgi ancak böyle mümkün ve makbuldür. Yüce Tanrı'ya inanç, basit ve kolay bir şey değildir. İnanç, çabayla ve içtenlikle olur. Alevîlikte Tanrı'ya iman, sevgi ile olur. Çeşitli ibadet biçimlerini monoton bir şekilde tekrarlayarak, Tanrı'ya iman olmaz. İnsan her zerresinde Tanrı'yı hissedecek, onun anlamını ve önemini bilecek, anlayacaktır. İman böyle olanaklı ve makbuldür.

Gerçek Tanrı inancı, Tanrı aşkı, insan olgunlaştıkça gerçekleşir. Bu da belirli bir çaba ve emek ister. Bu bir süreçtir. Dört kapı - Kırk makam düşüncesinde anlatılmak istenen bu istek, emek, çaba ve süreç gerçeğidir.


DİP NOTLAR
(1) Masiva: Sözcüğün aslı Ma-Siva dır. Tanrı'dan başka varlıklar, dünya ile ilgili olan şeyler.
(2) Şabb-ı Emred: Tüysüz genç, bıyıkları yeni terlemeye (çıkmaya) başlayan genç. Hz. Peygamber Miraçta Tanrı'yı "Şabb-ı Emred" şeklinde gördüğünü söylemiştir.
(3) Kur'an-ı Kerîm Secde Suresi 9. Ayettir.
(4) Boyra: Su değirmenin borusunun alt kısmı. Burada suyun yüksek yerden, daracık bir yere düşmesinin yarattığı acıdan hareketle, insanın özündeki cevheri keşfetme çabasının, yaratacağı sıkıntılar anlatılmaktadır.
(5) Bu kıtanın Türkçesi: (Tanrı'yı ben kendimde buldum / Bu konuda şüphe ve kuruntuya düşmek bana yakışmaz / Bende bulunan bu gözler / Tanrı'yı göremiyorsa neyime yaramaktadır ki?) dir.
(6) Bu iki kıtanın Türkçesi: (Ben Aşk deniziyim / O nedenle tüm denizler bana hayrandır / Zaman olur katre olurum / zaman olur okyanusla (Tanrı'yla) birleşirim (o yüzden küçük bir damla ile koskoca okyanusların benim yanımda farkı yoktur.) (Tanrılaştığımdan) masallarda geçen Kaf dağı küçücük bir parçam bile değildir / ay ve güneş benim buyruğumdan çıkmayan bir kuldur / Asla zanna ve şüpheye gerek yok benim aslım Tanrı'dır. / Bu sözleri bana söyleten Kur'an'dır.)
(7) Yunus'a ait bu deyişler, Muzaffer Uyguner Yunus Emre, Yaşamı /Sanatı / Şiirlerinden Seçmeler isimli kitaptan alınmıştır. Bilgi Yayınevi, Nisan 1991.

Alevîlik Bektâşîlik Açısından Din Kültürü Ahlâk Bilgisi, Şakir Keçeli ve Aziz Yalçın yönetiminde bir kurul tarafından hazırlanmıştır, 1996, Ardıç Yayınları

#5 lasrocas

lasrocas

    SaKLıMdASıN

  • Dokunulmazlar
  • 1.142 Mesaj
  • Cinsiyet:Bayan
  • Konum:heryer

Gönderim zamanı 25.02.2008 - 20:06

eline sağlık..diyecek söz bulamaımm....bundan gayrısına..
Devletin içine düştüğü yok olma tehlikesinin
korkunç derinliğini görmekten aciz olan zavallılar,
elbette ciddi ve hakiki çareyi görmemek için gözlerini yumarlar.

#6 Do'Urden

Do'Urden

    Boş vakti boldur

  • Üyeler
  • 649 Mesaj
  • Cinsiyet:Bay

Gönderim zamanı 11.02.2010 - 05:29

Guzel konu sevgili babuna tesekkurler,
Fakat gorusemıyor olmamız uzucu,dilerim yazılarınızı biran önce tekrardan goruruz.
"Partimizin güttüğü bütün bu esaslar, Kamâlizm prensipleridir" M.Kemal

"En iyi kuram 'Zamana bağlı olarak yanlışlanabilir" Karl Popper

"Düşünce özgürlüğü lehindeki temel sav, bütün inançlarımızın kuşku götürür olmasıdır Bertrand Russel

"Soyut ve Somut kavramlar hiçbirşekilde İlişkilendirilemez ve Örneklendirilemezler" Mw





Benzer Konular Daralt

  Konu Forum Konuyu Açan İstatistikler Son Mesaj Bilgisi

1 kullanıcı bu konuya bakıyor

0 üye, 1 ziyaretçi, 0 gizli